Erich Fromm: Sevme Sanatı

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Erich Fromm ile devam ediyor.

10 Şubat 2023 - 09:58

ERICH FROMM (23 Mart 1900 -18 Mart 1980)

Erich Fromm 23 Mart 1900 yılında Almanya'da dünyaya geldi. Musevi kökenli Amerikalı ünlü psikanalist, sosyolog ve filozoftur. Ruh biliminde Marksist-Sosyalist yaklaşımın en önemli temsilcilerinden biri oldu.

14 yaşındayken I.Dünya Savaşı’nın başlamasından büyük ölçüde etkilendi ve bu dönemde grup davranışlarına büyük bir ilgi duydu. Psikolojiye olan ilgisi buradan geliyordu. Heideberg ve Münih Üniversitelerinde toplum bilimi ve psikanaliz eğitimlerini aldı.  1930'lu yılların başlarında Nazi hareketlerinin başlaması ile birlikte İsviçre Cenevreye taşındı. Chicago Ruh çözümleme Enstitüsünden aldığı davet ile ABD'ye gitti. Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındıktan sonra, New School for Social Research Columbia ve Yale de dahil olmak üzere birçok okulda dersler vermeye devam etti.

Karl Marx ve Freud’dan etkilenen Fromm, Düş Zincirlerinin Ötesinde adlı yapıtında, Freud ve Marx’ın görüşlerini kıyasladı, birbiriyle karşıtlıklarını ortaya koydu ve bu iki görüşü birleştiren yeni düşünceler ve fikirler üzerinde çalıştı. Yazılarında tarih, sosyoloji, edebiyat ve felsefe alanlarındaki bilgilerinden esinlendi.

1949 yılında Meksika Ulusal Özerk Üniversitesinden profesörlük teklifini kabul edip tıp fakültesi bölümünde ruh çözümleme şubesini kurdu ve emekli olana kadar çalıştı. Emekli olduktan sonra yaşadığı ülke olan İsviçre'de yaşama veda etti. Erich Fromm’un Say Yayınları tarafından yayımlanan Sevme Sanatı isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

SEVME SANATI

Sevmek bir sanat mıdır? Öyleyse eğer, bilgi ve çabaya gereksinimi vardır. Yoksa sevgi, kaderin bir lütfuyla şanslı olanlarımızın kapıldığı tatlı bir duygu mudur? Şüphesiz büyük çoğunluk ikinci önermeye inanmaktadır. Oysa bu kitap birinci önerme temelinde oturtulmuştur.

Hiç kimsede sevginin önemsiz olduğuna ilişkin bir kanı yoktur. Onun açlığını çekerler; sinemalarda mutlu ya da mutsuz aşk hikâyeleri izlerler. Buna rağmen, pek azı sevgiye ilişkin bir şeyler öğrenmenin gerekli olduğunu düşünür.

Bu özel tutum, kişiyi ya tek başına ya da toplu olarak böyle düşünmeye yönelten birçok öncülün üstünde yükselmektedir. Birçok kişi, sevme sorununu ilkel bir biçimde ele almakta, kendi sevebilme gücünden sevme ediminden çok sevilme olarak görmektedir. Onlar için sorun, nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için çeşitli yollar denerler. Özellikle erkeklerin kullandığı bu yollardan biri, güçlü olmak, toplumsal konumlarının elverdiği oranda güçlü ve paralı olmaktır, Kadınların başvurdukları bir yol ise, endamına, giyimine özen göstererek çekici olmaktır. Kibar olmak, ilgi çekici konuşmalar yapmak, yardımsever, alçakgönüllü görünüp kimseyi incitmemek, kendilerini çekici kılmak için kadın ve erkeklerin birlikte başvurdukları diğer yollardandır. Sevimli olmak için yapılanların çoğu, başarılı olmak, dost kazanmak ve başkalarını etkilemek için yapılanlarla çakışmaktadır. Hem bizim uygarlığımızda birçok kişi için sevimli olmanın anlamı cinsel cazibeye sahip olmakla popüler olmanın dışında bir anlam taşımamaktadır. Sevgi konusunda öğrenilecek bir şeyin bulunmadığına ilişkin düşünceyi doğuran ikinci öncülün ardında yatan tavır, sevgi sorununun bir yetenek sorunu değil, bir nesne sorunu olduğunu sanmaktan kaynaklanmaktadır. İnsanlar sevmenin kolay olduğunu, fakat sevecek -ya da sevilecek- doğru nesneyi bulmanın güç olduğunu düşünürler. Bu tutumun kökleri, çağdaş toplumun gelişim tarihine dayanan birçok nedeni vardır. Bunlardan bir tanesi “sevgi nesnesi”nin seçiminde yirminci yüzyılda yer alan büyük değişikliktir. Gelenekçi toplumların birçoğunda olduğu gibi, Victoria çağında da sevgi, kişinin yaşamı içinde birdenbire ortaya çıkıveren ve evlilikle biten bir şey değildi. Tam tersine, sevginin evlilikten sonra doğup gelişeceğine inanılır; toplumsal düşünce temeline oturan bir biçimde – ya ailenin karşılıklı ilişkileriyle, ya çöpçatanlar aracılığıyla, ya da kendiliğinden- gerçekleştirilirdi.

Batı dünyasına, romantik aşk kavramı son birkaç kuşakta egemen oldu. Birleşik Amerika’da geleneksel yapının etkinliği tümüyle silinmemesine karşın, büyük çoğunluk kişisel yaşamı içinde o kendiliğinden oluşuverip evlilikle bitecek olan “romantik aşk” aramaktadır. Sevgide oluşan bu yeni özgürlük kavramı nesnenin önemini, yeteneğin öneminin aleyhine oldukça artırmış olsa gerek.

Çağdaş uygarlığın bu nedene sıkıca bağlı bir başka önemli özelliği daha vardır. Tüm uygarlığımız, karşılıklı kâr sağlayan bir alışveriş düşüncesi, satınalma açlığı üzerinde yükseliyor. Çağdaş insanın mutluluğunun temel unsurunu, mağaza vitrinlerine bakmak, peşin ya da taksitle dilediği bir şeyi almak oluşturmakta. Kadın ya da erkek, insanlara aynı gözle bakıyorlar. Erkek için, çekici bir kız - kız için çekici bir erkek - peşinde oldukları ganimetlerdir. “Çekicilik” kişilik pazarında genellikle aranan ve peşinde koşulan bir süslü nitelikler paketi anlamına gelir. Kişiyi çekici yapan şey, fiziksel olduğu kadar düşünsel olarak da günün modasına bağlıdır. (…)İki insan, ancak kendi değişim değerlerinin sınırlarını da hesaba katarak, piyasadaki en kullanışlı nesneyi bulduklarını hissettikleri an birbirlerine âşık olurlar. Sık sık sanki gerçek bir mülk alıyormuşçasına, geliştirilebilecek gizli potansiyeller de bu pazarlıkta rol oynar. Tüm yönelimlerin merkezini pazarın oluşturduğu, maddi başarıların en önemli değer olduğu bir uygarlıkta, insanlar arası sevgi ilişkilerinin de meta ve emek pazarım yöneten aynı değişim yolunu izlemesine şaşmak için pek az neden var.

Sevgi konusunda öğrenilecek bir şeyin bulunmadığı düşüncesini yönlendiren üçüncü hata, baştaki sevdalanma ediminin sürekli âşık olma ya da daha doğru bir deyişle aşk içre olma durumuyla karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Tıpkı şimdi bizler gibi birbirine yabancı olan iki insan, aralarındaki duvarı birden yıkar, kendilerini, birbirlerine çok yakın, duyar, tek bir kişi gibi hissederlerse, o an, yaşamın en heyecanlı en baş döndürücü anıdır, Bu an, sevgisiz, kopuk soyutlanmış bir kişi için çok daha harikulade, çok dahil mucizevidir. Bu mucizevi ani yakınlaşma, cinsel çekicilik ve birleşmeyle başlar, ya da birlikte oluşursa gerçekleşmesi çok daha kolaylaşır, Ne var ki salt bu yapılarından dolayı, bu tür sevgiler bitimsiz değillerdir. İki insan birbirlerini daha iyi tanıdıkça yakınlaşmalarındaki o mucizevi nitelik, düş kırıklıkları, çelişkilerle bıkkınlıklarla ilk heyecanlardan arta kalan ne varsa tümünü silip süpürürken kendisi de yavaş yavaş yiter. Başlangıçta bunun farkına varmazlar. Aslında birbirleri için o yanıp tutuşmalar, deli divane olmalar, daha önceki yalnızlıklarının derecesini gösteren bir kanıtken, sevgilerinin şiddetinin ölçüsüymüş gibi kabul ederler.

Tersini kanıtlayan karsı konulmaz örneklerin varolmasına karşın, sevmekten daha kolay hiç bir şeyin olmayacağına ilişkin tutum yaygın olmayı sürdürmektedir. Aşk gibi sonsuz umutlar ve beklentilerle başlayan ve hiç şaşmadan yıkılan bir başka faaliyet ya da yatırım bulmak çok güçtür. Eğer bu bir başka edim için sözkonusu olsaydı, insanlar ya ondan tümüyle vazgeçerler ya da başarısızlığın, nedenlerini bulmaya ve daha iyisini nasıl başarabileceklerini öğrenmeye çalışırlardı. Sevgiden vazgeçmek olanaksız olduğuna göre sevgi konusundaki başarısızlıkların üstesinden gelebilmenin bir tek uygun yolu olarak bu başarısızlıkların nedenlerini gözden geçirip, sevginin anlamını incelemeyi geliştirmek kalıyor.

Atılacak ilk adım sevginin de, yaşamak gibi bir sanat olduğunun farkına varmaktır. Eğer nasıl sevmemiz gerektiğini öğreneceksek, müzik, resim, marangozluk, doktorluk ya da mühendislik sanatlarını öğrenmek için ne yapıyorsak onun aynısını yapmamız gerekiyor.

(Syf 11-15)

Sevgiye ilişkin tüm kuramlar, insan kuramıyla, insanlığın varoluş kuramıyla başlamak zorundadırlar. Hayvanlarda biz sevgiyi ya da sevginin benzerini onların içgüdüsel yapılarının parçaları olan ilişkiler halinde buluruz. İnsandaysa, bu içgüdüsel yapının sadece kalıntılarını görmekteyiz, İnsanın varoluşunun temelindeki gerçek, hayvanlar âleminden içgüdüsel uyumdan çıkarak -tümüyle kopmasa da doğaya egemen oluşundadır. O doğanın bir parçasıdır ama kopmuştur ondan, geri dönmesi olanaksızdır artık. Bir kez koyulmuştur cennetten, -ki doğayla bütünleşmesinin -ilk ifadesidir bu geriye dönmeye yeltenirse eğer melekler ateş saçan kılıçlarıyla yolunu keseceklerdir. İnsan ancak aklını kullanarak, bir daha elde edememek üzere yitirdiği insanlık öncesi uyumun yerine, yeni, insanca bir uyum koyarak ilerliyebilir.

İster birey, ister tüm insan soyu olsun, doğumuyla, kesin olan, içgüdüler kadar kesin olan bir ortamdan belirsiz, kararsız ve açık bir ortama fırlatılıverir. Sadece geçmişe ilişkin kesinlik vardır. Geleceğe ilişkin çok uzaklardaki ölümden başka kesin bir şey yoktur.

İnsan zekâyla ödünlendirilmişti. O, kendi kendini bilen bir yaşamdır; kendisinin, diğer insanların, geçmişinin ve gelecekte onu bekleyen olasılıkların farkındadır. Kendi kendinin ayrı bir varlık olarak bilincinde olması, yaşam süresinin kısalığını, kendi kararıyla doğmayıp, belki sevdiklerinden önce, belki de onlardan sonra, ama kendi isteği dışında öleceğini bilmesi, yalnızlığının ve ayrı olmasının farkında olup, doğal ve toplumsal güçler karşısında çaresiz kalışı, insanın ayrı ve kopuk yaşamını çekilmez bir hapishaneye çevirmektedir. Eğer bu  hapishaneden kurtulup dışarıya çıkamaz, kendisini dış dünyayla, bir başka insanla ya da düşünceyle bütünleştiremezse çıldırır.

Ayrı olma duygusu huzursuzluğu doğurur, daha gerçeği, bu tüm huzursuzlukların kaynağıdır. Ayrı olmam demek, insanca güçlerimi kullanma olanağımdan yoksun bırakılmam demektir. Ayrı olmam demek, çaresiz olmam, dünyayı (eşyaları ve insanları) etkin bir şekilde kavrayamam, dünya üzerime çullandığında, direnecek gücü bulamam demektir.  Böyle ayrı olmak, şiddetli huzursuzluk kaynağıdır.

(Syf 17-18)

Sevgi olmadan insanlık bir gün için bile varolamaz. Ne var ki insanlar arası birliği başarmaya “sevgi” adını verdiğimiz zaman kendimizi bir dolu güçlüğün içinde buluveririz - iç içe geçip kaynaşmaya farklı yollarla ulaşmak mümkündür - ve bu farklar çeşitli sevgi biçimleri arasındaki farklardan daha önemsiz değildir.

(Syf 27)

Haset, kıskançlık, hırs, her çeşit açlık, bunların tümü tutkudur. Sevme ise zorlama olmadan sadece özgür olunduğunda yaşanabilen, insan gücünü somutlayan bir eylemdir.

Sevmek bir eylemdir edilgen bir duygu değil. Bir şeyin “içinde olmaktır” bir şeye “kapılmak” değil. En genel biçimiyle sevmenin etken yapısı, sevmenin almak değil öncelikle vermek olduğu biçiminde tanımlanabilir.

Vermek nedir? Çok kolay görünüyorsa da bu sorunun yanıtı gerçekte karışıklıklarla belirsizliklerle doludur. Bu konuda en yaygın yanlış anlama, vermenin bir şeyden vazgeçme, bir şeyden yoksun kalma, bir başkasının uğruna kurban olma gibi anlaşılmasıdır. Kişiliği gelişmemiş, yönelimleri hep banacı, sömürücü ya da istifçiliğin ötesine geçmemiş bir kişi sevme edinimini böyle anlar. Bezirgan kişilikli biri karşılığında bir şey alarak vermeye hazırdır, ona göre bir şey almadan vermek kandırılmaktır. Ama yönelimi üretici olmayan kişi verme sonucu yoksullaşma duygusuna kapılır. Böylece bu tür birçok kişi vermeyi reddeder. Bazıları da vermeyi bir özveri duygusu olarak ele alıp erdem, sayarlar. Kişi vermelidir, çünkü vermek acı çekmektir, onlara göre vermenin erdemi, bir şey uğruna özveriyi kabullenmekte yatmaktadır. Onlar için vermenin almaktan daha iyi olduğu duygusu, yoksun olma acısının, alma sevincinden daha iyi olduğu anlamına gelmektedir.

Üretici bir kişilik için vermek, tümden farklı bir anlam taşımaktadır. Vermek, taşınan gücün en üst düzeyde anlatımıdır. Verme edimi sırasında gücümü, zenginliğimi, kudretimi hissederim. Bu üst düzeyde yaşanılan canlılık ve taşınılan güç beni sevinçle doldurmaktadır.

(Syf 30-31)

Kişi, uğrunda emek harcadığı şeyleri sever ve kişi sevdiği şeyler için emek harcar.

İlgi ve bakım, sevginin bir başka unsurunu, sorumluluğu açığa çıkarır. Bugün birçok durumda sorumluluk, kişiye dışarıdan yüklenmiş olan bir görev olarak anlaşılmaktadır. Fakat gerçek anlamıyla sorumluluk tamamıyla iradi bir edimdir. Benim başka insanların, ister belirgin, ister gizli olsun gereksinimlerine verdiğim yanıttır. “Sorumlu” olmak demek “yanıt” vermeye hazır olmak demektir.

(…)

Eğer sorumluluk, sevginin üçüncü unsuru saygıyı içermezse, kolayca kendine bağlamaya ve zorbalığa dönüşebilir. Saygı, korkmak ve çekinmek değildir. Sözcüğün kökenine göre (Respicere: bir şeye bakmak) bir insanı, olduğu gibi görebilme yetisini, onu özgün bireyselliği içinde fark edebilmeyi belirtmektedir. Saygı, diğer kişinin olduğu gibi büyüyüp gelişmesine duyulan ilgi anlamına gelir. Böylece saygı, sömürünün yokluğunun kanıtıdır.  Ben sevdiğim insanın, bana hizmet etmesi için değil, kendi istediğince,  dilediği gibi büyüyüp gelişmesini isterim. Eğer bir başkasını seviyorsam, onu benim yararlanacağım bir nesne olarak değil, o olarak alır, ister erkek olsun, ister kadın, onunla kendimi bir kılarım. Saygının, ancak ben bağımsızlaşmayı başarmışsam, eğer birisini sömürüp hükmüm altına almadan koltuk değneksiz ayakta durabiliyor, yürüyebiliyorsam, işte o zaman gerçekleşeceği açıktır. Saygı ancak özgürlüğün temelleri üzerinde varolabilir.

(Syf 35-36)

Sevgi aslında özgün bir kişiyle olan ilişki değil, sevgi bir tavır, sadece bir sevgi “nesnesine” değil tüm dünyaya karşı bağlılığı belirleyen bir karakter yönelimidir. Eğer kişi, sadece bir tek insanı sever ve onun dışındaki tüm çevresine kaygısız kalırsa, onun sevgisi sevgi değildir, ya alabildiğine bir bencilliktir, ya da ortak yaşam birliğidir.

(Syf 51)

Sevgi ancak iki insan birbirlerine varlıklarının, özünden bağlanır, her biri kendisini varlığının özünden tanırsa, gerçekleşir. İnsan gerçeği de, canlılığı da sevgisinin temeli de işte bu “özden tanıma” deneyimidir. Böyle oluşan sevgi sürekli meydan okumadır, bir köşede dinlenme değil çabalama, hareket etme, beraber çalışmadır. Öyle ki bir uyum ya da çatışma neşe ya da üzüntü bile ikincil kalır. Önemli olan iki insanın birbirlerini varlıklarının temelinden yasaması, kendi kendilerinden kaçmak yerine birbirleriyle bütünleşirken kendi kendileriyle bütünleşmeleridir. Sevginin varlığının bir tek kanıtı vardır: bağlılığın derinliği, seven küslerin her birinin ilgisindeki canlılık ve güçlülük, işte bunlardır sevginin sunduğu meyve.

(Syf 102)

 

 


ARŞİV