FİKRET ÜRGÜP (1914- 8 Mart 1977)
Kadıköy Suadiye’de doğdu. Çocukluğu Erenköy’de büyük bir köşkte geçti. Galatasaray Lisesi'nde yatılı okuyan Ürgüp, henüz 13 yaşındayken arkadaşlarıyla beraber Püvekar (Berber) isimli bir mizah dergisi çıkardı. Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazandı ve 1940 yılında buradan mezun oldu. İç hastalıkları uzmanı olarak İstanbul’da serbest hekimlik yaptı. Amerika’da psikiyatri öğrenimi gördü.
Yeni İnsan ve Yeditepe dergilerinde yayımladığı yazı ve öykülerle tanındı. Yalnızlık ve yabancılaşma temalarına ağırlık verdiği öykülerinde olaylara ve insanlara derinlemesine eğildi. 1950,1953 ve 1968’de resim sergileri açtı. Sait Faik’in yakın arkadaşı ve hekimi olan Ürgüp, 8 Mart 1977 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti.
Yazarın Everest Yayınları tarafından yayımlanan 1952-1970 yılları arasında yazdığı yazılardan oluşan “Yaşamak Sevinci “isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
YAŞAMAK SEVİNCİ
Girdiğimiz yol doğru mu, bilmiyorum. Aksayan taraflarımızı araştırmak ister. “Halk için sanat, yaşayan sanat.” Bu sözler, salık verilen fakat üstünde durulup düşünülmeyen reçeteler gibi pazara çıktı.
Ressamı görüyorsunuz: Mesela sünger avcılarını yapmış. Soğuk denizin üzerinde adamlar, kaskatı kalmışlar. Üstelik de boğucu başlıkları takacaklar. Yüzlerinde hayat yorgunluğu. Hikâye yazıyoruz: Fabrikada makineye kapılıp ölen bir çocuğun hikâyesi, bir alay acıklı realite. Okuyan ağlamaklı oluyor. Yahut da bir halk türküsünden ilham alıyoruz. Halk türküsü ki yaşanılmış bir destan. Saz şairi başına gelenlerden haber vermiş. Onu şekilleyip halka yeniden sunuyoruz. Onların dertlerini deşiyoruz. Böylelikle ancak kendimizi tatmin ediyor ve halka sokulduğumuzu, onları anladığımızı sanarak sanki bir iş yapmış gibi memnun oluyoruz. İncelenirse bu hislerimizde hasta bir taraf da bulunur. Cenaze arkasından gidenlerin, tabutta kendilerinin yatmadığını düşünmeleri gibi.
Öyle veya böyle, dertleri deşmek kâfi değil, devasını bulmalı. Bunu da sanatkâr halledemez. Cemiyet işidir. Sanatkâr bu insanları seviyor ve yakın hissediyorsa hangi yoldan yürüsün de onlara faydalı olsun?
İsterdim ki bir dolaşalım kahveleri, meyhaneleri, köy odalarını; adamlarımızı yoklayalım. Bizim halka inen hikâyelerimiz, yaşanan hayattan alınmış resimlerimiz, türkülerden derlenmiş şiirlerimiz hoşlarına gidecek mi, onlara bir şey getirecek mi? Sanmıyorum. Farz edelim ki adamlar kum çekiyorlar. Kasımpaşa'ya yanaşan büyük motorlardan, bir kış günü. Soğuğa rağmen kumlu terler içindeler. Akşamüzeri, yorgun argın sığındıkları kahvede böyle bir resim görseler, kendilerini o resimde tanısalar tabloyu duvardan söküp atmazlar mı?
Halk için sanatın yolunu bulmak, üzerinde durulacak bir davadır. Yoksa onlara yaşadıkları hayatı unutturmak mı lazım? Hakikatte ulaşılmayacak bir cenneti mi anlatalım? O da değil. Yoksa insanlar büsbütün adımlarını şaşırırlar. Kavgasız, uğraşmasız rahatlık hayatını da yutturamayız. Böyle şey olmaz, derler, gülerler.
Nasıl teselli edilir, nasıl avutulur bugünün insanları? Her yaşayan insanın dünya üzerinde birtakım güzellikler bulduğunu ve onlara bağlandığını düşünüyorum. Yoksa yaşanmazdı.
İşte sanatkâr hayatı renklendiren bu güzellikleri anlatabilir. Öyle olmasa bile, hayatla ölümün mücadelesinde hayatı kaybetmemek, onu sahiden sevmek lazım geldiğini gösteren bir sanat eseri verebilir. Bilmem ama bilhassa bizde eksik olan “yaşamak sevinci”ni aşılamak lazım gibi geliyor bana. "Madem ki yaşıyoruz, (Atatürk söylemişti bir nutkunda) neşeli olmalıyız." Neşeli olmak insanı ilerletir. Hormonlar kadar mühim bir şey ki farkında değiliz. Mademki hayattayız, sevinmemiz gerekir. İşte halka, bilhassa bizim halkımıza bunu anlatmalı.
Sanatkâr, insanı her şeylere rağmen hayatta tutan "yaşamak sevgisi'ni yepyeni şekillerle anlatacak. Gönül öyle istiyor.
Çocukluğumuzdan beri, sabahın erken saatlerinde, o günkü işlerine giden adamlar görürüz. İnsanın ağlayası gelir. Nedir o çaresizlik hali, o soluk yüzlerdeki keder? Böyle başlanan günlerden hayır gelir mi? Bizim halimiz böyle. Avrupa'da, en kötü şartlar içinde yaşayanlarda bile hayat sevgisini gördüğüm için bu halin üstünde duruyorum. Ne yapıp yapmalı, bu yolda çalışmalı. O zaman sanat verimli olur ve halk onu arar.
Yeditepe Mart 1952
(Syf 69-71)
Yazmak kolay görünür, konuşmak gibi; fakat çok güç, üstelik de nankör bir iştir. Çünkü bir dilin kelimelerini kullanıyoruz. Kelimelerin anlaşılması da türlü türlü olur, herkese göre değişir. Yazı sanatı oldukça karışık ve geniş bir mevzu. Ancak takıldığım birkaç nokta üzerinde durmak istiyorum.
Düşünülürse, yazının evvela kendini okutturması lazımdır. Bütün sanatlarda olduğu gibi; resim kendine baktırmalı, müzik kendini dinlettirmeli, yazı da kendini okutturmalı. En kıymetli düşünceler bile, güzel sözle ve güzel yazıyla sunulmadıkça karanlıkta kalır, kaybolurlar.
(Syf 78)
Her şeyin farkına vararak, insanlarla kaynaşma halinde aklını kullanarak yaşamak hakikaten güç bir meslek.
(…)
Herhalde akıl değil insanı yaşatan. Heyecandır yaşamaya tahammül ettiren. Yaşamayı güzelleştiren.
(Syf 87/89)
Sanatı bir yana bırakalım, düşünürsek hepimiz hayatın acemi çırakları değil miyiz? Yaşamanın amatörleriyiz, denebilir. Durmadan hayatımıza bir şekil vermeye, bir formül bulmaya çalışıyoruz. İstediğimizi bulduğumuza inandığımız zaman hayat da bitmiş olacak. Hayatın bitmiş olması, derken sadece maddi ölümü kastetmiyorum. Araştırma heyecanının tükenmesi, yılgınlık, bezginlik, bir nevi “yaşayan ölüler”i aramıza katmıyor mu? Uzun yıllar sonra rastladığımız çocukluk arkadaşlarımızın bazılarındaki ölü durgunluğunu fark ederek şaşırmıyor muyuz? Cemiyet içinde kendilerine gösterilen yeri kabul etmişler, başkalarıyla alışverişlerini kesmişler, kapılarını kapamışlar. Duyu organlarının sağladığı gelip geçici memnunluklar içinde, soğukkanlılıkla, maddi ölümlerini bekliyorlar. Yaşamanın bir tarifi de etrafla münasebetleri olmak, yani alışverişte bulunmak ve böyle olduğu için kâinatta ve öteki varlıklar ortasında kendi yerini aramak ve böyle oldukça, heyecanlı bir huzursuzluk hali değil midir?
Bir Şark hikâyesinde anlatıldığı gibi: Hükümdarın biri o devrin kudretli filozofuna sormuş: “Anlat,” demiş, “hayat nedir?” Adam yirmi yıl çalışmış, yüz tane kitap yazmış. Kendisi memnun değil. Yeniden başlamış, beş kitaba sığdırmış. Gene olmuyor. Bir kitaba sığdırmış. O da değil. Nihayet, ölüm döşeğinde, “Buldum,” demiş, “söyleyin hükümdara şu cümleyi: “Doğdu, yaşadı ve öldü.”
Ne olduğunu bilmeden, yani hiçbir zaman ustası olmadan yaşayan hayatı bundan daha iyi anlatamamış. Buradaki "yaşadı" kelimesinin yaşamakta olanlar için ne kadar geniş, ne kadar ölçüsüz bir manası var. İşte yaşamak hali de araştırma halidir. Bu defa tutmadı, bir dahaki sefere diye tecrübeler devresidir. Bu esnada yaratma imkanları da bulunan bir tecrübe devresi. Bir nevi çıraklık, acemilik, amatörlük.
(Syf 93-94)
Ilık, rüzgârsız yaz akşamları apartmanların arka balkonlarına çıkıp veya kenar mahallede boş bir tarlanın orta yerinde duraklayıp derinden derine yıldız dolu gökyüzüne bakanların, uzaktan gelen şehir sesleri ve yaşayanların birbirine karışan uğultuları içinde birbirlerine benzer şekilde, yürekleri sızlar.
Birdenbire, alışmadıkları, anlayamadıkları, o zamana kadar fark etmedikleri bir şekilde kendilerini yalnız hissederler. Kaçıp giden yaşamak imkânları, kurulmamış insan münasebetleri, neşeleri ve kederleriyle onları içine almıştır. İnsan yalnızlığını en fazla kalabalık içindeyken hisseder. Bir de böyle yaz gecesi insanların ve şehir seslerinin birbirine karışmış uğultusu içinde, yıldız dolu gökyüzünün altında başka türlü bir yalnızlık. Sebepsiz bir heyecan, sanki bir gidiş arifesi, bir cins susuzluk, bir iç yanması, bir kavuşma hasreti. Mevcut olan veya bulunmayan bir dost hasreti içlerini yakar.
Hasreti duyulan bu nesne nedir?
Dostu herkes başka türlü anlar. Kimisi, kendisini destekleyeni, bir dayanma noktası olanı arar. Kendi kendisine güvenci tam olmadığı için yaptıklarının doğru olduğunu ona tekrarlayan, onu yaşamaya teşvik eden “dost”tur.
Bazı kimseler hatta pek çok dostları olsun isterler. Yani herkes onlara yardım etsin. Onları anlasın - ama anlayacak ne varmış ? Kendisinin de anlamadığı bir şeyler bulup çıkarsın ve ona hak versin, maddi ve manevi sıkıntılarında yardım etsin isterler. Aksi oldu mu, onların rüyalarını bozanı düşman sayarlar. Her zaman, başkalarının sevgisine hakları olduğuna inanırlar. Ve bu sempati hastalığı yüzünden başkalarına, istenilen şekilde görünmeye çabalarlar. Hayatları onları ve kendilerini aldatmakla geçer. İşte bu durumda insan münasebetlerini dostluk veya düşmanlık diye ikiye ayırırlar. Tabii, gündelik olaylarla dostların ve düşmanların durmadan safları değişir. "Dost"tan habire kendilerine bir şey vermesini isterler. Bu karşılıksız bir alışveriş de olsa yaşayabilmek için kendilerinin bu alışverişe hakları olduğuna inanırlar.
İşte “dost hasreti” başka şeydir. Bağımsız, alakasız bir şekilde, insanı insan olarak hissetmekten doğan bir birleşme insiyakıdır. Fırtınalı havalarda, yağmurdan önce gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladığı zaman avludaki tavukların birdenbire telaş içinde koşup birbirlerine sokulmaları "insan”ın birleşme, kaynaşma insiyakını sembolleştirebilir.
Her zaman felaketimiz olacak gizli badireler gibi, yaşamanın alelade güçlükleri, hallolunmaz insan münasebetleri ve kişiyle toplumun barışmasına engel olan güçlükler içinde iki insanın birbirine sokulması “dostluk”tur. O kadar tabii olması lazım gelen fakat maalesef, o kadar ender rastlanan bir haldir.
Küçük, alelade bir mahluk olmadıklarını birbirlerine hatırlatmaları insanların dostluk bağlarını kuvvetlendirir. Bunun için konuşmak bile istemez. Aynı cinsten balıklar, aynı sular içinde yüzerlerken nasıl birbirlerini bulurlar ve beraber olurlarsa aynı cinsten insanları da farkına varmadan, birbirlerine çeken bir bağdır dostluk.
(Syf 115-116)