Erich Maria Remarque: Ölesiye Yaşamak

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Erich Maria Remarque ile devam ediyor

29 Mayıs 2022 - 14:28

ERICH MARIA REMARQUE (22 Haziran 1898-25 Eylül 1970)

Erich Maria Remarque Almanya Osnabrück'te doğdu. Babası bir basımevi ustasıydı. Bir süre Münster Üniversitesi'nde öğrenim gördü ama 18 yaşında birçok kez yara aldığı I. Dünya Savaşı'na katılmak zorunda kaldı. Savaştan sonra öğretmenlik, taşçılık ve Berlin'de bir tekerlek firması için test sürücülüğü yaptı.

1927'de en çok tanınan romanı "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"u yazdı, ama kitap ancak 1929'da bir yayıncı bulabildi. Yayımlanır yayımlanmaz Almanya başta olmak üzere tüm dünyada büyük ses getiren roman 1930'da sinemaya uyarlandı. Elli dile çevrilmiş, yirmi milyon baskı yapmış olan roman geçen yüzyılın ilk ve en başarılı savaş karşıtı eseri olarak adlandırıldı. 1931'de "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"un devamı niteliğindeki "Dönüş Yolu"nu tamamladıktan sonra İsviçre'ye yerleşti. Naziler eserlerini yaktılar ve yasakladılar. 1938'de Alman vatandaşlığından çıkarıldı ve 1939'da Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. Almanya'da kalan kız kardeşi Elfriede Scholz Nazi karşıtı propaganda yapmak suçu gerekçesiyle tutuklandı ve kısa bir yargı sürecinin ardından idam edildi. Yazar bir daha Almanya’ya dönmedi. 72 yaşında hayatını kaybetti.

Erich Maria Remarque’nin Oda Yayınları tarafından yayımlanan Ölesiye Yaşamak adlı romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.

ÖLESİYE YAŞAMAK

Heinrich Kroll ve Oğulları mezar anıtları firmasının bürosu güneş ışığı içindeydi. 1923 yılının Nisan aynıdaydık ve alışverişimiz yolunda gitmekteydi. İlkbahar bizi bunaltmamıştı. Parlak satışlar yapmış ve bu yüzden de adamakıllı yoksullaşmıştık. Ama elden ne gelir? Ölüm katı yüreklidir ve gelince de geri çevrilmez. İnsanoğlunun yası ise mermerden, öd taşından anıtlar dikilsin ister; hele geride kalanlardaki suçluluk duygusu büyük ya da konulan miras yüklüceyse, bu anıtın her yanı perdahlanmış, kıymetli siyah İsveç granidinden olmasını arzu eder. İlkbaharla güz yas malzemesi tüccarları için en güzel mevsimlerdir. Bu dönemde yaz ve kıştan daha çok insan ölür. Güzün özsuyu çekildiğinden ölür; baharda ise özsuyu insanın içinde kaynamaya başlar ve gücünü yitirmiş olan vücut, fitili çok kalın incecik bir mum gibi kendini çok çabuk yiyip bitirdiğinden ölür. Bunun böyle olduğunu bizim işgüzar temsilcimiz, kent mezarlığında kazıcı Liebermann söylüyor. Kendisi bu işleri iyi bilenlerden olmalı. Seksen yaşındadır, on binden fazla ölü gömmüştür. Mezar anıtlarından aldığı komisyonlarla ırmak kıyısında bahçeli bir evle, bir de alabalık üretme yeri satın almış ve mesleği yüzünden de sırsıklam bir ayyaş olup çıkmıştır. Tiksindiği tek şey kentteki Krematoryumdur. Onca dürüstçe olmayan bir rekabetti bu. Fırının varlığı bizim de hoşumuza gitmiyordu. Ölü küllerinin kavanozlarıyla hiçbir şey kazanılmazdı.

Saate bir göz attım. Öğleye pek bir şey kalmamıştı. Günlerden cumartesi olduğundan çalışmaya son verdim. Yazı makinesinin üzerine kapağını geçirdim. Presto marka teksir makinesini de perdenin arkasına taşıdım. Taş örneklerini bir kenara topladım. Savaşçı anıtlarının ve işlemeli mezar süslerinin fotoğraflarını tespit banyosundan çıkardım. Burada yalnız reklam şefi, ressam ve muhasebeci değil, aynı zamanda bir yıldan beri de firmanın tek büro elemanıydım. Hem de bu işleri ömründe hiç yapmamış cinsten bir elemandım.

Çekmeceden keyifle bir puro çıkardım. Siyah bir Brezilya purosuydu. Bunu bana sabahleyin gelen Würtem-berg madeni eşya fabrikasının gezgin satıcısı vermişti. Amacı benden daha sonra bronz bir çelenk koparmaktı. Puronun kalitesi çok iyiydi. Kibrit aradım, ama her zamanki gibi yerinde yoktu. Bereket versin sobada hafif bir ateş vardı. Bir on marklığı rulo yapıp ateşe tuttum, puroyu onunla yaktım. Nisan sonunda sobada ateş olması pek şart değildi, ama bu işverenim Georg Kroll’un satış sorunuyla ilgili bir buluşuydu. Kendisi para harcamak zorunda olan yaslı kimselerin bu işi üşüyerek değil de, sıcak bir odada yapmaktan hoşlandıkları kanısındaydı. Yasın kendisi zaten ruhun bir çeşit üşümesi olduğundan, müşterinin üstelik bir de ayakları üşütülürse, ondan iyi bir para koparmak güçleşirmiş. Sıcak bastırınca insan gevşer, gevşeyince de keselerin ağzı daha iyi açılırmış. Bu yüzden büromuz hep fazla sıcak olurdu. Temsilcilerimize de mezarlıkta, soğuk havada ya da yağmurda hiçbir zaman anlaşma yapmamaları ana ilke olarak belletilmişti. Anlaşmalar sadece sıcak odada, ve mümkünse yemekten sonra yapılacaktı. Yas, soğuk ve açlık kötü iş ortaklarıydılar.

On marklık banknottan artakalanı sobaya atıp doğruldum. Aynı anda karşımızdaki evde bir pencerenin gürültüyle açıldığını işittim. Orada neler olup bittiğini anlamak için bakmama gerek yoktu. Yazı makinesinde hâlâ işim varmış gibi masanın üzerine sıkılgan bir havayla eğildim. Masanın üstüne karşıdaki pencereyi görecek şekilde küçük bir el aynası yerleştirmiştim. Aynaya kaçamak bakışlar fırlatmaya başladım. Her zamanki gibi Lisa’ydı, at kasabı Watzek’in karısı Lisa. Pencerede çıplak duruyor, esniyor, geriniyordu. 

Yataktan daha yeni kalkmıştı. Sokak eski ve dardı. Lisa bizi görebilirdi, tabii biz de onu. Ve o bunu pekala biliyordu. Bildiği için de orada duruyordu. Birden kocaman ağzını buruşturdu. Aynamı işaret edip bütün dişlerini göstererek güldü. O yırtıcı kuş gözleriyle aynayı keşfetmişti. Hilem yakalanmış olduğu için bozulmuştum, ama hiçbir şeyin farkında değilmişim gibi davrandım

(…)

Georg Kroll tam kırk yaşındadır, ama kafası Boll’un bahçeli lokantasındaki kiy oyunu (bir bowling oyunu) alanı gibi pırıl pırıl parlar. Kendisini tanıdığımdan beri bu kafa hep böyle parlardı. Tanışalı da nerdeyse beş yıldan fazla oluyor. Bu kafa öylesine parıldardı ki, aynı alaydayken cephenin en sakin zamanında bile Georg’un piyade siperlerinde çelik miğferini asla başından çıkarmaması yolunda özel bir emrin verilmesine neden olmuştu. Zira onun dazlak kafası, en kendi halinde düşman askerlerinde bile, görünen bu parlaklığın kocaman bir bilardo topu olup olmadığını anlamak için ateş etme isteği uyandıracak nitelikteydi.

Toparlanıp tekmil verdim: “Kroll ve Oğullan firması genel karargâhı. Düşman gözetleme postası. At kasabı Watzek bölgesinde düşmanın kuşkulu hareketleri görülmüştür.”

Georg, “Ah!” dedi. “Lisa yine sabah jimnastiğindeydi demek. Rahata geçin Onbaşı Bodmer. Öğleden önceleri niçin süvari bandolarındaki davul beygirleri gibi gözlük takıp erdeminizi korumuyorsunuz? Hayatta en değerli üç şey nedir bilir misin?”

“Nerden bileyim sayın Başsavcı? Ben daha hayatın kendisini arayıp durmaktayım.”

Georg, “Bunlar erdem, gençlik ve saflıktır,” dedi. “Bunları bir kez yitirdin mi bir daha ele geçiremezsin. Peki, yaşlılık, gün görmüşlük ve işe yaramaz zekâdan daha fazla umutsuzluk veren şeyler var mıdır?”

“Yoksulluk, hastalık ve yalnızlık” diye yanıt vererek rahata geçtim.

“Bunlar güngörmüşlük, yaşlılık ve kötü kullanılmış zekânın başka adlarıdır.”

Georg ağzımdaki puroyu alıp şöyle bir inceledi, tıpkı bir koleksiyoncunun bir kelebeği incelemesi gibi. “Madeni eşya fabrikasından ele geçirilmiş bir ganimet.” dedi.

Cebinden çok kullanılmaktan kararmış tunç rengi lüle taşından yapılma bir ağızlık çıkarıp Brezilya purosunu taktı ve içmeye koyuldu.

“Puroya el koymana bir diyeceğim yok,” dedim. “Düpedüz zorbalık bu. Hoş sen eski bir astsubay olarak hayatta başka şey bilmezsin ya. Ama şu ağızlık da ne oluyor? Frengili değilim ben.”

“Ben de eşcinsel değilim.”

“Georg,” dedim, “savaştayken mutfaktan aşırdığım bezelye çorbalarım benim kaşığımla yerdin. Kaşık ise benim pis çizmemin içinde durur ve hiçbir zaman yıkanmazdı.”

Georg, Brezilya purosunun külünü gözden geçirdi. Kar gibi beyazdı. “Savaş biteli dört buçuk yıl oldu” dedi. “O zaman ölçüye sığmaz felaketler sayesinde adam olduk. Bugün ise bir şeyler kazanma peşinde arsızca koşuşumuz bizi yeniden haydut yaptı. Bu halimizi saklamak için yeniden belirli biçimde cilalanmamız gerek. Anlıyorsun!... Yani şimdi sende başka puro yok mu? Madeni eşya fabrikası memurları hiçbir zaman bir tanecik puroyla adam tavlamaya kalkışmazlar.”

İkinci puroyu çekmeceden çıkarıp verdim. “Zekâ, güngörmüşlük ve yaş bazı şeylerde iyi işe yarıyora benzer,” dedim.

Sırıttı ve sözüme yanıt olarak elime bir paket sigara tutuşturdu. Pakette altı tane sigara eksikti. “Başka ne var ne yok?” diye sordu.

“Hiçbir şey yok. Müşteri gelmedi. Ama ben yine de çok acele tarafından maaşıma zam istemek zorundayım.”

“Yine mi? Daha dün zam yaptık.”

“Dün değil. Bu sabah saat dokuzda. Paçavra gibi sekiz bin marklık bir zam. Ama yine de bu sabah saat dokuzda bir değeri vardı. Bu arada yeni dolar kuru belli oldu. Yapılan zamla yeni bir kravat alacaktım. Yeni kurdan sonra bu parayla ancak en ucuz cinsten bir şişe şarap alabilirim. Oysa benim yeni bir kravata ihtiyacım var.”

“Dolar şimdi ne durumda?”

“Bugün öğleye doğru otuz altı bin mark oldu. Bu sabah ise otuz bindi.”

Georg Kroll purosuna bakıyordu. «Otuz altı bin! Mart kedileri gibi aldı başını gidiyor! Nerde duracak bu iş?»

“Herkes iflas ettiği zaman, Sayın Feldmareşal,” karşılığını verdim. “Ama bu süre içinde biz yine de yaşamak zorundayız. Yanında para getirdin mi?”

“Yalnızca küçük bir bavul dolusu. Bugün ve yarın için. Binlikler, onbinlikler var; birkaç paket de o eski o sevgili yüzlüklerden. Aşağı yukarı beş kilo kadar kâğıt para. Enflasyon öylesine hızlı gidiyor ki, merkez bankası para basmakla yetişmiyor ardından. Yüz binlik yeni banknotlar piyasaya sürüleli on dört gün oluyor. Bu gidişle yakında milyonluk banknot basmak zorunda kalacaklar. Milyarlara bakalım ne zaman varacağız?”

“Bu tempoyla birkaç aya kalmaz.”

Georg, “Hey Allahım,” diye içini çekti. “1922’lerin o güzel, o sakin günleri nerde kaldı? O zaman dolar bir yılda ancak 250 marktan on bin marka fırlamıştı. 1921’ den ise hiç söz etme, o zaman sadece zavallı bir yüz, üç yüz artış vardı.”

Sokağı gören pencereden dışarı baktım. Lisa şimdi de üzerinde papağanlar bulunan ipek bir sabahlık giymiş olarak karşıda duruyordu. Pencerenin mandalına bir ayna asmış perçemlerini tarıyordu.

Acı bir sesle “Bak şuna,” dedim. “Hiçbir şey ekmez, hiçbir şey biçmez, ama göklerin babası onu yine de besler. Şu sabahlık dün yoktu sırtında. İpekli bu, metreyle satılan ipekli. Ve bense bir kravat almak için üç tane mangırı bir araya getiremiyorum.”

Georg hafifçe gülümsedi. “Sen çağımızın basit bir kurbanısın. Buna karşılık Lisa, Alman enflasyonunun bulutları üstünde pupa yelken yüzmekte. O vurgunculuğun Güzel Helena’sıdır. Bu zamanda mezar taşlarıyla zengin olunmaz, oğlum. Sen de arkadaşın Willy gibi ne diye tahvilât ticaretine, ya da ringa balığı işine girmiyorsun?”

“Çünkü ben ince ruhlu bir filozofum ve mezar taşlarına sadık kalıyorum. Peki, bizim maaşa zam işi ne oluyor? Filozoflar da kendilerine göre üstbaş parasına gerek duyarlar.”

“Şu boyun bağım yarın alamaz mısın?”

“Yarın pazar. Ve yarın gerekli bana.”

Georg holde duran para bavulunu içeri getirdi. Elini içine daldırıp önüme iki deste para attı. “Yeter mi?”

Baktım paraların çoğu yüzlüktü. “Şu duvar kâğıtlarından yarım kilo daha ver,” dedim. “Burada olsa olsa en çok beş bin var. Pazar günleri Katolik vurguncular bu kadar parayı kilise sadakası diye veriyorlar da, pintilik ettik diye utanıyorlar.”

Georg dazlak kafasını kaşıdı. Bu onun farkında olmadan yaptığı bir jestti. Sonra bana üçüncü bir deste uzattı. “Bereket versin yarın pazar,” dedi. “Hiç değilse yarın dolar kuru filan yok. Haftada bir gün enflâsyon hareketsiz kalıyor. Allah Baba pazarı yaratırken böyle bir şeyi elbette düşünmemişti.”

“Peki, bizim durumumuz nasıl?” diye sordum. “İflasta mıyız, yoksa işler yolunda mı?”

Georg ağızlığından uzun bir nefes çekti. “Bugün bunu Almanya’da bilecek bir kimse çıkmaz sanırım. Para biriktirmiş olanlar tabii iflas ettiler. İşçilerle aylık alanlar da öyle. Küçük iş adamlarının çoğu da farkında olmadan aynı duruma düştü. Durumları gerçekten parlak olanlar ise döviz, hisse senedi, ya da değerli eşya işi yapan kimseler. Yani bizim gibiler değil. Aydınlanman için bu kadarı yeter mi?”

 


ARŞİV