Fatma Aliye: Muhaderat

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Fatma Aliye Hanım (Topuz) ile devam ediyor

02 Nisan 2021 - 12:36

FATMA ALİYE TOPUZ (9 Ekim 1862- 13 Temmuz 1936)

İlk kadın felsefecimiz olan Fatma Aliye Topuz, devlet adamı, tarihçi ve hukukçu Ahmet Cevdet Paşa'nın iki kızından biri ve matematikçi- mantıkçı Ali Sedat'ın kız kardeşidir. Babasından şark felsefesi ve Arapça dersleri alan Fatma Aliye Hanım ayrıca Fransızca tarih, felsefe, hukuk, fizik, kimya ve matematik dersleri aldı. Yazmaya Fransızca'dan yaptığı çevirilerle başladı. İlk çevirisi Georges Ohnet'nin Volonte adlı romanıdır. O dönemde edebiyatla uğraşmak kadınlar için hoş karşılanmadığından, çevirisi Meram adı ve ‘Bir Hanım’ imzasıyla yayımlandı (1899). Sonraları ‘Meram Mütercimi’ olarak tanındı. Birçok makalesi, ‘Mütercime-i Meram’ adıyla yayımlandı. 

Fatma Aliye Hanım'ın felsefeye merakı da çok erken yaşlarda başladı. Aristotales ve Platon ile İbn Rüşt ve Gazali'nin felsefelerini karşılaştırdı. Erken başlayan bu felsefi ilgilerle, 1889'da Teracim-i Ahval-i Felasiye'yi kaleme aldı. Thales'le başlayıp ilkçağ felsefesini anlattığı bu kitabın ikinci bölümünü İslam dünyasının bilim, felsefe ve kelam tarihine ayırdı. Kahramanları kadın olan öyküler ve romanlar yazdı. Romanlarında zaman zaman toplumsal sorunları ele aldı, felsefeye yer verdi. 

Fatma Aliye Hanım, düşünceleri ve yaşam biçimiyle ilk kadın hakları savunucularındandır.  Namdaran-ı Zenan-ı İslamiyan (1899-1901), Nisvan-ı İslam (1891) ve Ta'addüd-i Zevcata Zeyl (1898-1899) başlıklı eserlerinde, kadının toplum ve aile içindeki konumunu geliştirmek, İslam'ın başlangıçtan beri savunmuş olduğu ilkeleri ortaya çıkarmak için uğraştı. Böylece geleneksel görüşlere karşı koymanın yanı sıra, Osmanlı kadının İslamiyet nedeniyle geri kaldığını öne sürenlere karşı da bir savunma yaparak, Osmanlı kadın hareketi bağlamında, hem geleneğe hem Batı'ya karşı duran yeni bir kadın tipini biçimlendirdi. Ayrıca, bilinen ilk resmi kadın derneğimiz Cemiyet-i İmdadiyye'nin de (1908) kurucusuydu. 

Fatma Aliye Hanım’ın Klas Yayınları tarafından  yayımlanan “Muhaderat” romanından kısa bölümleri okurlarımızla paylaşıyoruz.

MUHADERAT

Hikâyemize bir düğün evinden başlayacağız. Düğün evlerinin hali bilinir. Aslında herkes tam anlamıyla da bilmez. Bayan okurlarımız bu konuyu iyi bilseler de bazı okurlarımız buna yabancıdır. Çünkü bazıları bu dünyanın içinden yalnız bir kere geçebilmiş, bazıları ise oradan geçeceği saati değil, ancak bir iki dakika süren o anı düşleyerek mutlu olmuşlardır.

Gerçi bayan okurlarımız bir düğün evinin tarifini dinlemekten usanmazlar ve her zaman gördüğümüz şeyi niçin dinleyelim, diye sormazlar. Çünkü zevkle ve heyecanla okuduğumuz romanlar her gün gözümüzün önünden akıp giden olaylardan başka bir şey değil midir? Gerçek hayatta o kadar çok ilginç olaylarla karşılaşırız ki, bunları bir romanda okusak yazarı abartılı olmakla suçlarız… Yüzlerce liralar verip aldığımız, hayran kalıp, izlemeye doyamadığımız tablolar, her zaman içinde yaşadığımız doğanın taklidinden başka bir şey değil midir ki! O halde senede ancak birkaç defa gördüğümüz düğün evinin tarifi de insanı sıkmaz demekte hakkım vardır. Düğün evi öyle bir dünyadır ki abartısız her gelen o evden çıkar sağlar. Evin kapısı, hatta sadece kapısı değil evin bütün odaları dost, yabancı zengin, fakir herkese açıktır. Gelinin bütün eşyaları misafirlere sergilenir… Herkes en şık elbiselerini giymiş, mücevherlerini takıp takıştırmıştır. Çiğnenen etekler, yırtılan tüller, danteller için ev sahibinden özür dilenmez. Düğün evidir burası!

(…)

Güzelliği yalnız bir şeyde aramak gerekir ki o da gereğinden fazla en güzel örnekleriyle düğün evlerinde görülür. Eğer bu konuda yanılan damat tarafı ise “vah yazık!” Anası olacak budalanın aklı nerdeymiş. Zavallı çocuğu yaktılar. Gözleri kör müydü? Oğlana kinleri mi vardı. Bu  nasıl soy sop?” denildiği gibi, eğer damat çirkinde; kız tarafı ve misafirler yine türlü dedikodu ve ayıplama yetmezmiş gibi, kızın bütün akranlarının yüzleri giydikleri parkla ve renkli elbiseler ve taktıkları mücevherlere uymayacak kadar donuk ve asık olup sanki gelinin kederine ortak olup onu teselli etmek istermiş gibi acıma dolu bakışlarını geline dikip “ o kadar dert etme. Senin üzüntüne biz de ortak oluyoruz, ama yapılacak bir şey yok. Asma suratını” demek isterler. Fakat bu düğünde gelin güzel olduğu gibi damat da geline layık ve uygun görüldüğü için herkesin yüzü gülmekteydi. Fakat herkes demek için yalnız şeref misafirleri olan, zengin topluluğundan hiç yüzü gülmeyen, hatta utanmasa ağlayacak olan bir genç kızı görmezden gelmek gerekiyor. Bu kız beyaz boncuk ve sahte incili taşlarla süslenmiş, krem rengi yere kadar değen bir giysi giymiş gayet bakımlı ve uzun olan açık renk saçları bir tek örgü olarak elbisesinin eteklerine doğru inmiş, mücevher olarak bir sıra pırlanta taştan oluşan bileziği ve çift tek taş küpesi ile başının arkasına takmış olduğu elmaslı kısa tarağı ve boynundaki altın zincirin ucunda siyah taş üzerine pırlanta ile “b” harfi yazılmış madalyonu dikkat çekiyordu. Oturmuş olduğu halde boyuna uzun demek abartı ve orta demek de yanlış olacağı anlaşılıyordu. Omuzlarının yapısı genişçe ve ona orantılı beli gayet ince olup vücudunun güzelliği elbiseyi diken terziye şan şöhret vermekteydi. Düz saçları, bir güneş gibi parlayıp insanı büyülerken, koyu mavi ve yeşil arası renkte olan parlak ve güzel, tatlı bakışlı gözlerinin üzerindeki gayet biçimli kaşlarıyla aşağıya doğru uzanıp gittikten sonra bu kibrine dokunmuş ve daha güzel olmaya çalışıp uçları tekrar yukarıya doğru dönmüş kirpiklerinin siyah olduğunu söyledikten sonra güzelliği konusunda bana hak verilmesini isterim. Cilt renginin beyazlığı krem elbisesinin içinde daha fazla göze çarpan dudaklarının kırmızılığı küçük ağzına bir kat daha güzellik veriyordu. O kusursuz ve güzel yüzünde mutsuzluk hüküm sürmekte ve güzel alnı zekâsını yansıtmaktaydı. Bu kızın yanında açık kestane rengi saçlı, ela gözlü güzel bir kız oturuyordu ve birbirleriyle rahatça konuşmalarından düğün evinden olmayıp daha önceden tanıştıkları ve arkadaş oldukları anlaşılmaktaydı.

(…)

 Hanımefendiyle arkadaş olmalısınız?

Kız:

Ben kendilerini tanmadığım halde isimlerinin ilk harfinin “B” olduğunu anlıyorum.

Neden?

Madalyonlarındaki harften.

O annesinin ismidir. Kendi ismi Fâzıla Hanım’dır.

Evli midir?

Hayır…

Allah sahibine bağışlasın! Güzel kız!

Kadının bu sözü üzerine güler yüzlü kızın da yüzüne bir donukluk geldi. Fâzıla Hanım ise derin bir iç geçirdi ve gözleri yaş ile doldu.

Size farkında olmadan kötü bir şey mi söyledim, bir hata mı yaptım? Demesiyle Fâzıla kendisi hakkında biraz önce dedikodu yaptıklarını duymamış gibi, sakin bir tavırla,

Öksüzüm efendim, dedi ve gözlerinden inen iki inci tanesi gibi yaş pembe yanakları üzerinden geçerken çok tanıdık geldiyse de sonra aşağıya inince elbisesindeki incilerin arasına karışıp kayboldu.

(Syf 5-11)

Fâzıla, gelin olalı sevgili kitaplarından nice seneler emek verdiği piyanosundan vazgeçmişti. Çünkü bunlardan birini eline alacak olsa Remzi “Of!.. Aman! Sıkıldım” diye kalkıp gittiği zamanlar, Fâzıla kocasının kendisinden sıkılmaması için hemen elindekini bir tarafa bırakıp, eşinin arkasından gider ve onun uğraştığı şeylerde kendisine yardımcı olur, onunla beraber çalışırdı. Fâzıla kocasının her ne ile olursa olsun ev içinde bir şeylerle meşgul olmasını bir nimet sayardı. Eşi yanında olduğu sürece her şey kendisine iyi görünüyordu. 

(Syf 193)

Remzi Bey daha yeni evliyken bıkkınlıkla işinden geldiği zamanlar içeriye yalnız elbisesini değiştirmek üzere gelip, diğer vaktini selamlık dairesinde geçirmeye başladı. Genellikle bahçeye inerdi. Harem dairesinde selamlık bahçesine bakan pencere vardı. Fâzıla kocası bahçede olduğu zamanlar pencereye yapışıp oradan hiçbir yere ayrılmazdı. Remzi orada bir sandalyenin üzerine oturup bazen tavuklarına yem atar, bazen de köpeklerinden birini okşamakla vakit geçirirdi. Bir gün Fâzıla, Remzi’nin tam iki saat boyunca bir köpeğini okşamakla vakit geçirdiğini gördü. O köpeği kıskanmıştı. Çünkü Remzi hiçbir gün iki saatini kendisiyle sohbet etmek için geçirmemişti. Aslında bu kadar süre beraber oldukları olmuştu. Fakat o zamanlar Remzi mutlaka başka bir şeyle meşgul olur, ya kırılmış ya da kendinin yapmış olduğu bir sehpaya veya küçük bir dolaba Avrupa boyasıyla boyamakla uğraşır, Fâzıla’ya pek laf atmazdı.

(Syf 195)

Nihayet Fâzıla,

Beni sevmiyor musunuz? diye sordu.

Fâzıla, Remzi için cevaplandırılması çok zor olan bir soru sormuştu. Remzi, “sevmek” ne demek olduğunu bilmiyordu ki Fâzıla’yı sevip sevmediğini bilsin!... Akılan gelip de şimdiye kadar Fâzıla’ya hiç, “Seni Seviyorum” dememişti.

Şu “seviyorum” kelimesi ne acayip bir kelimedir!  Ne kadar çok söylenirse söylensin eskimez! Anlamını yitirmez! Modası geçmez! Bir bedbahtın saadetine, bir aşığın felaketine sebep olabilir. Kimini canına kıydırır, kimini mutluluk içinde yaşatır. Nice defalar yalan yere söylenmiş, sahtekarların işine yaramış, nice masumların baştan çıkarılmasına hizmet etmiş, binlerce vaadin yerini tutmuş da hala bu söze itibar ediliyor. Her yerde söylenip duruyor! Hala bir âşığın yüzünü güldürüyor. Bir bedbahtı bahtiyar ediyor. Her gün, her an ve dakika bir yerlerde etkisini gösteriyor! Fâzıla da kocasından işte bu sözü bekliyordu. Remzi,

Of!... Ben dırıltı çekemem, deyip odadan dışarı çıktı.

(Syf 205)

Etiketler; fatma aliye

ARŞİV