FERENC MOLNÁR (12 Ocak 1878-1 Nisan 1952)
12 Ocak 1878’de Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de doğdu. Üniversitede hukuk eğitimi aldı, fakat çalışma hayatına gazetecilik yaparak başladı. Birinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabirliği yaptı. Makaleleri kendine özgü ve eğlenceli bir üslupla kaleme alan yazar kısa sürede adını duyurdu. Molnár Budapeşte’yi ve sakinlerini çok iyi tanıyor, dikkatle ele aldığı konuyu çok özenli, ama rahat bir üslupla okuyucularına aktarıyordu.
İlk romanı Az éhes város (Aç Şehir)’i 23 yaşındayken yayımladı. Eleştirmenlerin olumlu tepkisini alan roman küçük burjuvaların çelişkili hayatını ironi ile anlatıyordu
Bundan bir sene sonra, tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı Doktor úr (Bay Doktor) ile sesini daha geniş kitlelere duyurdu. Yazarı büyük üne kavuşturan eseri Pál Utcai Fiúk (Pal Sokağı Çocukları) ilk defa 1906 yılında yayımlandı. 20. yüzyılın başında hızla gelişen Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de, oyun sahalarını zengin çocuklardan korumaya çalışan yoksul bir grup çocuğun mücadelesini anlatan kitap farklı dillere çevrildi. Macaristan’da 45 baskı yaptı.
1968 yılında Macar yönetmen Zoltán Fábri tarafından sinemaya da uyarlanan eser, 20. yüzyılın en sevilen çocuk klasiklerinden biri oldu. “Pál Sokağı Çocukları” kitabının yayınlanmasının 100. yıldönümünde romandaki olayların yaşandığı ve aynı zamanda da yazarın o zamanlar oturduğu Budapeşte VIII. Bölgesi’ne roman kahramanlarının heykelleri dikildi.
1940'ta New York'a yerleşen yazar 1952 yılında hayatını kaybetti. Yazarın Can Çocuk tarafından yayınlanan Pal Sokağı Çocukları kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI
Saat tam bire çeyrek kala, okulun fizik laboratuvarındaki deney masası üzerinde yürütülen uzun ve başarısız deneylerden sonra, gerilim dolu an gelip çatmış, deney lambasının renksiz alevinde zümrüt yeşili, hoş bir ışık belirmişti. Böylece öğretmen aleve yeşil bir renk verecek kimyasal bileşimi gerçekleştirmiş oluyordu. Başarısını kanıtlayan bir işaretti bu. Saat tam bire çeyrek kala, işte bu anlı şanlı başarı anının tam ortasında, komşu evin avlusundan yükselen bir laterna sesi, sınıfın havasını değiştiriverdi.
Pencereler ardına kadar açıktı, bir mart günün ılık havasını karşılıyorlardı. Laterna sesi; hafif bahar rüzgarıyla, sınıftan içeri doluyordu. Şen şakrak Macar halk şarkılarını andıran bu ezgi, laternadan yükseldiği için olacak, hemen hemen bir marş ya da az buçuk bir Viyana valsi havasındaydı. Hani bütün sınıf, makaraları koyverse yeriydi, zaten orada olanların çoğu gülümsemelerine engel olamadılar. Deney lambasında neşeyle ışıldayan yeşil çizgi, ancak ilk sıralardaki birkaç çocuğun dikkatini çekebilmişti. Ötekiler, küçük komşu evlerin damlarının göründüğü pencereden dışarı bakıyorlardı. Bütün gözler, öğle güneşinin altında ışıldayan uzaktaki kilise kulesinde, kuledeki saatin yelkovanında, gönülleri ferahlatarak bire doğru yaklaşmakta olan saatin yelkovanındaydı.
(…)
Boka, kırmızı meşinle kaplanmış olan mürekkep akıtmayacak biçimdeki hokkasını kapatmaya çalışıyordu. Bu hokka, mürekkep damlatmazdı, ama cebe sokulmamak koşuluyla... Çele de, kitap yerine geçen not kağıtlarını topluyordu. Çele, oldum olası süse, cakaya düşkün bir çocuktu. Diğer öğrencilerin yaptığı gibi yanında sürüyle kitap taşımazdı. Yanına yalnızca en gerekli kağıtları alır, onları da dikkatle bütün ceplerine dağıtırdı. En arka sırada oturan Çonakoş, sıkkın bir su aygırı gibi, ağız dolusu esnemeye koyulmuştu. Vays, sırayla bütün ceplerini tersyüz ediyor, saat ondan on üçe kadar parça parça kopararak yediği küçük beyaz ekmeğin kırıntılarını temizliyordu. Bu arada Gereb de, ha kalktım ha kalkacağım dercesine, sıranın altında ayaklarını sürtüp duruyordu. Barabas'a gelince, o da kucağına muşambasını yaymış, kitaplarını büyüklüklerine göre diziyordu. Kitapları dizmesi bitince elindeki kayışla öylesine sıkı sıkı bağladı ki kitapları, altındaki sıra gıcırdadı. Kendini iyice zorlamış olan Barabas'ın yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Uzun lafın kısası, herkes kendi bildiğince, sınıftan çıkıp gitmenin hazırlığı içindeydi. Dersin beş dakika sonra biteceğini umursamazmış gibi görünen tek kişi, öğretmendi.
(…)
Çonakoş, küçük, sarışın bir çocuğa fısıldadı.
“Dikkat Nemeçek!”
Nemeçek, önce arkasına, sonra da yere bir göz attı. Küçücük bir kâğıt top, yuvarlanarak ona doğru yaklaşıyordu. Yerden aldığı kâğıt topu açtı. Kâğıdın bir yüzünde şu yazılıydı: “Boka’ya ilet!”
Bunun yalnızca adres olduğunu, asıl mektubun kâğıdın öbür yüzünde yazılı olduğunu biliyordu Nemeçek. Ama dürüst bir çocuk olduğundan, kendine yazılmamış bir mektubu okumazdı. Zaten şimdiye kadar da hiç okumamıştı. Kâğıdı, yeniden top gibi yuvarladı, bir fırsatını bulup, sıraların arasından uzanan yola doğru eğildi ve alçak sesle “Dikkat Boka!” dedi.
Şimdi Boka'nın da gözleri yerde, bu türden haberleri ileten her zamanki trafik geçidindeydi. Kâğıt top, yuvarlanıp ona ulaşmıştı bile. Kâğıdın öbür yüzünde -sarışın çocuk Nemeçek'in kendine saygısından ötürü okumadığı yüzünde- şu yazılıydı: Genel kurul toplantısı saat üçte. Başkanlık seçimi, arsada. Lütfen duyurun!”
Kâğıdı cebine sokuşturan Boka kitapları tutan kayışı iyice sıktı. Okul zili çalmaya başlayınca, dersin bittiğini öğretmen de anlamıştı artık. Deney lambasını söndüren öğretmen, ertesi günün ödevlerini verdi, laboratuvara geçti.
(…)
Sınıfın fizik laboratuvarını boşaltması bir dakika bile sürmedi.
(…)
Kapıdan fırlayan çocukların kimileri sağa, kimileri sola saptı. Bir öğretmenle karşılaşmaya görsünler, kasketleri hemen havalanıyordu. Güneş altındaki sokakta yorgun ve aç koşuyorlardı.
(Syf 7-11)
(…)
Boka on dört yaşlarındaydı. Yüzünde erkeksi hatlar belirmemişti daha. Ama konuşmaya başladı mı, yaşından birkaç yaş daha büyük görünürdü. Derinden gelen tatlı bir sesi vardı. Saçma konuştuğu olmazdı. Budalaca şakalardan da pek hoşlanmazdı. Tartışmalardan uzak dururdu. (…) Uzun sözün kısası Boka aklı başında bir çocuktu. Hayatta çok ileri gidemeyecek bile olsa, her zaman namuslu ve onurlu bir insan olarak kalacaktı.
Eve gitmek için artık Köztelek Sokağı’na sapmaları gerekiyordu. Bu küçük sessiz sokak, bahar güneşi altında tatlı bir havaya bürünmüştü. Sokağın bir yanına kurulmuş olan tütün fabrikasından hafif homurtular yükseliyordu. Köztelek Sokağı’nda iki kişi gördüler. Yolun ortasında durup bekleyen iki kişi. Biri, güçlü kuvvetli Çonakoş, öteki de küçük, sarışın Nemeçek'ti.
Kol kola girmiş üç arkadaşının yaklaştığını gören Çonakoş, iki parmağını sevinçle ağzına sokup, tren düdüğünü andıran bir ıslık çaldı. Bu ıslığı çalmakta ustaydı. Dördüncü sınıftakilerin hiçbiri bu konuda yanına bile yaklaşamıyordu.
(…)
Canakoş yine o tiz ıslığı çalmıştı. Çonakoş’a yaklaşan çocuklar sokağın ortasında bir araya gelip toplandılar.
Çonakoş, küçük Nemeçek'ten yana döndü:
“Onlara anlatmadın mı daha?”
“Hayır.”
“Neyi anlatacaktı?” diye sordu ötekiler hemen.
Çonakoş, küçük sarışın oğlanın yerine, “Dün müzede yine, el koydum yapmışlar!” diye karşılık verdi.
“Kimler!”
“Pastor Kardeşler var ya, onlar işte!”
Bunun üzerine, bir sessizlik çöktü. Şeytan geçmişti sanki.
Bu derin sessizliğin nedenini anlamak için “el koydum” deyiminin ne anlama geldiğini bilmek gerekir. Bu deyimin Budapeşte okul çocukları için önemli bir anlamı ve yeri vardır. Gücü kuvveti yerinde bir çocuk, kendinden daha güçsüz çocukların bilye ya da benzeri oyunları oynadığını görür ve bilye ya da misket ele geçirmek isterse, yüksek sesle “el koydum!” diye bağırır. Bu deyim kullanıldı mı, gücüne güvenen çocuk bilye, ciciali ve bu misketi savaş ganimeti diye ilan etmiş ve onları almasına engel olunursa kuvvet kullanacağını açıklamış sayılır. Kısacası “el koydum” demek, bir bakıma savaş ilan edildi demektir. Aynı zamanda, kuşatmalarda başvurulacak zorbalığın, kaba kuvvetin, yumruk hakkının, korsan egemenliğinin kısa yoldan özetlenmesi anlamını da taşır.
Söze ilk başlayan Çele oldu. Dehşete kapılarak “Ne?” dedi, “el koydum’mu yapmışlar?”
Küçük Nemeçek işin önemini anlamış gibi, “Yaptılar ya” diye karşılık verdi.
Derken, bu kez de Gereb köpürdü:” Buna daha fazla göz yumamayız artık. Bir çaresine bakmalıyız diyorum, ama Boka baştan savıyor hep. Gerekeni yapmazsak bizi dövmeye kalkacaklar.”
Sevinç ıslığını çalmak isteyen Çonakoş, iki parmağını ağzına götürdü. Hele bir ayaklanma sözkonusu olsun Çonakoş dünden hazırdı. Ne var ki Boka sıkıca tutup indirdi Çonakoş’un elini.
“Kulaklarımızı sağır edeceksin,” dedi. Sonra, ufaklık Nemeçek’e dönüp ciddiyetle sordu: “Sen iyice bir anlatsana bakayım. Nasıl olmuş?”
“Şey işte, ‘el koydum’ yapmışlar.”
“Peki ne zaman?”
“Dün öğleden sonra.”
“Nerede?”
“Müzede.”
Müzenin bahçesini böyle adlandırıyorlardı.
“Şimdi ayrıntılarıyla anlat bakalım. Onlara karşı harekete geçmeden önce bütün gerçeği bilmemiz gerekir.”
Böylesine bir olayda kendisine en önemli görevin düştüğünü anlayan küçük Nemeçek, çok heyecanlanmıştı. Sık rastlanır bir şey değildi bu. Aslında çocukların gözünde Nemeçek ha var ha yoktu. Aritmetikteki sıfır gibi bir şeydi yani. Hiç kimse üzerinde durmazdı Nemeçek'in. Önemsiz, sıska, küçük bir oğlandı işte, hepsi bu…
Bütün bunlardan ötürü, kurbanlık koyundan farkı yoktu. Nemeçek anlatmaya, ötekiler de baş başa verip dinlemeye koyuldular.
(…)
Bu büyük haksızlığın Boka'yı da çileden çıkardığı belliydi. Alçak sesle, “Önce öğle yemeklerimizi yiyelim hele,” dedi, “sonra arsada buluşuruz, enine boyuna konuşuruz durumu. Bence de olur şey değil!”
Hepsinin hoşuna gitti bu. Şu anda Boka’yı çok sevimli buluyorlardı. Zekâ fışkıran bakışlarını, savaş ateşini yansıtan pırıl pırıl kara gözlerini dikkatle izliyorlardı. Geç de olsa kafası kızdığı için o an Boka’yı bir güzel kucaklayabilirlerdi.
Çocuklar evin yolunu tutmuşlardı. Bir yerden neşeli bir çan sesi geliyordu. Güneş ısıtıyordu. Her şey güzel görünüyordu. Büyük olaylarla karşı karşıyaydılar. Hepsinin içinde bir şey yapmanın ateşi tutuşmuştu, hepsi de “Ne olacak acaba?” sorusunun heyecanı içindeydiler. Çünkü Boka, “Bir şey olacak,” dedi mi o şey olurdu gerçekten.
(Syf 14-21)