Edebiyat Dünyasından Hatırlamalar yazı dizimizin 12. bölümünde bu hafta Fahir Aksoy'un var.
FAHİR AKSOY (1917-2008)
Gazeteci, eleştirmen, incelemeci, ressam Fahir Aksoy, ülke sanat ve edebiyat hayatının renkli, aranan ve sevilen bir simasıydı. Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet kuşağındandı. Röportajları, sanat polemikleri, sanat çevresini anlatan yazıları ve hayatının son yıllarını kapsayan resim çalışmalarıyla tanınmıştır. Onun yaşanmış olayları hikâye ettiği “Kürdün Meyhanesi” isimli kitabının, h20 kitap tarafından 2018’de yayınlanan baskısından Orhan Veli ile bir anısını anlattığı bölümü yayınlıyoruz.
HODRİ MEYDAN
Orhan Veli ile Erzurumlu Ozan
Yaprak Dergisi’nin yeni çıkmaya başladığı günler. Orhan Veli, meyhanenin karşısındaki Büyük Postane’de bir posta kutusu kiralamıştı. Derginin tüm mektupları, yazıları, paraları o adrese gelirdi. Orhan’la meteliğe kurşun sıktığımız günlerden biri… Kürdün Meyhanesi’ne oturmuş, sirkeden biraz daha iyice olan şarabımızı içiyoruz. Arada sırada posta kutusuna gidip bakıyoruz, para gelmiş mi diye. Ne gezer, her seferinde eli boş dönüyoruz. O sıralar Kürt’le aramız açık olduğundan, “Sonra veririz,” de diyemiyoruz. İkimizin de sinirleri gergin. İşin içinden nasıl çıkacağımızı düşünüyoruz. Paralı dostlardan da gelen giden yok. Mütercim Galip geldi bir ara ama onda da para suyunu çekmiş. Bizden bir şarap içti, para bulmaya gitti. Hesap durmadan kabarıyordu. “Şu bizim hesabı gör yavaş yavaş,” diyemiyorduk. Orhan’ın Melih’e, Cevdet’e, benim Basın-Yayın’a telefonlarımız da boşa çıktı. Zaman ilerliyordu. Sinirlerimiz gerilmiş yay gibiydi. Garsonlar durumu sezmiş gibi bardaklarımızı isteksizce dolduruyorlardı. Umarsızdık, meyhane kapanıncaya dek kalacak, bir yardım eli bekleyecektik. Kimden bilinmez…
Böyle bir anda masaya hiç tanımadığımız biri yaklaştı. Önce polis sandık. Sevimsiz bir yüzü vardı. Siyasi şubenin komiser yardımcılarından Kara Nizam’ın masasından kalkmıştı sanki. Kendini tanıttı:
“Ben Doğulu bir ozanım. Yeni geldim. Sizi şiirlerinizden tanırım. Oturduğum masada adınız geçti. Sizi nerede bulabileceğimi sordum. Bu masayı ve sizi gösterdiler. İzniniz olursa bir iki dakika konuşmak arzusundayım.”
Öp babanın elini. Bir bu eksikti. Tam da şiir konuşmanın sırasıydı. Ben, Orhan’ın, “Biraz rahatsızım, başka bir zaman konuşalım,” diyeceğini sandımsa da yanıldığımı anladım. Orhan, ozanı buyur etti.
Leblebi, bayırturpu ve şaraptan başka bir şey bulunmayan masamızın sefaleti dikkatini çekmiş olacak ki hemen bir şişe şarap, arnavutciğeri, şişkebabı ısmarladı.
“Efendim, ben şiirlerimi hece ve aruz vezniyle yazarım. Ölçüsüz şiirin ise ucuz bir oyun olduğu düşüncesindeyim. Bilmem siz ne dersiniz?”
Orhan sıkıntıdan köpekmemesi çıkarmak üzereydi ama her zamanki nezaketi ile adamın sorusunu yanıtsız bıraktı:
“Görüş meselesi beyefendi” dedi.
“Yanıtınız kaçamaklı Orhan Bey. Doğrusu bunu size yakıştıramadım.”
Adam küstahlaşmaya başlamıştı. Ben bir şey söyleyecek oldum, Orhan aldırma der gibi ayağıma bastı, aynı soğukkanlılıkla “olabilir” dedi.
Şişeler üçleşti, piyazlar, koçyumurtaları fırtınalaştı. Masaya durmadan bir şeyler geliyordu. Diyeceklerini dinletmek için miydi, neydi, anlayamıyorduk. Birçok polisin bu biçimde sokulduğuna, içip sarhoş olduktan sonra da polis olduğunu ve ısmarladıkları içkinin tahsisattan verildiğini açıkladıklarına tanık olduğumuzdan, böyle bol keseden ikramın bir nedeni olsa gerek diye düşünüyor ve içimizden, bir an önce bu adam gitse, diyorduk.
“Orhan Bey, kusuruma bakmayınız, size tüm içtenliğimle düşüncelerimi söyleyeceğim. Tekrar ediyorum, sakın bana gücenmeyiniz” dedi.
Durdu. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyordu, iyiden iyiye sarhoş olmuştu. Sözcükler ağzında kayıyor, çatalına taktığı mezelerin yarısı masanın üzerine düşüyor ama o, buna boş verip düşenleri eliyle toplayıp güçlükle ağzına atıyordu. Nereden çıkagelmişti; ısmarladığı içkiler de mezeler de yerin dibine batsın, diyordum. Hem üstelik bizim ödemek zorunda olduğumuz hesapla da ilgisi yoktu ki bu ısmarlamaların.
Nutukçu adaylar gibi kendini şöyle bir geriye çekti, kaşlarını çattı, dirseğini masaya koyacak oldu, beceremedi. Kolu boşluğa kaydı. Moral için hafifçe öksürdü. Yeniden dirseğini masaya dayadı. Orhan’a dönerek, “Sen ve arkadaşların o güzelim Türk şiirini mahvettiniz” dedi. “Nurullah Ataç denilen o deli de sizi bir matahmışsınız gibi öne sürdü. Bu kof ününüzün çok süreceğini sanmayın. Gerçek çok kısa zamanda aydınlanacak, dejenere ettiğiniz şiirin yıkıntıları altında harap olacaksınız. Bu aslında ölçülü şiiri bilmemenizin sonucudur. Bilgisizliğinizi örtbas edebilmek için Fransız şiirinin gölgesine sindiniz ve böylece kendini bu ülkeye yutturdunuz.”
Adamı yakasından tutup meyhanenin dışarı atasım geliyordu ama Orhan durmadan dürtüyordu. Üstelik bunu yapamayacak denli parasızlığın verdiği eziklik içindeydim.
Adam sürdürüyordu:
“Aruzla yazdığım bir şiirimi okusam ölçüsünü bulamazsın. Okuyacağım şimdi, bul bakalım. Böylece bilgisizliğini de kanıtlamış olacağım. Hodri Meydan!”
Erzurumlu ozan, kükreyen aslan gibiydi. Yanılmıyorsam otuz dizelik bir şiir okudu. Şiir bir felaketti ama o okudukça açılıyor, yengisini kutlarcasına çevresine bakarak sesini yükseltiyordu. Çevre masalar kulak kesilmişlerdi. Heyecanla tartışmanın sonunu bekliyorlardı. Sevgili Orhancığım hiç istifini bozmadan, soğukkanlılığını yitirmeden, “Şiirinizin 4, 9, 17, 23 ve 30’uncu dizelerinde ölçü kusuru var beyefendi” demez mi?
Bu açıklama ozanın çileden çıkmasına yetti de arttı bile. Çılgına dönmüştü, elleri titriyor, kekeliyordu:
“Benim şiirimde ölçü kusuru ha? Vay babu! Orhan Bey, Orhan Bey, mugalatayı bırak, aczini ikrar et. Sen bunun daha ölçüsünü bile söylemedin. Ben Erzurumluyum, yemem bunu. Söyle bakalım, bilmiyorum, de. Doğruyu söylemek ayıp değil. Ayıp olan yalan söylemektir.”
“Biliyorum beyefendi.”
“Biliyorum demek yetmez, açıkla.”
“Peki efendim, söyleyeyim. Kullandığınız ölçü, ‘failatün/failatün/failün’dür. Yalnız dediğim gibi beş kusur var şiirinizde.”
Çevrede gülüşmeler oldu. Şair-i azam (!) mosmor kesilmişti.
“Bir rastlantı efendim, bir rastlantı!” diye bangır bangır bağırıyordu.
“İsterseniz düşük ölçülü dizeleri de açıklayayım.”
“Şey… Neyi, neyi? Kusurlu dize? Olanaksız, olamaz… Şey… Peki açıklayın bakim.”
Kâğıtlar, kalemler çıkarıldı. On beş dakika sonra sorun çözülmüştü. Ozan hüngür hüngür ağlıyor ve “Meğer ben bir bok bilmiyormuşum” deyip duruyordu.
Hesap meselesi ne mi oldu? Doğulu ozanı yatıştırdıktan sonra hesaplar istendi; onun ve bizim hesap pusulalarımızı ayrı ayrı getirdiler. Ama ozan bizim pusulayı Orhan’ın elinden kaptı,
“Sizi çok yordum, size haksızlık ettim. Hesabı bana bağışlayın, çok rica ederim” dedi.
İçinizden geçeni biliyorum. Ya ödemeseydi? Ödemeseydi, “Hesap yarına!” diye yürüyecektik. Öbürlerinde de olduğu gibi arkamızdan, “Ulan, gerçekten bunlar gomonist” diyeceklerdi.