Erhan Bener: Eski Kareler

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Erhan Bener ile devam ediyor

08 Nisan 2022 - 10:56

ERHAN BENER (1929- 7 Aralık 2007)

Türkiye'nin ilk Fen Doktorlarından Raşit Bener'in oğlu olan yazar Erhan Bener, 1929 yılında Kıbrıs’ta doğdu. İlk, orta, lise öğrenimini Anadolu’nun çeşitli il ve ilçe merkezlerinde tamamladı.1950 yılında, Ankara S.B.F’yi bitirdi. 1956 yılında A.Ü. Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1950'de Maliye Bakanlığına memur olarak girdi; müfettiş yardımcılığı, hesap uzmanlığı ve hazine genel müdür yardımcılığı, kambiyo kontrol dairesi başkanlığı görevlerinde bulundu. 1963-1966 ve 1969-1973 yıllarında Paris'te, önce Türkiye Büyükelçiliği Maliye Müşaviri, daha sonra da OECD Türkiye Daimi Temsilciliği Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. 1975’te, Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü görevinden kendi isteğiyle emekliye ayrıldıktan sonra avukatlık yaptı.

Çeşitli dergilerde öyküleri yayımlanmasına rağmen bu öyküleri uzun süre kitaplaştırılmayan Erhan Bener’in yayımlanan ilk kitabı Aşk-ı Muhabbet Sevda’dır. 1992 yılında yayımlanan bu kitabıyla birlikte aynı yıl hem Yunus Nadi Öykü Ödülünü hem de kitapta yer alan “Alabalık” öyküsüyle Haldun Taner Öykü Ödülünü aldı. 1996’da Günbatımı Öyküleri’yle Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Öykü Ödülünü alan yazara 2004 yılında bütün eserleri için Düşler ve Öyküler Dergisi Onur Ödülü, 2007 yılında ise 6. İzmir Öykü Günleri Onur Ödülü verildi. Roman, öykü, anı, deneme ve tiyatro oyunu yazarlığının yanı sıra, çocuk kitapları, radyo oyunları ve senaryolar da yazan Bener’in Böcek, Sisli Yaz, Ölü Bir Deniz ve Yalnızlar romanları sinemaya aktarıldı. Böcek filmi, 1997’de Altın Portakal Ödülü aldı.

Bener’in Everest Yayınları tarafından okurla buluşturulan Seçme Öyküler isimli kitabından “Eski Kareler” öyküsünü paylaşıyoruz.

ESKİ KARELER

Bir zamanlar pek çok filmde başrol oynamış bulunan orta yaşlı sinema oyuncusu, ne zamandan beri setlere çağrılmamakta oluşunun maddi sıkıntısını cebinde, manevi acısını yüreğinde hissederek, yine de gizli bir umutla her sabah, Yeşilçam’ın artist kahvelerine gidip, köşedeki masalardan birindeki yerini almayı ihmal etmiyordu.  Ama bu sabah, bambaşka düşünceler vardı aklında. Evden çıkarken hayli ikircikliydi, yine de, bir otomat gibi, hareketlerin farkında bile olmadan erkenden yola koyulmuş, durakta, sıranın en arkasına girip otobüs beklemeye başlamıştı.

Kuyruk sanki her sabahkinden çok daha uzun, bekleşenler sanki daha şimdiden canlarından bezmişlerdi. Boğaz tarafından esen sinsi ve soğuk rüzgâr, birlikte sürüklediği küçücük, sivri ve keskin buz parçacıklarıyla yüzünü yalıyordu insanın. Havanın soğukluğu bir yandan, sabah uyandığında yataktan çıkmasını zorlaştırmış vücut kırıklığı öte yandan, için için titremesine, hatta zaman zaman çenelerinin çarpmasına neden oluyordu ama o yine de, kendisine en yakışanı olduğunu düşündüğü- zaten ötekilerde pek hal kalmamıştı- prens dö gal takım elbisesinin üstüne yakaları eprimiş lacivert paltosunu giymemekte direnmişti. Bu sabah üstelik, üşenmemiş, sinekkaydı tıraş olmuş, daha önce ancak bir kere giydiği, görece olarak en yeni gömleğini giymiş, her zaman düğümünü açmadan olduğu gibi boynundan çıkardığı kravatını bile ütülemişti. Çünkü bu sabah, her zamanki gibi kahvede pinekleyip kendisine önerilecek yeni başrolü beklemekten başka yapacağı önemli bir iş vardı.

Son günlerde televizyon kanallarından birisinin onun eski filmlerini göstermeye başladığını söylemişti kahvedekiler. Ne var ki, o kanal, kablolu yayın yapıyordu, zaten, doğru dürüst anteni olmadığı gibi, artık sesi de görüntüsü de, ben gidiyorum arkadaş demeye başlayan evindeki eski televizyonla öteki kanalları bile doğru dürüst izleyemiyordu.

Eski filmleri seyretmek, ya da seyretmemek umrunda bile değildi aslında. Belki bir ikisi bir yana, onların ne kadar yalap şalap şeyler olduğunu biliyordu. Ama, acaba, kendisinden izin alınması gerekmez miydi onları yeniden izleyicilerin önüne çıkarırken? Bunu bir kişilik hakkı yapmak aklının kenarından geçmezdi ama yine kahvedeki arkadaşlarından biri, Telif Hakları Yasası’na göre, televizyon kanalından para sızdırabileceğini söylemişti ona; eğer bu doğruysa son günlerdeki sıkıntılarını biraz olsun hafifletebilirdi.

Bu sabah televizyon yöneticileriyle görüşmeyi aklına koymuş, bu maksatla çıkmıştı evden. (…)

O sırada tıklım tıklım dolu bir otobüs geldi. Yine de kuyruk epeyce ilerledi.

Orta yaşlı aktör, televizyon yöneticileriyle yapacağı konuşmayı kafasında evirip çevirirken, yıllar önce esas oğlan rolünde, kendisine sırılsıklam âşık olan genç kızın babası büyük işadamının bu ilişkiye son vermesi karşılığında önerdiği çok büyük bir meblağı elinin tersiyle ittiği sahne canlanıyordu gözünün önünde. Zaman zaman, bu sahneyi gerçekten yaşamış gibi, göğsü kabarırdı(…) Hepsi bir yana, konuşmalarını kapı aralığından dinleyen Belgin Doruk’un yaşlı gözlerini anımsadıkça yüreği hâlâ sımsıcak olurdu. Yine öyle, onun gibi bir partneri olsa, bu kez çok daha başarılı bir oyun sergileyebilirdi. Yönetmen ve yapımcıların bunu anlayamamaları onun en büyük talihsizliğiydi.

Arkasında bekleyenlerin uyarısıyla kendisine geldi. Durağa yeni bir otobüs daha yaklaşmaktaydı. Bu da tıklım tıklım doluydu ama yine de, itiş kakış kendisini içeriye atabildi. Biletçi durmadan ilerleyin diye ihtar ediyordu. Oysa, ilerlemek ne kelime, soluk almak bile güçtü bu kalabalıkta.

(…)

Yine Belgin Doruk’la çevirdikleri başka bir film geldi gözlerinin önüne. Senaryo, Roma Tatili filminin Türkçe versiyonuydu.

(…)

İçini çekti. Zaman ne kadar çabuk geçiyordu. Neredeydi o, filmlerinde oynaması için, senaryoyu istediği gibi değiştirmesini öneren prodüktörler, partnerini seçmeyi kendisine bırakan yönetmenler, bir zamanlar, kendilerine bir küçük rol ayarlaması için yalvarıp yakaran, bunun için de koynuna girmek dahil, ne isterse yapmayı kabullenen küçük artistçikler? Ama düşünüyordu da, galiba kendisinde de vardı biraz kabahat. Alınganlık yapmış, kırılganlık göstermiş, herkese gücenmiş, o da onları aramaz sormaz olmuştu. Onu o kadar seven, film setlerinde olsun, dışarıda olsun, neredeyse duygusal denebilecek kadar yakınlık göstermiş olan Belgin’i bile silip atmıştı defterinden.

Neredeydi, ne yapıyordu, sağlığı nasıldı, bilmiyordu.

Şu televizyon işini çözümler çözümlemez onu aramaya karar verdi.

Otobüs, Yıldız Yokuşu’ndan aşağı zıngırdaya zıngırdaya ilerliyor, her durakta itiş kakış inenlerle binenlerin yarattığı dalgalanmalar nedeniyle içerideki kalabalığın basıncı daha da dayanılmaz bir hal alıyordu. Askılığı tutan eli uyuşmuştu. Beline korkutucu bir ağrı saplanmıştı. Kenarlardaki koltuklarda oturan gencecik insanlar, yaşlıları, çocuklu kadınları görmezden geliyor, herhangi bir sitemli bakışla karşılaşmamak için başlarını önlerine eğmeyi yeğliyorlardı.

(…)

Kalabalık arasında birden gözüne, çaprazlama olarak tam karşısındaki koltukta oturan bir genç kız ilişti. Çok şaşırdı. Olacak şey değildi. Belgin Doruk’tu bu. Sanki aradan yıllar geçmemişti. Hatta, onunla tanıştıkları zaman olduğundan daha bile gençti. Düş mü görüyordu acaba? Beyni uyuştu. Kız da şimdi ona bakıyordu. O da şaşırmış gibiydi. Sanki o da tanımıştı kendisini. Otobüsün sarsıntısıyla bakışları bir buluşup bir uzaklaşıyordu. Sonra kendine geldi. Elbette olmazdı böyle bir şey. Acaba, bu yaşlarda bir kızı olabilir miydi Belgin’in? Hiç duymamıştı. Kız çok gençti. Ama bu kadar benzerlik nasıl olabilirdi? Salt bir rastlantıydı muhakkak. Ama, tanışıyorlarmış gibi öylesine ısrarla bakıyordu ki kız yüzüne…

Ünlü bir playboy olduğu, filmlerinin sinemalarda gösterildiği yıllarda, yollarda bellerde bile önünü kesip boynuna atılan ne kızlarla karşılaşmıştı, ama bu kızın yaşındakiler artık tanıyamazlardı onu. Herhalde bildiği birisine benzetmiş olmalıydı.

Bu arada, biletçinin ihtarıyla bir iki adım daha ilerlediler. Şimdi tam kızın hizasında, hemen hemen yanı başındaydı.

Tekrar, “Beni nereden tanıyor, ya da kime benzetmiş olabilir bu kız?” diye düşünüyordu ki, birden kablolu televizyonda gösterilen eski filmleri geldi aklına. Evet, nasıl da düşünememişti. Kız muhakkak o kanalı izliyordu ve onun filmlerini seyretmiş, karşılaşınca da hemen tanımıştı. Demek ki hâlâ tanınabilecek haldeydi. Çekiciliğinden öyle pek fazla şey kaybetmemişti. Bu kez, daha yumuşak, o eski, baştan çıkarıcı ebedi âşık gülümseyişini takınarak baktı kıza. Kız da aynı şekilde, eski hayranlarının tutkulu bakışlarıyla karşılık verdi gülümseyişine.

Yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı orta yaşlı aktörün. Olabilir miydi? Bu kadar genç, güzel, bu kadar hoş bir kız, artık kendisinin bile hiçbir sanatsal yanı olmadığını rahatça, içinde hiçbir eziklik duymadan düşünür olduğu o eski, çizik çizik siyah beyaz filmlerini seyrederken, o günlerdeki birçok genç kız gibi, âşık mı olmuştu ona yoksa? Belki de filmi izlerken annesi, o eski günlerinde ona nasıl tutulmuş olduğunu anlatmıştı kızına, hâlâ eksilmeyen heyecanıyla ve şimdi, annesinin anlattığı o kahraman, bir gerçek olarak karşısına çıkıvermişti. Evet, hiç kuşkusuz o masal kahramanıydı şimdi bu kızın gözlerinde. Bu bakışları başka türlü yorumlayabilir miydi? İşte, yavaşça doğruluyordu yerinden. Onu öyle birden karşısında görünce, önce büyük bir şaşkınlığa kapılmış, heyecanlanmış, sonra kendisini toplamıştı, şimdi, eski günlerindeki hayranlarının yaptığı gibi, boynuna atılıverecekti.

Tükürüğü ağzında çoğaldı. Bu kalabalık arasında ne diyecekti ona, nasıl karşılık verecekti? Kız, yerinden kalktı, eliyle kalktığı koltuğu işaret ederek, sevecen, duygulu, yumuşak bir sesle,

- Buyurun amca, dedi. Ayakta kalmayın. Ben nasıl olsa bir durak sonra ineceğim.

(Sayfa 70-78)


ARŞİV