FAİK BAYSAL (1922 - 9 Aralık 2002)
Adapazarı’nda doğdu. İlkokulu Adapazarı’nda tamamladı. Kadıköy Saint Joseph Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde Fransızca öğretmeni olarak çalıştı. Özel dersler verdi. Ankara Radyosu’nda spikerlik, Yeni İstanbul gazetesinde gece editörlüğü ve gazeteler ile ansiklopedilerde çevirmenlik yaptı. “Kavanoz Adam” adlı senaryosu filme alınarak 1988 yılında TRT’de beş bölümlük dizi olarak yayımlandı.
İlk şiiri “Tahta At” 1936 yılında Gündüz dergisinde yer aldı. Şiir ve öyküleri Servetifünun-Uyanış, Büyük Doğu, Yaratış, Varlık ve Hisar dergilerinde yayımlandı. Öykü ve romanlarındaki konuları Adapazarı ve çevresindeki köylerden, İstanbul’un kenar mahallelerinden aldı. “Sancı Meydanı” adlı kitabı ile 1969 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı Orhan Kemal ile paylaştı.
9 Aralık 2002'de hayatını kaybeden yazarın Set Yayınları tarafından 1968 yılından basılan Sancı Meydanı isimli öykü kitabından aynı isimli öyküyü paylaşıyoruz. Baysal’ın kitaplarının son baskıları Kyrhos Yayınları tarafından yapılıyor.
SANCI MEYDANI
Bir araba durdu kapımızın önünde. Bir kamçı şakladı. Dingile asılmış çocuklar çil yavrusu gibi öteye beriye dağıldılar. Arkadan sakallı bıyıklı, yırtık pantolonlu, yamalı gömlekli, kocaman ayaklı adamlar geldi. Arabanın içindeki kazmalarla kürekleri alıp Sancı Meydanı’nın ot ve ısırgan ormanına daldılar. Ne varsa toprağın üstünde yoldular, İpçi Vafi’nin duvarı dibine yığıp hepsini ateşlediler. Aksırtıcı, alyandoz kokan bir duman kapladı mahalleyi. Ne kadar çocuk varsa oraya kümelendi. Ufacık bir patatese benzeyen, serçe parmağı ile mahallenin en güzel ıslığını çalan Sabo en öndeydi. Mulo da koşa koşa geldi, yarışta hepimizi geçen çubuk bacaklı Mulo. Başına gelecekten haberi yoktu. Kıskandığım çelik bacaklarını on gün sonra diz kapaklarından bir tren ikiye biçiverecekti. (…) Sabire de göründü. Çilli Sabire. En iyi arkadaşım, insan incitmez beni hiç. Kim dövecek olsa beni Sabire’yi bulur karşısında. Benim yüzümden kaç yere dayak bile yedi. Onu sevdiğimi belli etmiyorum anneme. Yine kalbim çarpmaya başladı işte. Peynir ekmeğimi bile yemeği unuttum. Allah Allah, ne var bu çilli kızda böyle. Görürü görmez başım döner, diken diken olurum.
Sevincimden deli olmuştum. Ayakkabılarımı elime alıp sokağa fırladım. Akşama kadar hiç girmedim içeri. İpçi’nin duvarının dibine oturdum, Sabire’nin yanına. Dumanın içinde birbirimize iyice sokulduk. Sıcacıktı Sabire, elleri ayakları sıcacıktı.
Berrak bir su gibi baktı gözlerimin içine:
Verdim tutmasını o kadar istediğim ellerimi verdim. Eteklerinin arasına soktu ikisini de. Isıttı orada, bacaklarının arasında iyice ısıttı. Baktım gözleri ıpıslaktı. Sanki yağmur çiselemişti ikisinin de üstüne.
(…)
Hışımla baktı yüzüme:
Bembeyaz güldü, halbuki yalan söylemiştim. İçimde sinsi sinsi bir üzüntü vardı benim. Sancı Meydanı’nı otlarıyla, pis pis kona ısırganlarıyla ben severdim? Bilmiyordum ben de. Bu Sancı Meydanı’nında beni çeken ne vardı böyle? Acı ismiydi belki de. Kim koymuştu bu ismi ona? Bilen yoktu. Neden Sancı Meydanı denilmişti acaba?
(…)
Saatlerce oturduk orada. Ne karnım acıkmıştı, ne de susamıştım. Bir de baktım güneş İpçi’nin bahçecinin öbür ucunda kıpkırmızıydı. Sancı Meydanı çırılçıplaktı karşımda. Bir tek ot bile kalmamıştı. Adamların gittiğini bile görmemiştim. Sabire de yoktu yanımda. Şaşırdım, Mulo da yoktu, Sabo da. Annem seslenmeseydi daha kim bilir ne kadar oturup kalacaktım orada. Yemeğimi erkenden yiyip yattım. Gece hiç uyumadım. Sabahleyin de güneş doğmadan kalktım. Adamları yine meydanda buldum. Havada yine yanmış bir ısırgan kokusu duruyordu. Toprağa kazıklar çakılmıştı. Vafi adamlarıyla ip büküyordu bahçesinde. Öğleye doğru üç araba geldi. Adamlar birlik olup eşyaları boşalttılar. İkindiye doğru koca meydan çadırlarla çevrildi. Orta yere uzun iki direk diktiler, ara yerine de kalın bir tel gerdiler. Çadırların iç tarafına sıralar koydular. Kapıya da bir tahta çakıp üstüne tebeşirle bir şeyler yazdılar. Bütün çocuklar bağırmaya, mahallenin köpeği Fındık da havlamaya başladı. Bu gürültü arasında bir davul gümledi. Arkasından Bal Apti’nin cıgara kokan sesi duyuldu:
-Alo Alo!
- Bu akşam Sancı Meydanı’nda, saat tam dokuzda, Mûcizeler Cambazhanesi temsillerine başlıyor. Telde takla atan dünyanın en meşhur cambazı Hintli Musa Raca. Kılıç üstünde yürüyen meşhur fakir Garip Biricik. Meşhur rakkase Mısırlı Noho Nohoruni. Büyük fedakarlıklarla getirttiğimiz eşsiz sanatkar Tahire Thain. Bülbül sesli Gülistan Gül. Bu akşam Mûcizeler cambazhanesinde. Saat dokuzda, saat…
Sancı Meydanı’nda ne kadar insan, kedi köpek varsa hepsi dışarı boşalmıştı. Çocuklar Bal Apti’nin peşine tutulmuşlardı.
(…)
Akşama doğru Sabire ile yine buluştuk. Hemen gözlerine baktım, yaşlı değildiler bu sefer. Ama bir durgunluk vardı yüzünde.
Birden ellerimi tuttu. Ne sıcaktı elleri Allahım, ne kadar beyazdılar! Benim ellerim kapkaraydı onun elleri yanında. Ne kadar yıkasam ne kadar sabunlasam beyazlatamazdım hiç birini. Sancı Meydanı’nın kiri çıkar şey değildi.
Ellerim bomboş kalmıştı.
Sabire’nin arkasından hemen eve girdim bende. Beni cambaza götürmesi için durmadan yalvardım.
Hava kararırken babam geldi. Annemden önce onu ben kandırdım. Yemek yedikten sonra evden çıktık. Babam biletleri aldı, içeri girdik. En ön sıraya oturduk.
(…)
Biraz sonra Sabo annesiyle Mulo da babasıyla geldi. Yalnız Sinek Muammer’le Sabire gelmedi. Gelemezdi Sabire, beyaz ufacık elleriyle akşam bulaşığını yıkıyordu belki de.
(…)
Birdenbire hoparlörün sesi duyuldu:
“Muhterem dinleyiciler! Meşhur rakkase Noho Nohuruni huzurunuzda…!”
Davul zurna harekete geçti, Noho Nohuruni koşarak sahneye çıktı. Meydan ıslık ve alkıştan çınlıyordu. Uzun, pembe, göğsü açık bir elbise giymişti Noho. Kolları lokum gibi yumuşaktı. Elleri yüzükten görünmüyordu. Yanaklarını kırmızı boyamıştı. Kulaklarında uzun küpeler ışıldıyordu. Parlak siyah saçları beyaz omuzlarına tel tel dökülmüştü. Önce etrafı baygın gözleriyle uzun uzun süzdü. Başını gökyüzüne kaldırdı, altın dişleriyle bir yere sırıttı. İri topuğunu yere vurup bel kıvırmaya başladı. O güne kadar kadının çıplaklığını hiç görmemiştim.
Annem hırsından küplere binmişti:
Babam bir kibrit çaktı, yanmakta olan cıgarasını bir daha yaktı:
Annem geniş bir nefes aldı:
Arkamızdan o küp gibi karı atıldı:
Bir daha mırıldandılar, sonra sustular. Noho gürültüye aldırmamıştı. Olduğu yerde, parmaklarının ucunda fırıl fırıl döndü. Aynı şekilde sahnenin kenarını dolaştı. Birdenbire ortaya geldi, kendini sol kalçasının üzerine attı. Tatlı bir rüya gibi uzandı orada. Saçlarını çıplak sırtına bir bulut gibi serdi. Bir ıslık fırtınası koptu.
(…)
Noho çıkmadı bir daha. Başka bir kadın çıktı onun yerine. Ne kadar kıvırdıysa da Noho’yu unutturamadı. Sonra ceketini ters giymiş bir adam fırladı ortaya. Burnundan bir sürü güvercin uçurdu. Cebinden yüzlerce yumurta çıkardı. Başını koparıp dizinin üstüne koydu. Sakallarını traş edip tekrar taktı yerine. Sonra havaya üç kere sıçradı, uçup gitti. Bütün çocuklar çılgınca alkışladık adamı, fakat Noho gibi oda bir daha görünmedi. Arkasından bir kadın çıkıp şarkı söyledi, kimse dinlemedi bile. En son cambaz telde yine bazı numaralar yaptı. Yere inerek temsilin bittiğini haber verdi. Herkes kalktı, tam gideceğimiz sırada bir dakika durmamızı söyledi. Yerimizde mıhlanıp kaldık.
“Değerli misafirler!”
Durdu, bir saniye gürültünün geçmesini bekledi.
Bütün mahalle o günü sabırsızlıkla bekledik. Melikî El Cemâli rüyalarımıza girmişti. Akşam üstü Sabire koşarak yanıma geldi. Tarçınlı birer akide şekeri gibiydi gözleri.
Boynunu büktü, sanki bir şeyden utanmıştı.
Akide şekir gözlerinin ta içinden baktı bana. Elimi tuttu, sonra kaçıp gitti.
Annem ilk önce gitmek istemedi. Sonra kendi kendine gitmeye karar verdi:
Erkenden gidip yerimize oturduk. Sabire de anne ve babasıyla birlikte gelip tam karşımızda boş bir yer bulabildiler. Bir müddet bakıştık, sonra araya giren kalabalıktan birbirimizi kaybettik. Hamallar, boyacılar, işçiler, arabacılar ne kadar insan varsa mahallede hepsi cambazhanede almıştı soluğu. (…) Melikî El Cemâli’nin sahneye çıkmak üzere olduğu bildirildi. Kıyamet koptu sandım. Herkes birbirinin üstüne yığıldı. Bütün gözler dipteki perdedeydi. Önce sarı bir etek ucu göründü aralıktan. Derken pullar, taşlar, renkler içinde parıldayan alevimsi bir şey süzüldü gözlerimizin önünden. Rüzgara kapılmış ipek bir şal uçup sahneye konuverdi sanki. Meydan taş kesilmişti. Yalnız cıgara dumanları kıvır kıvırdı boşlukta. Ufacık bir ağız kum gibi beyaz dişleriyle etrafa gülümsedi. Davul, zurna, keman harekete geçti. Alev dönmeye başladı. Kıvrıldı, büzüldü, yılan gibi uzadı. Büsbütün hızlandı, birden durdu. Uzun parmaklarını gökyüzüne uzattı, uzattı. Sol eli parmaklarında yıldızların en irileriyle geri dönmüştü sanki.
Biraz tuhaf ama gözyaşına benziyordu bu ses. Laz elması gibi buruk, tuzlu yeşildi. Üşütüyordu insanı.
(…)
Yakıcı kıvraklığıyla oynamaya başladı. Birden, bir saniyede belini sımsıkı saran etekliğini çıkarıp atıverdi. Ufacık, pembe bir donla kaldı. Eğildi, büküldü, halka oldu. Alnını sahnenin tozlu, ceviz kabuğu gibi sert, çatlak ve pürtüklü tahtasına dayadı.
Annem hemen babamı dirsekledi:
Gece Melikî El Cemâli’yi düşündüm hep. Sabo da uyumamıştı hiç. Mulo cambaz olmaya karar vermişti. Güvercin uçurtmaya çalışıyordu burnundan. Yalnız Sabire tuhaftı nedense. Gözleri kocaman kocamandı. Sancı Meydanı’nın şimdi apartmanlar altında kalan toprağı gibi siyahtılar. Anlamadığım bir şey vardı. Tozlu tozluydu bakışları.
Aradan on yedi yıl geçti. Hiç belli etmeden, iz bile bırakmadan geçti. Şeytan küfret diyor. Şöyle adam akıllı küfret, içini boşalt diyor. İyi ama, neye yarar sanki, hiç!’