Ernest Hemingway: Yaşlı Adam ve Deniz

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Ernest Hemingway ile devam ediyor

21 Mart 2025 - 10:15

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Ernest Hemingway ile devam ediyor

ERNEST HEMINGWAY (21 Temmuz 1899 - 2 Temmuz 1961)

21 Temmuz 1899'da Illinois Eyaleti'nde Chicago'nun banliyösü Oak Park'ta doğdu. Liseden sonra  Kansas City’ye gitti ve Kansas City Star’ın muhabiri olarak çalışmaya başladı. Sol gözündeki rahatsızlık  yüzünden orduya giremedi ama 1917'de Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü katılarak Amerikan Kızıl Haç Birliği'nde cankurtaran şoförü olarak görev aldı. Sonraki yaşamını gazetecilikle sürdürdü, iki yıl Chicago ve Toronto'da değişik gazetelerde çalıştı. 1921'de Toronto Star’ın dış haberler muhabiri olarak Fransa'ya gitti. F. Scott Fitzgerald, Gertrude Stein, Ezra Pound ve İrlandalı James Joyce ile tanıştı. 1922'de İstanbul'da Kurtuluş Savaşı hakkında bir yazı dizisi yayımladı. 1923'te ilk yapıtı Three Stories and Ten Poems (Üç Öykü ve On Şiir)'i yayımladı. 1925'te seçme öykülerden oluşan In Our Time (Zamanımız)  adlı yapıtı New York City'de yayınlandı. 1926'da The Sun Also Rises (Güneş de Doğar) ile The Torrets of Spring (İlkbahar Selleri) yayınlandı. 1929'da A Farewell to Arms (Silahlara Veda) ile ünü ülkesi ile birlikte Avrupa'da da yaygınlaştı.

İspanya iç savaşında ülkeye savaş muhabiri olarak girmiş ve cumhuriyetçilerin safında yer alarak General Franco’ya karşı mücadeleye katılmıştır. İspanya’dan ayrıldıktan sonra Küba’ya yerleşti. 1953 yılında Yaşlı Adam ve Deniz kitabıyla Pulitzer Ödülü’nü alan yazar, 1954 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.

Yazarın Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan Yaşlı Adam ve Deniz isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz. 

YAŞLI ADAM VE DENİZ

Gulf Stream'de kayığıyla tek başına avlanan yaş- Gulf dört gün geçirmişti. İlk kırk gün yanında bir çocuk vardı. Ama balıksız geçen kırk günün ardından çocuğun ailesi ona, yaşlı adamın artık kesinlikle -kısmetsizliğin en fena hali olan- salao olduğunu söylemiş, çocuk onların talebiyle daha ilk haftadan üç koca balık yakalayan başka bir tekneye geçmişti. Yaşlı adamın her gün kayığıyla eli boş dönüşünü görmek çocuğu üzüyor, daima ya sarılı misinaları ya kakıçla zıpkını ve direğe sarılı yelkeni taşımasına yardım etmeye gidiyordu. Yelken un çuvallarıyla yamanmıştı; sarılmış haliyle daimi yenilgi bayrağına benziyordu.

Yaşlı adam ensesinde derin kırışıklıklarla zayıf, bir deri bir kemik bir adamdı. Tropik denizden yansıyan güneşin sebep olduğu yararlı cilt kanserinin esmer lekeleri vardı yanaklarında. Lekeler yüzünün yanlarından aşağı kadar iniyordu ve ellerinde, misinaya takılan ağır balıkları çekmekten yol yol derin yara izleri vardı. Ama bu yara izlerinin hiçbiri yeni değildi. Balıksız bir çöldeki aşınım kadar eskiydi.

Neşeli, namağlup deniz rengi gözlerinden başka her şeyi kocamıştı.

Kayığın çekildiği sahilden yukarı tırmanırlarken çocuk, “Santiago” dedi. “Tekrar senle gelebilirim. Biraz para kazandık.”

Yaşlı adam, çocuğa balık tutmayı öğretmişti ve çocuk onu pek seviyordu.

Yaşlı adam, “Hayır” dedi. “Kısmeti açık bir teknedesin. Onlarla kal.”

“Ama nasıl da seksen yedi gün balık tutmadan geçirdiğini ve sonra üç hafta boyunca her gün koca koca balıklar tuttuğumuzu hatırlasana.”

Yaşlı adam, “Hatırlıyorum” dedi. “Beni, benden şüphe ettiğin için bırakmadığını biliyorum.”

“Beni ayrılmaya zorlayan babamdı. Daha çocuğum ve sözünü dinlemek zorundayım.”

Yaşlı adam, “Biliyorum” dedi. “Bu çok normal.” “Onun pek inancı yok.” (Syf 13-14)

“İyi şanslar ihtiyar.”

“İyi şanslar” dedi yaşlı adam. Kürek halatlarını iskarmozlara geçirip sudaki palaların direncine karşı öne doğru eğilerek karanlıkta limandan kürek çekerek uzaklaşmaya başladı. Diğer sahillerden denize açılan başka tekneler de vardı; artık ay tepelerin ardında olduğu için göremese de yaşlı adam küreklerinin suya dalıp çıkışının sesini duyuyordu.

Kimi zaman teknelerden birinde biri konuşuyordu. Ama teknelerin çoğu küreklerin suya dalıp çıkışı haricinde sessizdi. Limanın ağzından çıktıktan sonra dağıldılar ve her biri okyanusun balık bulmayı umduğu yanına yöneldi. Yaşlı adam çok açılacağını biliyordu; karanın kokusunu arkada bırakarak okyanusun temiz seher havasına doğru kürek çekti.

Okyanusun birdenbire yedi yüz kulaç derinleştiği için balıkçıların büyük kuyu dedikleri bölgesinde kürek çekerken suda Gulf yosunlarının fosfor gibi parladığını gördü. Akıntının okyanus tabanının sarp duvarlarına çarparak yaptığı girdap nedeniyle çeşit çeşit balık toplaşıyordu. Karides ile akyem¹0 toplulukları, kimi zaman en derin oyuklarda mürekkepbalığı sürüleri vardı; geceleri yüzeye yaklaşırlardı, gezinen balıklar onlardan beslenirdi.

(…)

Denizi, insanların, onu sevdiklerinde, İspanyolca adlandırdıkları gibi la mar olarak düşünürdü daima. Onu sevenler kimi zaman hakkında kötü şeyler söyler ama daima sanki bir kadınmışcasına söylenir bunlar. Olta mantarı olarak şamandıra kullanan, köpekbalığı ciğerinin çok para ettiği zamanlarda alınmış, motorlu teknesi olan kimi gençten balıkçılar eril olan “el mar” şeklinde bahsederlerdi ondan. Ama yaşlı adam onu daima dişil ve muazzam iyilikler bahşeden veya esirgeyen bir şey olarak düşünürdü; eğer vahşi ya da fena şeyler yaparsa bu, engel olamadığındandı. Ay, tıpkı bir kadını olduğu gibi denizi etkiliyor, diye düşündü. (Syf 30-31)

Yaşlı adam misinayı ihtiyatla tuttu ve yavaşça, sol eliyle, sopadan çözdü. Balık hiçbir gerilim hissetmeden parmakları arasında salabilirdi artık. 

Bu kadar açıkta, bu ayda kocaman olmalı, diye düşündü. Ye onları, balık. Ye onları. Lütfen ye onları. Ne kadar tazeler, sense yüz kulaç aşağıda o soğuk suda, karanlıktasın. Karanlıkta bir tur daha at, dön ve onları ye.

(…)

Narin asılmayı duyumsamaktan mutluydu, sonra sert ve inanılmaz ağır bir şey hissetti. Bu balığın ağırlığıydı; misinanın, iki yedek bobinden birini açarak daha, daha, daha aşağı gitmesine izin verdi. (Syf 41-43)

Sonra arkasına baktı ve görünürde kara yoktu. Bir şey değiştirmez, diye düşündü. Daima Havana ışıklarıyla dönebilirim. Güneş batmadan iki saat daha var ve belki ondan önce yukarı çıkar. Eğer yapmazsa da belki ayla birlikte çıkar. Eğer bunu da yapmazsa belki gündoğumuyla birlikte çıkar. Kramp girmedi ve kendimi güçlü hissediyorum. Ağzında kanca olan o. Ama ne balıkmış da böyle çekiyor. Ağzıyla teli sıkı sıkı yakalamış olmalı. Neyle karşı karşıya olduğumu öğrenmek için bir kerecik görebilsem keşke.

Adamın yıldızlara bakarak anladığı kadarıyla balık o gece boyunca asla ne yolunu ne yönünü değiştirdi. (Syf 45)

Sonra yüksek sesle, “Keşke çocuk yanımda olsaydı. Bana yardım edip şunu görsün diye” dedi.

Kimse ihtiyarlığında yalnız olmamalı, diye düşündü. Ama bu kaçınılmaz. Güç vermesi için bozulmadan orkinosu yemeyi unutmamalıyım. Ne kadar canın çekmese de sabah yemen gerektiğini unutma. Unutma, dedi kendi kendine.

Geceleyin kayığın etrafına iki musur geldi, adam kendi etraflarında dönüp su kışkırttıklarını duyabiliyordu. Erkeğin çıkardığı püskürtme sesiyle dişinin iniltili püskürtmesini ayırt edebiliyordu.

“İyidirler” dedi. “Oynar, şakalaşır, birbirlerini severler. Uçanbalıklar gibi kardeşlerimizdir.”

Sonra yakaladığı koca balığa acımaya başladı. Muhteşem ve tuhaf üstelik kim bilir kaç yaşında, diye düşündü. Hayatımda ne bu kadar güçlü ne de böylesi tuhaf davranan bir balık tuttum. Belki de zıplamayacak kadar akıllıdır. Zıplayarak ya da çılgınca hareket ederek beni mahvedebilir. Ama belki de önceden pek çok defa kancaya yakalanmıştır ve bu şekilde mücadele etmesi gerektiğini biliyordur. Ne karşısında yalnız tek bir adam olduğunu ne de bunun yaşlı bir adam olduğunu bilebilir. Ama ne koca bir balık ve eti güzelse pazarda ne para getirir. Yemi erkek gibi yuttu, erkek gibi çekiyor ve mücadelesi telaşlı değil. Bir planı mı var yoksa benim kadar çaresiz mi acaba? (Syf 47)

Güneş denizden güçsüz bir biçimde doğdu; yaşlı adam suda küçük küçük ve kıyıya epey yakın, akıntı boyunca yayılmış diğer kayıkları görebiliyordu. Derken güneş parlaklaştı, pırıltısı suya düştü ve ardından, iyice yükselince, düz deniz gözlerine yansıtıp şiddetle gözlerini acıttı, adam bakmadan kürek çekti. Suya bakıp dosdoğru suyun karanlıklarına uzanan misinaları gözledi. Herkesten daha dik tutardı oltalarını, böylece akıntının karanlığındaki her seviyede tam da nerede olmasını istiyorsa orada yüzen herhangi balık için bekleyen bir yem olurdu. Diğerleri misinalarının akıntıyla sürüklenmesine izin verirlerdi; kimi zaman balıkçılar yüz kulaç derinlikte olduğunu sanırlarken altmış kulaçta olurdu.

Ama, diye düşündü, dikkatle muhafaza ediyorum. Yalnızca artık şansım yok. Ama kim bilir? Belki bugün olur. Her gün yeni bir gündür. Şanslı olmak daha iyidir. Ama ben titiz olmayı yeğlerim. O zaman şans yüzüne güldüğünde hazır olursun. (Syf 34)

Eylülde günbatımından sonra hızla karanlık olduğundan artık hava kararmıştı. Pruvanın yıpranmış tahtasına dayanmış, mümkün olduğunca dinleniyordu. İlk yıldızlar çıkmıştı. Rigel'in adını bilmiyordu ya gördüğünde yakında tümünün çıkacağını, tüm uzak dostlarına kavuşacağını anladı.

Yüksek sesle, “Balık da benim dostum” dedi. “Böylesi bir balığı ne gördüm ne işittim. Ama onu öldürmek zorundayım. Yıldızları öldürmeye kalkışmak zorunda olmadığımıza memnunum.”

Her gün bir adamın ayı öldürmeye kalkışmak zorunda olduğunu düşünsene, diye düşündü. Ay kaçar. Ama bir adamın her gün güneşi öldürmeye kalkışmak zorunda olduğunu düşünsene? Şanslıymışız, diye düşündü.

Sonra yiyecek hiçbir şeyi olmayan koca balığa üzüldü, duyduğu üzüntü onu öldürme kararlığını hiç yumuşatmadı. Kaç kişiyi besleyecek, diye düşündü. Ama onu yemeye layıklar mı? Hayır, elbette değiller. Tutumuna, muazzam asaletine bakılırsa onu yemeye layık kimse yok.

Bu işleri anlamıyorum, diye düşündü. Ama güneşi ya da ayı veya yıldızları öldürmeye kalkışmak zorunda olmamamız güzel. Denizde yaşayıp gerçek kardeşlerimizi öldürmek kâfi.(Syf 70)

 

ARŞİV