Ernst Theodor Amadeus Hoffmann:

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Ernst Theodor Amadeus Hoffmann ile devam ediyor.

29 Eylül 2023 - 08:27

ERNST THEODOR AMADEUS HOFFMANN (24 Ocak 1776- 25 Haziran 1822)

24 Ağustos 1776’da Doğu Prusya’nın Königsberg kentinde (bugünkü Kaliningrad) dünyaya geldi. Hoffmann iki yaşındayken anne-babası boşandı ve Louisa, oğlunu da alarak ailesinin evine döndü. Hoffmann bu evde dayısı ve teyzeleriyle birlikte büyüdü. Müzik, edebiyat ve resim dersleri aldığı Burgschule’den mezun olduktan sonra, Königsberg Üniversitesi’nde hukuk okudu. 1795 yılında mezun olduktan sonra avukatlığa başladı. 1800 yılında Polonya vilayeti olan Poznan’daki mahkemeye tayin edildi. Kuzeni Minna Doerffer ile nişanlandıysa da dört yıl sonra bu nişanı bozdu ve Michalina Rorer ile evlendi. Bir dönem, Poznan’ın önde gelen şahsiyetlerinin karikatürlerini çizdiği ve dağıttığı için Plock kasabasına sürüldü, sonra 1804’te Varşova’ya tayin edildi. İsimlerinden “Wilhelm”i Mozart sevgisinden “Amadeus” olarak bu yıl değiştirmiştir. 1805 yılında Cäcilie adında bir kızı dünyaya geldi fakat bu sırada Hoffmann’ın hayatı altüst oldu: Fransız orduları Varşova’yı işgal etti ve Napoléon’a sadakat yemini etmeyen tüm devlet görevlileri azledildi. Hoffmann da onlardan biriydi. Eşini Poznan´’a, akrabalarının yanına gönderdi, kendisi Berlin’e yerleşti ve müzik kariyerine başladı. Napoléon, bu kez de Berlin’i işgal etti. Bu sırada kızının iki yaşında öldüğünü öğrendi. Eşiyle birlikte Bamberg’e taşındı, burada orkestra şefliği yaptı; daha sonra müdür yardımcılığına yükseldi, bestecilik ve set tasarımıyla uğraştı. Dresden’e orkestra şefi olarak tayin edildi. İlk yayımlanan edebiyat eseri Fantasiestücke in Callots Manier (Callot Üslübunda Düş Tabloları, 1814) adlı bir öykü derlemesiydi. Daha sonra Şeytanın İksirleri (1815) ve Gece Tabloları (1816) yayımlandı. Kedi Murr’un Dünya Görüşü’nü (1820) hayatının son yıllarında yayımladı. Hoffmann, 25 Haziran 1822’de frengi hastalığından hayata gözlerini yumdu. 

Yazarın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Kedi Murr’un Dünya Görüşü isimli kitabından bölümler paylaşıyoruz.

KEDİ MURR’UN DÜNYA GÖRÜŞÜ

İki ayağı üstünde dimdik yürümek o kadar büyük bir şey mi ki kendine insan diyen şu tür, dört ayağı üstünde daha güvenli bir dengeyle yürüyen bizlerin üstünde hâkimiyet iddia edebiliyor? Ama sebebini biliyorum, kafalarının içinde olduğu söylenen ve akıl dedikleri büyük bir şeyden ötürü gururlanıyorlar. Bundan ne anlıyorlar, tam olarak bilemiyorum ama şu kadarı kesin ki, efendim ve hamimin bazı konuşmalarından çıkarabildiklerime göre akıl, şayet bilinçli davranıp budalaca işler karıştırmama yeteneğinden başka bir şey değilse, hiçbir yaşayan insanla yer değiştirmek istemem. Hem bence bilinç dediğin de alışkanlık meselesi; bir şekilde hayatın üstesinden geliyoruz, nasıl olduğunu bilmesek de. En azından bana göre böyle, duyduklarıma bakılırsa dünyada doğumunun nasıl ve nerede olduğunu kendi tecrübesiyle değil, geleneklerden biliniyor, gelenekler de çoğu zaman güven vermez. Meşhur bir adamın doğumu adına şehirler birbiriyle kapışıyor, ben kendim de bu konuda kesin bir şeyler bilmediğimden bodrumda mı, tavan arasında mı yoksa ahırda mı hayata gözlerimi açmışım yahut daha doğrusu göz açmayıp sadece kıymetli annemin gözleri tarafından görülmüşüm, işte bu daima şüpheli kalacak. Zira bizim türümüze mahsus olduğu üzere doğduğumda gözlerim örtülüymüş. Etrafımdan gelen ve öfkeye kapılınca iradem dışında meydana getirdiğim bazı hırıltılı soluma seslerini zar zor hatırlıyorum. Yumuşak duvarlı daracık bir kabın içine kapanmış halde daha belirgin ve adeta bilincim tamamen yerindeyken buldum kendimi, nefes almayı dahi beceremiyor, korku ve darlık içinde acı bir çığlık koparıyordum. Bir şeyin bu kaba ellerini daldırıp beni hoyratça vücudumdan yakaladığımı hissediyordum, bu da tabiatın bana bahşettiği, ilk mucizevi gücü hissedip kullanma fırsatı verdi. Bol kürklü ön patilerimden sivri ve çevik pençelerimi çıkarıp beni yakalayan ve sonraları öğrendiğime göre bir insan elinden başka bir şey olmayan şeye sapladım. Fakat bu el beni kaptan çıkarıp kenara attı, hemen sonrasında, şimdilerde, sanırım bunu söyleyebilirim, heybetli bir bıyığın uzadığı yüzümün iki tarafında şiddetli iki darbe hissettim. Bugün artık anladığıma göre o el, patilerimin kas oyunundan incinip bana bir çift tokat aşk etti, böylelikle ahlaki neden ve sonuca dair ilk tecrübemi edindim, yine ahlaki bir içgüdü pençelerimi çıkardığım kadar hızlı geri sokmaya sevk etti beni. Pençelerimi çekmemi sonraları elbette çok yüce bir cana yakınlık ve sevecenlik tavrı olarak görüp bunu "kadife paticik" diye nitelediler.

Dediğim gibi, bu el beni yeniden yere attı. Biraz sonra bir daha kafamdan tutup bastırdı, böylece ağzım, yalamaya başladığım bir sıvıya girdi, buna nasıl kapıldığımı kendim de bilmiyordum, herhalde fiziki bir içgüdüydü bu; sıvıyı yalayıp yutmam içime bir hoşluk veriyordu. Keyfini çıkardığım şey, sonradan öğrendiğime göre sütmüş, karnım acıkmış, ben de içerek karnımı doyurmuştum. Böylece ahlaki eğitimim başladıktan sonra fiziki eğitimim de başladı.

Bir kez daha ama bu defa öncekinden daha yumuşak bir şekilde, iki el beni tutup sıcak ve yumuşak bir yere koydu. Keyfim gitgide yerine geliyordu, ben de insanların pek de isabetsiz sayılamayacak bir ifadeyle zırvalamak diye nitelendirdikleri, yalnız benim türüme has o tuhaf sesleri çıkararak rahatımın yerinde olduğunu anlatmaya başladım. Böylece yeryüzündeki eğitimimde büyük ilerlemeler kaydediyordum.

(…)

Derken ufak, sıska, yaşlı bir adam göründü, asla hafızamdan çıkmayacak biri, zira tanıdığım onca kişiye rağmen onunla aynı veya benzer diyebileceğim birine bir daha asla rastlamadım. Benim ırkımda falanca veya filanca adamın siyah beyaz benekli postu olmasına sık rastlanır, nadir görünense kar beyaz saçları ve kuzguni siyah kaşları olan birini görmektir, mürebbim ise işte böyle biriydi. Adam evdeyken kısa, cırtlak sarı bir pijama giyiyordu, bense bu elbise karşısında dehşete düşüyor, o zamanki beceriksizliğimin el verdiği kadarıyla yumuşak yastığımdan inip kenara çekiliyordum. Adam gözüme nazik görünen ve güven veren bir tavırla bana doğru eğiliyordu. Beni tutuyordu, bense elbette pençelerimin yaptığı oyundan sakınıyordum, kedi ve dayak düşünceleri kendiliğinden bağdaşıyordu ama gerçekten de bu adam bana iyi davranıyordu, zira beni tatlı süt dolu bir kabın önüne koyuyor, ben sütü hırsla içerken buna az memnun oluyor görünmüyordu. Benimle anlamadığım birçok şey konuşuyordu, o zamanlar küçük, tecrübesiz bir çömez olarak insan dilini anlamaya muktedir değildim.

Halime dair söyleyeceğim pek bir şey yok aslında. Ama kesin olan bir şey var ki, birçok işte maharetli, bilim ve sanatta çok tecrübeli olmalıydı, çünkü yanına gelen herkes (tam da tabiatın benim postuma sarı bir leke kondurduğu yerde, yani göğüslerinde nişan veya haç taşıyan kimseler oluyordu aralarında) ona pek bir terbiyeli, hatta bazen de, sonraları benim Skaramuz adlı kanişe davrandığım gibi çekingen bir saygıyla davranıyorlar, ona sadece, “çok muhterem, kıymetli, saygıdeğer üstadım Abraham,” diye hitap ediyorlardı!

(Syf 58-67)

Artık üstadın odasındaki hiçbir şey beni kitaplar, kalemler ve türlü türlü tuhaf aletlerle dolu çalışma masası kadar cezbetmiyordu. Diyebilirim ki bu masa, içine hapsolduğumu hissettiğim büyülü bir daireydi, yine de beni kendimi tamamen dürtülerime vermekten alıkoyan belli bir kutsal çekince duyuyordum. Nihayet üstadın olmadığı bir gün korkumu yenip masanın üstüne sıçradım. Yazıların ve kitapların ortasında oturup bunları karıştırmak nasıl bir hazdı. Yok, muziplik değil, yalnızca hırs, bilime duyduğum açlıktı bu; pençelerimle tuttuğum bir el yazmasını paramparça halde önüme yığılana dek evirip çevirdim.

Üstat içeri girdi, olanları gördü, “Canavar, lanet olasıca!” incitici bir bağırışla üstüme çöreklenip beni kayın dalıyla öyle temiz dövdü ki acıdan inleyerek sobanın altına büzüldüm bütün gün tek bir tatlı söz bile beni oradan çıkaramadı. Bu olay kimi, tabiatın ona çizdiği yolu takip etmekten ebediyen yıldıramazdı ki? Ama acılarım dinince hemen karşı konmaz dürtüme uyup tekrar yazı masasına sıçradım. Şüphesiz üstadımın tek bir lafı, “Yine mi!” gibi yarım kalan bir cümlesi bile tekrar aşağı inmem için yeter de artardı bile, bu yüzden sıra araştırmaya gelmiyordu bir türlü; ne var ki araştırmalarıma başlamak için sessizce müsait bir anı kolluyordum, o an çok geçmeden geldi. Üstat günün birinde dışarı çıkmak için giyiniyordu, o sıra ben odada öyle iyi saklandım ki yırtılan el yazmasını hatırlayarak beni dışarı kovalamak istediğinde bulamadı. Üstat tam çıkmıştı ki tek bir hamlede çalışma masasına sıçrayıp yazıların arasına uzandım, bu bende tarifsiz bir hoşnutluğa yol açmıştı. Patimle becerikli bir şekilde önümde duran oldukça kalın bir kitabı açıp acaba içindeki yazı karakterlerini anlayabilir miyim diye uğraştım. Başta gerçi hiç başarılı olamadım ama vazgeçmediğim gibi çok özel bir haletin üstüme gelip bana okumayı öğretmesini bekleyerek gözlerimi kitaba diktim. Çok dalmışım, o sıra Üstat baskın yaptı. “Lanet hayvana bakın hele!” diye gürleyerek üzerime atıldı. Kurtulmak için çok geçti, kulaklarımı büktüm, alabildiğine büzüldüm, değneği sırtımda hissediyordum. Ama elini kaldıran Üstat aniden durdu, tiz bir kahkaha atıp bağırdı: “Kedi ... kedi, demek kitap okuyorsun? Tamam, buna mani olamam, olmak istemem. Neden, içinde nasıl bir tahsil hırsı var?” Kitabı patilerimin altından çekti, içine bakıp öncekinden de ölçüsüz güldü. “Bunu söylemem lazım,” dedi sonra, “galiba kendine küçük bir kütüphane edinmişsin, zira bu kitabın masama gelişini başka türlü açıklayamam? Haydi, oku bakalım; iyi çalış kediciğim, icap ederse kitaptaki önemli yerleri hafifçe tırmalayarak işaretleyebilirsin, buna müsaade ediyorum!” Sonra kitabı açık halde tekrar önüme koydu. Sonraları öğrendiğime göre bu Knigge'nin İnsan İlişkileri Üzerine kitabıydı, bu harika eserden hayata dair ne bilgelikler öğrendim.

(…)

Üstat Abraham'ın sık sık yüksek sesle kitap okumak alışkanlığı vardı. O okurken ben, kitabına bakacak şekilde konumlanmaktan da geri durmuyordum, tabiatın bana bahşettiği keskin gözlerim sayesinde bunu onu rahatsız etmeden yapmam mümkün oluyordu. Yazı işaretlerini telaffuz ettiği kelimelerle karşılaştırmak suretiyle kısa sürede okumayı söktüm, bunu inanılmaz bulan biri varsa, tabiatın beni donattığı çok özel dehadan haberi yok demektir. Beni anlayıp takdir eden dehalar belki kendilerininkine eş olan bir tür eğitim hakkında şüpheye düşmeyeceklerdir. İnsan dilini mükemmelen anlamak konusunda yaptığım garip gözlemi bildirmekten de geri duramayacağım. Bu dili anlamayı nasıl başardım, tamamen bilinçli olarak yaptığım gözleme göre bunu hiç bilmiyorum. İnsanlarda da durum böyle olmalı ama bu beni hiç şaşırtmıyor, zira bahsettiğimiz tür, çocukluk yıllarında bize göre çok daha aptal ve beceriksizdir. Daha minnacık bir kediyken bile, ufak çocuklarda sürekli gördüğümüz gibi ellerimi gözüme, ateşe veya lambaya sokmam, yahut kiraz püresi yerine kundura boyası yemem gibi bir şey söz konusu olmamıştır.

Okumayı bitirip de günbegün içimi yabancı düşüncelerle tıka basa doldurunca, içimdeki dehanın doğurduğu kendi fikirlerimi de unutulmaktan kurtarmaya yönelik karşı konmaz bir dürtü hissettim, fakat bunu yapmak için şüphesiz çok zor olan yazma sanatı gerekliydi. Üstadım yazarken eline ne kadar dikkatli baktıysam da, mekaniğinin esasını yakalamayı bir türlü başaramıyordum.

(…)

İkinci büyük zorluk tüy kalemi mürekkebe batırmaktı. Zira batırırken paticiğimi bulaştırmamayı bir türlü beceremiyordum, her defasında mürekkebe daldırıyordum, bundan ötürü de ilk çiziktirdiğim şeylerin kalemden ziyade patiyle yazılmasının, biraz büyük ve geniş olmasının önüne geçemedim.

(Syf 83-86)

 

ARŞİV