EUDORA WELTY (13 NİSAN 1909 - 23 TEMMUZ 2001)
1909’da ABD’nin güneyindeki Jackson, Mississippi’de dünyaya geldi. 1925'te liseden 16 yaşında mezun oldu. Mississippi Eyalet Kadın Koleji'ne (şimdi Mississippi Kadın Üniversitesi) gitti ve lisans derecesini Wisconsin Üniversitesi'nden aldı. New York City'deki canlı tiyatro, sanat ve edebiyat ortamına ilgi duyarak Columbia Üniversitesi İşletme Okulu'nda yüksek lisans eğitimine kaydoldu. New York'ta yaşam, gelecek vadeden yazarı heyecanlandırdı, ancak uzun sürmedi. 1931'de, Büyük Buhran'ın ortasında babasının ani ölümü, Welty'yi ailesine bakmak ve iş bulmak için evine geri döndü.
Roosevelt’in Büyük Buhran dönemindeki sosyal programları kapsamında, doğduğu eyaleti gezerek insanları fotoğrafladı, ilk öykülerini de gördüklerinden ve dinlediklerinden yola çıkarak yazmaya başladı. İlk öyküsü 1936'da yayınlandı ve daha sonra çalışmaları, önce Southern Review gibi küçük dergilerde ve daha sonra The Atlantic Monthly ve The New Yorker gibi büyük süreli yayınlarda düzenli olarak yer almaya başladı.
A Curtain of Green (Yeşilden Bir Perde, 1941) adlı ilk öykü derlemesinden sonra yaşamı boyunca öyküler yazmayı ve yayımlamayı sürdürdü. The Golden Apples (Altın Elmalar, 1949), Delta Wedding (Delta Düğünü, 1946), Losing Battles (Kaybedilen Savaşlar, 1970) gibi incelikli romanlarında büyüdüğü toprakları anlatmayı sürdürdü. Az okunan ama çok takdir edilen bir yazar olan Welty, İyimser Babanın Kızı’nın 1973’te Pulitzer Ödülü’ne layık görülmesiyle bir anda ünlendi. 23 Temmuz 2001'de 92 yaşında öldü.
Yazarın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan İyimser Babanın Kızı kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
İYİMSER BABANIN KIZI
Kapıyı onlara bir hemşire tuttu. Önden Yargıç McKelva, onun peşinden yargıcın kızı Laurel ile karısı Fay doktorun hastalarını muayene ettiği penceresiz odaya girdiler. Yetmiş bir yaşında, uzun boylu iriyarı bir adam olan Yargıç McKelva, genellikle boynundan iple astığı gözlüğünü şimdi elinde tutuyordu. Doktorun taburesinin üstünde kalan, taht gibi yükseltilmiş sandalyeye geçip oturdu; Laurel bir yanına, Fay diğer yanına geçti.
Laurel McKelva Hand, kırklı yaşların ortalarında, henüz saçına ak düşmemiş, uzun ince hatlı, dingin yüzlü bir kadındı. Üzerinde, kesimi ve kumaşı enteresan olsa da New Orleans havasına göre kalın kaçan, etek kısmı buruşmuş bir takım vardı. Koyu mavi gözlerinden uyku akıyordu.
Ufak tefek, soluk benizli bir kadın olan Fay’in üzerinde ise altın düğmeli bir elbise vardı. Fay ayağındaki sandaleti yere vurup duruyordu.
Mart ayının başlarında bir pazartesi sabahıydı. New Orleans hepsine uzaktı.
İçeri tam vaktinde giren Dr. Courtland, kararlı adımlarla odanın öbür ucuna gelerek Yargıç McKelva'nın ve Laurel'ın elini sıktı. Yargıç McKelva'yla yalnızca bir buçuk yıldır evli olduğu için Fay'in doktorla tanıştırılması gerekti.
Doktor tabureye geçip topuklarını ayak koyma yerine dayadıktan sonra şükran dolu bir dikkatle başını kaldırdı: Sanki -ona bir hediye verecek ondan bir hediye alacakmış gibi- Yargıç McKelva'nın New Orleans'a gelmesini bekleyen oydu.
“Nate,” dedi Laurel'ın babası, “belki de bütün mesele, eskisi kadar genç olmamamdır. Ama gözlerimde bir sorun olması da muhtemel.”
Tanınmış bir göz doktoru olan Dr. Courtland, taşralılara özgü kocaman ellerini sınırsız vakti varmışçasına kavuşturdu; bu parmaklar, camına dokunur dokunmaz saati dakikası dakikasına hissedebiliyormuş gibi gelirdi Laurel’a hep.
“Bu ufak rahatsızlık, George Washington’ın doğum gününde baş gösterdi,” dedi Yargıç McKelva.
Dr. Courtland, sanki bu tarih, bu iş için uygunmuş gibi başını salladı. “Ufak rahatsızlığı bana ayrıntılarıyla anlatın,” dedi.
(…)
“Sağ gözünüzün retinası kaymış, Yargıç Mac, dedi Dr. Courtland.
“Tamam, bunun çaresine bakabilirsin,” dedi Laurel’in babası.
“Zaman çok değerli, hiç vakit kaybetmeden müdahale edilmesi lazım.”
“Peki, ne zaman ameliyat edebilirsin?”
Fay bağıra bağıra, “Bir çizik yüzünden olana bak! Şu pis güller kuruyup gitseydi ne olurdu sanki” dedi.
“Gözünde çizik yok. Sorun, gözünün dışında değil, içinde. Yanıp sönen ışıklar da öyle. Görmesini sağlayan kısımda, Mrs. McKelva.” Dr. Courtland sırtını yargıca ve. Laurel'a dönerek bir el hareketiyle Fay'i duvardaki şemanın yanına çağırdı. Fay parfüm kokuları saça saça şemanın yanına gitti. “Burası gözümüzün dış kısmı, burası da içi,”dedi doktor. Yapılması gereken işlemi şemanın üzerinde gösterdi.
Yargıç McKelva, kendisininkinden daha alçak bir sandalyede oturan Laurel'la konuşmak için öne doğru eğildi. “Gözün şakası yokmuş meğer!” dedi.
“Bütün bunlar niçin benim başıma gelmek zorunda, bir bilsem,” dedi Fay.
Dr. Courtland kapıya ve ardından koridora kadar yargıca eşlik etti. “Siz lütfen ofisime geçin. Sakıncası yoksa, hemşirem size birkaç soru daha soracak.”
Muayene odasına döndüğünde hasta sandalyesine oturdu.
“Laurel,” dedi, “bu ameliyatı ben yapmak istemiyorum.” Hızla sözüne devam etti, “Annenin ölümünü uzun zaman atlatamadım.” Fay'e döndü ve belki de ona ilk kez doğrudan baktı. “Ailem yargıcın ailesini çok uzun zamandır tanır,” dedi – söylenmesi zor şeylerin söylenmek üzere olduğuna dair uyarı niteliğinde bir cümle.
“Yırtık tam olarak nerede?” diye sordu Laurel.
“Gözün ortasına yakın,” dedi doktor; Laurel gözlerini doktorunkilerden ayırmayınca, “tümör yok,” diye ekledi.
“Ameliyata kalkışmanıza izin vermeden önce görüşünün ne kadar düzeleceğini bilmem gerekiyor,” dedi Fay.
“Bu, ilk olarak yırtığın nereden başladığına bağlı,” dedi Dr. Courtland. “İkincisi, cerrahın ne kadar maharetli olduğuna, sonra da Yargıç Mac'in söylediklerimizi ne kadar uygulayacağına. Gerisi, kısmet. Bu hanım hatırlayacaktır.” Laurel'a doğru başını salladı.
“Benim bildiğim, böyle apar topar ameliyata girilmez,” dedi Fay.
“Beklersek bu gözü tamamen kör olacak. Diğer gözünde de katarakt var zaten,” dedi Dr. Courtland.
(…)
Fay pencere pervazında oturuyordu, Laurel da kapıda, ayaktaydı; hastane odasındaydılar, Yargıç Mckelva’nın ameliyattan çıkıp odaya getirilmesini bekliyorlardı
(…)
“Sağ salim çıktı! Çok iyi dayandı!” diye bağırdı Dr. Courland. Kararlı adımlarla odaya girdi, ameliyat önlüğü hâlâ üstündeydi. Kan ter içinde bir suratla Laurel’a sırıttı. “Üstelik şansımız yaver giderse gözde tam bir görme kaybı olmayacak”
Yargıç Mc Kelva’nın üzerine bağlı olduğu tekerlekli yatak odaya getirildi ve iki kadının arasından geçirildi. Yargıcın iki gözü de bandajlıydı. Başının çevresine kum torbaları yerleştirilmiş, hareketsiz iri cüssesi çarşafla sıkı sıkıya sabitlenmişti.
“Bana onu bu hale sokacağınızı söylememiştiniz” dedi Fay.
“Bir şeyi yok, gayet iyi,” dedi Dr. Courtland. “Fıstık gibi bir gözü var artık.” Ağzını açık yüksek sesle kahkaha attı. Bir partiden yeni dönmüş de coşkusunu üstünden atamamış gibi heyecanla konuşuyordu.
Fay, Yargıç McKelva'dan gözünü ayırmayarak, “Şuraya baksanıza, altında kim olduğu bile anlaşılmıyor. Dana kadar,” dedi.
“Hepimizi şaşırtacak. Kaynak tutarsa düşündüğü gibi tam bir görme kaybı da olmayacak! Fıstık gibi bir göz bu.”
“Ama şu haline bakın,”dedi Fay. “Ne zaman kendine gelir?”
“Ah, ona biraz zaman tanıyalım,” dedi Dr. Courtland odadan çıkarken.
Yargıç McKelva'nın başının altında yastık olmadığı için açıkta kalan ihtiyar gerdanı iyice uzamış görünüyordu. Koyu renkli iri gözleri, kalın kaşları ve gözlerini çevreleyen koyu halkalar sargı bezlerinin altında kalmıştı. Yüzünün koyu ve canlı kısımlarının üstü bu şekilde kapandığı ve uyuklayan ağzı yanakları kadar solgun olduğu için suratı sönmüştü adeta.
Oda iki kişilikti ama Yargıç McKelva burada şimdilik tek başına kalacaktı. Fay bir süre önce odadaki diğer yatağa uzanmıştı. İlk hemşire nöbete gelmiş ve sandalyesine oturup tığ ile bebek patiği örmeye koyulmuştu, bu işi öyle otomatik hareketlerle yapıyordu ki, örgüyü uykusunda örüyor gibi görünüyordu. Laura odada her şeyin yerli yerinde olduğunu kontrol etmek istercesine bir o yana bir bu yana yürüyordu ama aslında yapılacak hiçbir iş yoktu; en azından şimdilik. Sanki var olmayan bir yerdeydiler.
(…)
Derken Yargıç McKelva dişlerini sıkmaya ve gıcırdatmaya başladı.
“Baba?” Laura babasına yaklaştı.
(…)
Hemşire elindeki tığ işine ara vermeksizin, oturduğu yerden konuştu. “Gözüne yaklaşma tatlım! Kimse ona dokunmayacak, gözünü de kurcalamayacak, hatta Dr. Courtland’dan onay almadan yatağına bile dokunmayacak, yoksa pişman olursunuz. Dr. Courtland da benim derimi canlı canlı yüzer”
“Doğru söylüyor” dedi Dr. Courtland içeri girerken; sonra eğilip yargıcın dehşet içindeki suratına yaklaşarak coşkuyla konuşmaya başladı. “Ben üzerime düşeni yaptım, efendim! Şimdi sıra sizde! Ve sizin işiniz benimkinden daha zor. Hiç kıpırdamadan yatmanız gerekiyor! Hareket etmek yok! Dönmek yok. Ağlamak yok” Gülümsedi. “Hiçbir şey yapmak yok! Zamanı akışına bırakmaktan başka hiçbir şey. Gözünüze zaman tanımanız lazım.”
“Yavaş yavaş toparlanıyor,” diyordu Dr. Courtland. “Bu iş aceleye gelmez.”
Artık yalnızca ameliyat edilen gözü sargılıydı. Sargı bezleri gözün üstünde kovan gibi bir çıkıntı oluşturuyordu. Yargıç McKelva gören gözünü açmaya hâlâ pek yanaşmıyordu. Gözünü açsa diğer gözün üstündeki sargı bezini görebilirdi belki. Kendisinden istendiği gibi hiç kımıldamadan yatıyordu. Gözüyle ilgili hiçbir şey sormuyordu. Gözünden hiç bahsetmiyordu. Laurel da babasının izinden gitti.
Yargıç McKelva kızına da hiçbir şey sormuyordu. Eski merakı olsa, burada kalmayı nasıl ayarladığını, Chicago'da işlerin nasıl gittiğini, en son kimden komisyon aldığını, ne zaman dönmesi gerektiğini en ince ayrıntısına kadar sorar öğrenirdi. Laurel buraya gelmek için başladığı bir işi (bir repertuvar tiyatrosu için perde tasarımı) yarıda bırakmıştı. Babası bu alışıldık sorularını sormadı. Ama ikisi de -üstelik aynı sebeple soru sorulmazsa kötü günlerin daha rahat geçtiğini biliyordu.
Eskiden olsa, babası kendisine kitap okunmasından çok zevk alırdı. Laurel bir umut yanında pek çok kitap getirmiş, babasının en sevdiği polisiye roman yazarının son kitabını okumaya başlamıştı. Babası dinlemiş ama pek yorum yapmamıştı. Bunun üzerine Laurel çok sevdikleri eski kitaplardan birini okumayı denemiş ama babası bu kitabı dinlerken daha da büyük bir sessizliğe gömülmüştü.
( Syf 13-27)
“Zamana bırakmaktan başka çaremiz yok,” diyordu Dr. Courtland sürekli. “Yavaş yavaş toparlanıyor. Ben inanıyorum, bu göz birazcık da olsa görecek.”
Ne var ki Dr. Courtland her gün iyileşmekte olan bir hastayı kontrole geliyormuş gibi davransa da Laurel babasının iyileşmek için hiç hesapta olmayan bir bedel ödediğini hissediyordu. İriyarı, ağır cüssesiyle hiç kıpırdamamasına rağmen büyük bir çaba harcayarak olduğu yerde yatıyor, yüzü her geçen gün daha yorgun görünüyor, bandajsız gözünün altındaki halka gitgide kalınlaşıyordu. Ağzını açıyor ve kızı ne verirse yaşlılara özgü bir itaatle onu yiyordu – itaatle! Laurel, kızının önünde bu hale düşen babası adına mahcup oluyordu. Bir-iki sefer (büyük uğraşlarla) babasına dışarıda hazırlanmış özel yemekler getirtmeyi başarmıştı; ama babası için bunun konserve şeftali ve jöle gibi hastane yemekleri yemekten farkı olmadığı belliydi, çünkü tüm bu yiyecekler onu sabrından, doğal olmayan ketumluğundan uzaklaştırıyor gibiydi: Hâlâ iyileşeceğini söylememişti.
(Syf 30)