Fakir Baykurt: Müfettiş

Edebiyat Hayatımızdan Hatırlamalar dizimizde bu hafta Köy Enstitüleri mezunu bir eğitimci ve sendikacı olan usta yazar Fakir Baykurt'tan Müfettiş isimli öyküyü yayımlıyoruz

11 Nisan 2019 - 13:28

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

FAKİR BAYKURT (15 Haziran 1929- 11 Ekim 1999)

Yılanların Öcü, Irazcanın Diriliği, Onuncu Köy gibi unutulmaz eserlerin yazarı olan Fakir Baykurt, aynı zamanda Köy Enstitüleri mezunu bir eğitimci ve sendikacıdır.

Asıl adı Tahir olan Baykurt, Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy’de doğdu. Gönen Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra köy öğretmeni olarak çalıştı. Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra Sivas, Hafik ve Şavşat’ta Türkçe öğretmenliği yaptı. Demokrat Parti döneminde öğretmenlikten alınarak pasif bir göreve getirilen Baykurt’a, 1958’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ilk romanı Yılanların Öcü nedeniyle kovuşturma açıldı. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) ve Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonu’nun (TÖDMF) genel başkanlığını yapan Baykurt, 1969 yılında Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotuna katıldığı için bir kez daha açığa alındı ve 12 Mart 1971’deki darbeden sonra uzun süre tutuklu kaldı.

Eserlerinde özellikle köy yaşamını ve köylünün ekonomik, toplumsal, sosyal sorunlarını yansıtan Fakir Baykurt’un ilk baskısı 1959 yılında yapılan “Efendilik Savaşı” adlı öykü kitabından “Müfettiş” öyküsünü yayınlıyoruz. Fakir Baykurt’un “Efendilik Savaşı” ve diğer kitapları Literatür Yayıncılık tarafından yayımlandı.

MÜFETTİŞ

Yirmi kadar çocukta bit çıktı. Bu da olmasaydı, teftişi başarıyla vermiş sayılacaktım. O zaman müfettişin suratı asılmayacaktı. Kaşları çatılmayacaktı. Böyle bağırıp çağırmayacaktı sınıfın ortasında.

Askerlikten kalma bir alışkanlıkla başımı eğip sustum.

“Ellerimi sabunlayıp dinlenmek istiyorum!” dedi.

Yarım saatin içinde yoruluverdi demek.

İyi kötü bir kilimle iki ince minderden başka eşyası bulunmayan bekâr odama buyur etmek zorundaydım.

Dışarda ellerini yıkadı, içeri girdik. Tuhaf tuhaf baktı odanın içine. Belki oturur umuduyla minderi gösterdim. Burun kıvırdı:

“Şu masanın yanına bir tabure getirsen daha memnun olurum!” dedi.

Gittim, tabure getirdim. Oturdu. Sinirliydi. Yaktığı sigarayı iki sormada bitiriyordu. O öyle sinirli oturuyor, ben ayakta bekliyordum.

Neden sonra başını kaldırıp konuştu:

“Peki, ne olacak bu bit işi?”

“Elimden geleni yapıyorum. Anlatıyorum, öğretiyorum ama bitli geliyorlar.”

Bir kalkındı bana:

“Olamaz efendim!” dedi. “Gelemezler bitli! Bunun burası beylik ahır değil, Cumhuriyet okulu! Cumhuriyet okuluna bitli gelemezler!..”

Sabrım soluğum tükendi:

“Bunlar da Cumhuriyet çocukları Sayın Bayım!..” dedim. “Ama geliyorlar işte!..”

Temelli kızdı bu sefer:

“Gelemezler diyorum ve yasak ediyorum! Yaz defterine: Bundan sonra okula bitli gelinmeyecek! Tedbir alacaksın! Bitin kökünü kazıyacaksın! Anlıyor musun dediklerimi? Önce bit! Her sorundan önce bit sorunu! Bit sorununu çözmedikçe hiçbir sorunu çözmüş sayılamayız, anlıyor musun genç meslekdaşım? Bu ilkel bir ayıptır…”

“Her çocuğa ayrı yatak lâzım. Odun lâzım. Sabun lâzım, para lâzım…”

“Benim üçe beşe aklım ermez! Söyle babalarına, gerekeni yapsınlar. Bitli gelmekte inat ederlerse ceza! Hiç acımayacaksın, kimde bit çıkarca atacaksın ağzına! Bak nasıl temizleniyor hemen!..”

Ayaklarımı birbirine vurdum:

“ Emredersiniz…” dedim.

Edecek sözü kalmamış gibiydi: “İşte böyle…” dedi. “Bu sorun böyle…”

Masamda bir kitap açık duruyordu. Gözüne takıldı.

“Ara sıra kitap da okuyorsun demek?”

“Evet! Bulabilirsem okuyorum…” dedim.

Kitabı aldı, sayfalarını çevirmeğe başladı: “İnsanları Seveceksin ha? Kim yazmış bunu?” Bıraktı, vazgeçti sayfaları çevirmekten. Baş sayfalara döndü. O sinirlilik gene üstündeydi. “Aaa!!..” diye haykırdı ansızın. “Remarque’ın bu! Erich Maria Remarque’ın!..” gözleri kıpkırmızı oldu. Kitap düştü elinde: “Solcudur bu!”

Yanımızda köylülerden Deligöz Ali vardı, sağdan soldan anlar mıydı bilmem?

Ateş almış, tutuşmuş gibi kürderi Müfettiş:

“Nasıl okursun bunu? Nasıl, nasıl, nasıl?..”

“Efendim bu yazar Alman’dır!” dedim.

Yatışacak gibi değildi:

“Ne olursa olsun! Solcudur! Ben bunu bilir, bunu söylerim! Kitapları yasaktır! Daha iki ay önce imzaladığım bir kâğıt: Öğrencide, öğretmende, kimde görürsek, almak görevimizdir.”

Sanat değeri yüksek bir eserdir efendim.”

“Orasını münakaşa edemem şimdi! Ben öyle bir adamım ki, aldığım emre bakarım. Tıpa tıp uygularım onu. Bir harfini bile es geçemem!..”

Ne söylesem böyle kesip atıyordu.

“O solcu, bu solcu, kimi okuyacağız bu memlekette peki?” dedim.

“Cenap’ı oku, Ömer Seyfettin’i, Mehmet Rauf’u oku… Yazar mı yok edebiyatımızda?”

“Onları okurken sıkılıyorum!” dedim. “Çağımızla hiçbir ilişkisi olmayan havada kitaplar… Hoşlanmıyorum onlardan…”

“Öyleyse İngilizleri oku: Sakıncasızdır. Amerikalıları oku. Bol bol çevriliyor bak…”

“Onlara da solcu diyorlar. Geçen hafta Gezici geldi, Steinbeck’i aldı elimden!”

“Steinbeck’i mi aldı? Ne münasebet? Nasıl solcu olur? Stenibeck, her şeyden önce Amerikalıdır. Bütün eserlerini okudum, gayet iyi bilirim, harikadır…”

“Hep mi okudunuz? Bitmeyen Kavga’yı, Gazap Üzümleri’ni hep ha?”

“Okudum tabii… Hele Tütün Yolu’nu, İhtiyar Balıkçı’sını…”

Güldüm! Birden bir ışık gelip geçti gözlerimden. Ama yüreğim küt küt vuruyordu. Enayiliği üstünden akan şu adama bir oyun edeyim diyordum, cesaret edemiyordum.

“Ya işte böyle genç meslekdaşım!” dedi. “Bu damgalı yazarlardan vazgeç de, ne güzel, ne temiz eserler var, onları oku. Bak, köyün de yol üstü. Ben bir şey demesem bile, yarın bakarsın bir vali gelir. Gelmez ama gelebilir. Deniz ateş alır mı? Alması olasıdır. O hesap, valinin de gelmesi olasıdır. Ya da kaymakam, bir mebus… Görürler bu kitapları elinde, başın belaya girer. Hayatını mahvedersin. Mapusanelerde çürürsün ömrün boyunca. Biliyorum temiz adamsın. Aydınsın. Ama yalnız aydın olmak, yalnız temiz olmak yetmez. Temiz olduğunu göstermen gerek. Sen gösteremezsen hükümet ne bilecek senin temiz olduğunu? Temiz adamı, temiz olmayan adamdan nasıl ayıracak. Remil mi atacak? Ne diyordum? Temiz adam hükümetin yap dediğini yapar, yapma dediğini yapmaz. Bak mesela ben temizim ve böyleyim: Yap dediğini yapıyorum, yapma dediğini –karşıma mezardaki babam gelse- yapmıyorum. Hükümet çünkü… çünkü…”

Bu yenilmez yutulmaz öğütleri terleyerek dinliyordum:

“Peki efendim!” dedim. “Ne de olsa benden büyüksünüz, kafanız da iyi çalışır. Bundan sonra bu solcu herifin kitaplarını okumayacağım!”

“Hatta evinde bulundurma: Yak!..”

“Yakacağım…”

“Benim söylediklerimi oku! Mesela Steinbeck gerçekten harikadır. Ben onun bütün eserlerini okudum: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, Allaha Adanan Toprak!..

İlmik atma isteği şahlanıyordu içimde:

Garp Cephesi’ni de okudunuz mu efendim?”

“Ne diyorum sana? Bütün kitaplarını okudum. O da güzeldir! Ama onu okuyalı çok oluyor. Pedagoji Enstitüsü’ndeydim galiba. Mamafih, elde edebilirsem bir daha okumak isterim…”

Yavaş yavaş ağıma yaklaşıyordu:

Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitaplığımda vardı. Kapağına gazete çekmiştim.

Kitabı alıp, “Buyurun!” dedim.

Olağanüstü bir coşkunlukla:

“Teşekkürler! Teşekkürler!..” diye bağırdı.

“Götürür okursunuz.” Dedim. “Ben ilçeye indiğimde alırım.”

Bitleri, bitli çocukları unutmuştu:

“Eksik olma!” dedi. “Teşekkür ederim! Steinbeck harikadır! Çok severim…”

“En güzel eseri budur!” dedim.

“Evet… Bir daha okuyacağıma seviniyorum. Savaş denen nesneyi onun kadar realist açıdan anlatan yazar hatırlamıyorum…”

Kitabı elinde sallayarak konuşuyordu. Açsa kapağını… ah şöyle bir kaldırsa!…

“Hele ilk cümlesi çok güzeldir efendim…” dedim.

“Okuyalım o cümleyi!” dedi.

Kapağı kaldırdı, üçüncü sayfa açıldı; olmadı.

“Çevirisi fenadır yalnız. Hem de epeyce eskidir…”

“Kaçta basılmış? Tarihine bakalım…”

İlk sayfayı çevirdiği zaman şafak attı yüzünde:

“A!.. A!.. Remarque!.. Bu da mı Remarque’ın? Bir yanlışlık olacak?..”

“Evet Müfettiş Bey, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok… bu da Remarque’ın…” dedim usulca.

Kitap düştü elinden. Fırladı kalktı bu:

“Evet… Evet genç meslekdaşım!” dedi. “Evet, bit sorununu hemen çözümlemenizi istiyorum sizden. Önce o! Çalışmalarınızı bu sefer zayıf olarak göstereceğim raporumda. Okuduğunuz kitaplar konusunda da dikkatli olmanızı tavsiye edeceğim…”

Bu sefer başımı eğmeden:

“Nasıl isterseniz öyle yapın, bence önemi yok Sayın Bayım!..” dedim.

Efendilik Savaşı – 1959


ARŞİV