Fıskiyeler- Ursula K. Le Guin

Bilimkurgu ve fantastik edebiyatın usta kalemi Ursula K. Le Guin'i saygıyla anıyor, “Fıskiyeler” öyküsünü paylaşıyoruz

22 Ocak 2020 - 12:24

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

URSULA K. LE GUIN ( 21 EKİM 1929- 22 OCAK 2018)

Bilimkurgu ve fantastik edebiyatın usta kalemi Ursula K. Le Guin, 1929 yılında ABD’nin, Kaliforniya eyaletinde doğdu. Radcliff ve Columbia üniversitelerinde edebiyat eğitimini tamamladı. 1950’li yıllarda fantastik öyküler ve romanlar yazmaya başladı. 1962’de ilk bilimkurgu öyküsü yayımlandı. İlk romanı ise 1966 yılında yayımlandı.

“Mülksüzler” “Karanlığın Sol Eli” ve “Yerdeniz” serisi romanlarıyla tanınan yazar, roman, öykü, deneme, şiir, tiyatro gibi farklı türlerde hem yetişkinler hem de çocuklar için onlarca eser yazdı.

Kadın, toplumsal cinsiyet, ekoloji, otorite, şiddet gibi konulara odaklanan Ursula K. Le Guin, en iyi bilim kurgu ve fantezi çalışmalarına çeşitli kategorilerde verilen ödül olan Hugo ödülünü alan ilk kadın yazar oldu. Ve bu ödülü beş kez aldı.

22 Ocak 2018’de hayat gözlerini yuman usta yazar Ursula K. Le Guin’i saygıyla anıyor, İthaki Yayınları tarafından baskısı yapılan “Orsinya Öyküleri” isimli kitabından “Fıskiyeler” isimli öyküyü yayımlıyoruz.

FISKİYELER

DR. Kereth’in Paris’te siyasi sığınma için fırsat kollayabileceğini biliyorlardı çünkü buna kendileri sebep olmuştu. O yüzden batıya doğru uçan uçakta, otelde, sokaklarda, toplantılarda, hatta Hücrebilim Bölümü’nde bildirisini sunarken sürekli olarak uzaktan kendisine refakat ediliyordu; ona gerekirse mezunlardan birileri ya da Hırvat mikrobiyologlar olduklarını öne sürebilecek ama ne isimleri ne de yüzleri olan karanlık tipler refakat ediyordu. Varlığı ülkesinin delegasyonuna sadece bir seçkinlik vermekle kalmayıp, aynı zamanda hükümetine de belli bir parıltı verdiği için – bakın gördünüz mü gelmesine izin bile verdik- onun orada olmasını istemişlerdi ama gözden uzaklaştırmıyorlardı. Gözden uzaklaştırılmamaya alışıktı. Küçük ülkesinde bir insan ancak hiç hareket etmemekle, sesini, beynini tamamen sessiz tutmakla gözden uzaklaşabilirdi. O her zaman kıpır kıpır, görünür bir adam olmuştu. Dolayısıyla, altınca gün, rehberli bir tutun ortasına, cascavlak güneşin altında aniden kendisini gözlerden ırak bulunca şaşaladı. Sadece bir patikadan yürüyüp gitmekle insan yokluğunu bulabilir miymiş meğer?

Bunu yabancı bir yerde yapmıştı üstelik. Akşamüzerinin sarı günışığında kocaman, ıssız, korkunç bir ev arkasında, tüm sarılığında duruyordu. Teraslar üzerinde binlerce rengârenk cüce dolanıp duruyor, onların arkasında soluk mavi bir kanal eylülün gerçekdışı boşluğuna doğru dümdüz uzanıyordu. Çimenlikler soylu, ağırbaşlı, altından beneklerle lekelenmiş otuz metrelik ağaçlarıyla bir kestane korusunda nihayet buluyordu. Ağaçların altında, ölmüş kralların at bindikleri patikalarda gölgelerde yürümüşler ama rehberleri onları yeniden günışığına çimenlere ve mermer kaplama yollara çıkarmıştı. Ve önlerinde, tam önlerinde havaya doğru yükselen ve parıldayan fıskiyeli çeşmeler uzanıyordu.

Işık altında mermer çanakların üzerine sıçrıyor ve cıvıldıyordu. Bir şehir kadar büyük olan ama hiç kimsenin yaşamadığı sarayın zavallı, güzelim odaları, insanlar için çok büyük olan bahçelerin tek uygun sakini olan soylu ağaçların umursamazlıkları sonbaharın ve geçmişin baskınlığı; işte tüm bunlar akan suyla bir orantıya kavuşuyordu. Rehberlerin kayıt cihazından çıkan sesleri sustu, rehber oldukları kişinin kamera gözleri etrafı gördü. Fıskiyeler havaya sıçrayıp aşağıya doğru sevinçle çarptı ve ölümü yıkayıp temizledi.

Kırk dakika boyunca fışkırdılar. Sonra durdular. Versailles’ın Büyük Fıskiyelerinin durmadan akmasını ve canlı kalmasını ancak krallar sağlayabilirdi. Cumhuriyetler kendi sınırlarını korumalıydı. Böylece yüksek beyaz fıskiyeler tekleyerek söndü. Nimfaların göğüsleri kurudu, nehir tanrılarının ağızları kara kara açıldı. Yukarı uğrayan ve aşağıya dökülen suyun muazzam sesi bir takırtıya, öksürüklü bir ah edişe döndü. Her şey bitmişti ve herkes bir an için tek başına durdu. Adam Kereth dönünce önünde bir patika görerek mermer taşlardan uzaklaşıp ağaçların altına dalarak patikadan gitti. Kimse onu takip etmedi; gerçi tam o anda, o bunun, kaçtığının farkında değildi.

Gölgeler arasından görünen akşamüzerinin ilerlemiş güneşi tüm sıcaklığıyla patikaya düşüyordu; ışık ve gölgeler arasında genç bir adam bir kadın el ele yürüyordu. Onların epey arkasından Adam Kereth tek başına yürüyor, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

O sırada gölgeler üzerinden süzülüp akınca, etrafına baktığında ne bir patika ne de âşıkları görebildi, sadece engin, müşfik bir ışık ile altında fıçılara dikilmiş bir sürü minik yuvarlak ağaç görmüştü. Orangerie üzerindeki terasa gelmişti. Bu yüksek yerin güneyinde insan sadece ormanları görüyordu: Fransa sonbahar akşamında engin bir orman. Artık kralın avı için kurtları veya yaban domuzlarını yerinden kaldırmak için borular ötmüyordu. Ormandaki tek iz, Paris’ten otobüs ile gelen, ağaçlar arasında dolaşıp gözden yok olan âşıkların ayak izleriydi.

Kereth hâlâ firar etmiş olduğunun farkında olmadan, hiç düşünmeden tâli yürüyüş yollarından dolanarak, artık kavuşmakta olan aydınlıkta, tıpkı son yüzücüler de ayrılırken kumsalın tepesinde yükselen bir deniz kayalığı gibi sarı değil de renksiz gibi duran saraya doğru dönmeye başlamıştı. Sarayın gerisinden sönük bir uğultu tıpkı kıyıda patlayan bir dalga gibi aşıp geliyordu: Paris’e dönmeye başlayan turist otobüslerinin motorları. Kereth kıpırdaman durdu. Birkaç suret sessiz fıskiyelerin arasındaki teraslardan aceleyle seğirtti. Uzakta bir martı sesi kadar hüzünlü bir kadın sesi bir çocuğa seslendi. Kereth döndü, arkasına bakmadan, artık düşünerek, bilinçli olarak, biraz önce tezgâhtan bir şey- bir ananas, bir cüzdan veya bir somun ekmek- aşırmış ve paltosunun altına saklamış biri gibi dimdik ağaçların arasındaki alacakaranlığa doğru iri adımlarla ilerledi.

“Burası benim,” dedi uzun boylu kestanelere, meşelere, tıpkı polisler arasında kalmış bir hırsız gibi. “Burası benim!” Aristokratlar için dikilmiş olan Fransız kestaneleri ve meşeleri, yabancı bir lisanda öne sürülmüş bu hiddetli cumhuriyetçi iddiasına bir cevap vermediler. Ama yine de karanlıkları, hani o kaçakların saklandıkları tüm ormanların suça ortak olan o suskunlukları ve karanlıkları etrafında yoğunlaştı.

Koruya gireli çok olmamıştı, en fazla bir saat; bahçe kapıları kilitlenecekti ve içeride kilitli kalmak istemiyordu. Buraya o yüzden gelememişti. O yüzden gece çökmeden teraslara çıktı, herhangi bir kral veya kleptoman gibi soğukkanlılıkla ve dimdik yürüyerek ve devasa soluk, bir sürü pencereli deniz kayalıklarını dolaşıp çakıl taşlı sahili geçti. Hala orada bir otobüs, egzozundan gaz çıkarmaya devam ediyordu; mavi bir otobüs, korktuğu gibi gri olanından değil. Onun otobüsü gitmişti. Gitmişti, rehberi, iş arkadaşları, vatandaşları, mikrobiyologlar, ajanlarla birlikte denize sürüklenmişti. Gidip onu Versailles’ın tasarrufuna bırakmıştı. Tepesinde, devasa bir at üzerinde küçülmüş duran XIV. Louis sınırsız ayrıcalığın varlığını ortaya koyuyordu. Kereth tıpkı abisine bakan çocuk gibi sevgi dolu alaycı bakışlarını bronz çehreye, koca bronz Bourbon buruna kaldırdı. Bahçe kapılarından geçti, Paris yolunun karşısındaki bir kafede çınarların altında tozlu yeşil bir masada, kız kardeşi ona vermut servis etti. Gecenin ve sonbaharın rüzgârı güneyden, ormandan esiyordu ve aynı vermut gibi biraz acı kokusu vardı: Kuru yaprakların kokusu.

Hür bir adam olarak kendine ait zamanda banliyö istasyonuna doğru kendi yolunu tuttu, kendi biletini aldı ve kendi başına Paris’e döndü. Metrodan nerede indiğini, kaçtığı sırada şehirde nerelerde gezdiğini kimse bilmiyor, belki kendi bile bilmiyordu. Gece saat on birde Solferino Köprüsü’nün korkuluk duvarında duruyordu, değersiz bir takım elbise içerisinde, kırk yedi yaşında kısa boylu bir adam, hür bir adam. Köprünün ve sessizce akan kara nehrin üzerinde titreşen uzaktaki diğer köprülerin ışıklarını seyretti. Nehrin her iki kıyısı boyunca iltica edilebilecek yerler uzanıyordu: Fransa Devleti, Amerika ve İngiltere Büyükelçilikleri. Hepsinin yanından yürüyüp geçti. Belki de bunlara girmek için gece çok ilerlemişti. Orada köprünün ortasında, Sağ Taraf ile Sol Taraf arasında durarak düşündü: Saklanacak yer kalmadı. Artık taç kalmadı; kurtlar, yabani domuzlar yok, hatta Afrika aslanları bile ölüyor. Tek emniyetli yer hayvanat bahçesi.

Ama emniyette olmak hiç umurunda olmamıştı ve şimdi de saklanmanın da umurunda olmadığını düşünüyordu, daha iyi bir şey bulmuştu: Sülalesini, mirasını. Burada, sonunda hayattan daha geniş bir bahçede yürümüştü, ağabeylerinin daha önce taç giymiş bir halde yürümüş oldukları yollarda yürümüştü. Bundan sonra artık hayvanat bahçesine sığamazdı. Köprüyü geçti, Louvre’un karanlık kemerlerinin altından ilerleyerek oteline döndü. Artık hem bir kral hem de bir hırsız olduğunu kavramış olduğundan her yerde kendini rahat hissedeceğini bilerek, onu kendi ülkesine geri döndüren şey sadece vefa olmuştu. Yoksa bugünlerde bir adamı başka ne yerinden kıpırdatabilir? Otel lobisindeki gizli polisin yanından, çalınmış, tükenmeyen fıskiyeleri paltosunun altında saklayarak krallar gibi iri adımlarla geçti.

 

 


ARŞİV