F.SCOTT FITZGERALD (24 Eylül 1896 – 21 Aralık 1940)
Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından kabul edilir. 1890’larda doğmuş olan ve I. Dünya Savaşı sırasında yetişen neslini “kayıp kuşak” olarak tanımlar. Fitzgerald, Princeton Üniversitesi’nde başladığı öğrenimini tamamladı. I. Dünya Savaşı’na katılan yazar, savaş sonunda gazetecilik yapmaya başladı. 1920 yılında “Cennetin Bu Yanı” adlı romanıyla adını duyurmaya başladı. “Muhteşem Gatsby” ile adını edebiyat tarihine unutulmamak üzere yazdı. Romanlarıyla kazancı artmaya başladı, eğlence hayatına kendini kaptırdı ve gitgide sağlığı bozuldu. Zamanla şöhretini kaybeden Fitzgerald, ruhsal bunalım içinde, hayata küskün ve unutulmuş olduğunu düşünerek Hollywood’da hayata veda etti.
Fitzgerald’ın İthaki Yayınları’ndan çıkan “Caz Çağı Öyküleri” kitabındaki “1 Mayıs” adlı hikâyesinden bölümler paylaşıyoruz.
1 MAYIS
(…)
1 Mayıs 1919 sabahı saat dokuzda, Baltimore Oteli’nde genç bir adam oda görevlisiyle konuştu, Bay Philip Dean’in otel müşterileri arasında olup olmadığını, kaydı varsa odasını telefonla arayıp kendisini onunla görüştürüp görüştüremeyeceklerini sordu. Bu soruyu soran kişi iyi kesimli, eski bir takım elbise giymişti. Ufak tefek ince yapılıydı, esmer ve yakışıklıydı; alışılmamış derecede uzun kirpikler gözlerini üstten gölgeliyordu, altta sağlıksızlık işareti olan mor halkalar vardı, düşük dereceli ve sürekli bir ateş gibi yüzünü renklendiren, doğal olmayan bir kızartı bu etkiyi artırıyordu.
Bay Dean orada kalmaktaydı. Genç adamı yan taraftaki bir telefona yönlendirdiler. Saniyesinde telefona bağlandı; uykulu bir ses yukarıdan bi yerden alo dedi.
“Bay Dean?” Bunu çok heyecanlı söylemişti. “Ben Gordon, Phil. Gordon Sterrett. Aşağıdayım. New York’a geldiğinizi duydum, sizi burada bulacağımı biliyordum, içime doğdu.” O uykulu ses giderek daha heyecanlı çıkmaya başladı. Ee, Gordy nasıldı, sevgili dostu! Gordy hemen yukarı gelebilir miydi, Tanrı aşkına!
Birkaç dakika sonda Philip Dean mavi ipek pijamalarla kapıyı açtı, iki genç adam yarı utangaç bir halde coşkuyla selamlaştılar. İkisi de yirmi dördündeydi, savaştan bir yıl önce Yale’den mezun olmuşlardı ama aralarındaki benzerlikler orada bıçak gibi kesiliyordu. Dean sarışındı, ince pijamalarının altında gövdesi sağlam ve sağlıklıydı. Her tarafından zindelik ve bedensel rahatlık ışığı saçılıyordu. Sık sık gülümsedikçe, iri ve çıkık dişleri meydana çıkıyordu.
“Ben de seni arayacaktım” dedi heyecanla. “İki haftalığına tatile çıkıyorum. Bir saniye otur, birazdan geliyorum. Duş alacağım.”
O banyoya girip kapıyı kapatınca ziyaretçisi de koyu renk gözleriyle tedirgin tedirgin odayı inceledi, bakışları, bir köşede duran büyük seyahat bavulunun, sandalyelerin üzerinde dolaştı, dikkat çekici kravatların, yumuşak yün çorapların arasına atılmış kalın ipek Frenk gömleklerinde oyalandı.
(…)
Gordon hiç beklenmedik bir şekilde yatağın üzerine yığıldı; hiç hareket etmeden, ölü gibi yatıyordu. Yüzü hareketsiz haldeyken genellikle biraz açık duran ağzından birden çaresizlik ve umutsuzluk ifadesi belirdi.
“Neyin var?” diye sordu Dean hemen.
“Ah, Tanrım!”
“Sorun ne?”
“Şu lanet dünyada sorun olmayan hiçbir şey yok,” dedi büyük bir mutsuzlukla. “Sözcüğün tam anlamıyla paramparça bir haldeyim, Phil. Bittim.”
“Ha?”
“Bitkinim.” Sesi titriyordu.
Dean ona daha yakından baktı, mavi gözleriyle inceledi. “Gerçekten de çok kötü görünüyorsun.”
“Öyle. Her şeyi berbat ettim.” Durdu. “En iyisi sana baştan anlatmak… Seni sıkmazsam.”
“Yok canım, anlat.” Yine de Dean’in sesinde bir kararsızlık vardı. Bu doğu yolculuğu bir tatil olarak düşünülmüştü; Gordon Sterrett’i bu halde bulmak biraz canını sıktı.
“Anlat” diye yineledi, sonra yarı yarıya fısıldar gibi “Anlat da bitsin.”
(…)
“Bana parayı ödünç verecek misin Phil?”
“Hemen karar veremiyorum. Çok para istiyorsun ve durumum hiç de elverişli değil.”
“Borç vermezsen hayatım cehenneme döner. Mızıldandığımı biliyorum, ayrıca hepsi benim suçum ama… Bunlar durumu değiştirmiyor.”
“Borcunu ne zaman geri ödeyebilirsin?
Bu cesaretlendirici bir soruydu. Gordon düşündü. Belki de açık konuşmak en iyisiydi.
“Elbette, gelecek ay geri ödeyeceğimi söyleyebilirim ama… Ben en iyisi mi üç ay sonra, diyeyim. Çizimlerimi satmaya başlar başlamaz.”
“Çizimlerini satacağını nerden bileyim?”
Dean’in sesindeki yepyeni katılık Gordon’ın kuşkuya düşüp titremesine yol açtı. Yoksa parayı alamayacak mıydı?
“Bana biraz olsun güvendiğini sanıyordum.”
“Güveniyordum ama seni bu halde görünce şaşırmaya başlıyorum.”
“Bıçak kemiğe dayanmasaydı sana gelir miydim sanıyorsun? Bundan hoşlandığımı mı sanıyorsun?” Birden durdu ve dudaklarını ısırdı, sesine yansıyan öfkeyi bastırmanın daha iyi olacağını düşündü. Ne de olsa ricada bulunan kişi kendisiydi.
“Bakıyorum da işin kolayını bulmuşsun” dedi Dean öfkeyle. “Beni öyle bir duruma düşürüyorsun ki parayı vermezsem kalleşlik etmiş olacağım. Ah, evet, itiraz etme. Öyleyse sana şunu söyleyeyim ki benim için üç yüz dolar bulmak o kadar kolay değil. O kadar fazla gelirim yok, sana istediğin parayı verdiğim zaman bütçem sarsılır.”
(…)
“Kahvaltı ettin mi?” diye sordu.
“Hayır, artık etmiyorum.”
“O zaman gidip birlikte edeceğiz. Para konusunu daha sonra bir karara bağlarız. Bu konudan sıkıldım. İyi vakit geçirmek için geldim ben doğuya. Haydi gel, Yale Kulübü’ne gidelim,” diye devam etti canı sıkkın bir halde, daha sonra fırça çekermiş gibi ekledi: “İşini bırakmışsın. Yapacak başka bir işin yok.”
“Biraz param olsa yapacak çok işim olurdu.” Dedi Gordon iğneli bir şekilde.
“Ah, Tanrı aşkına bırak bu konuyu bir süre! Bütün yolculuğumu gölgelemenin bir yararı yok. Al, sana biraz para vereyim.”
Cüzdanından beş dolarlık bir kâğıt para çıkardı ve Gordon’a attı, Gordon da parayı alıp dikkatlice katlayarak cebine koydu. Yanaklarına renk geldi, yüzü al al olmuştu, yüksek ateşle ilgisi yoktu bunun. Dışarıya çıkmadan önce bir an göz göze geldiler, o an her ikisi de gözlerini yere indirmek için bir bahane bulmuştu. Çünkü o an ikisi de birdenbire ve keskin olarak birbirlerinden nefret etmişti.
(Sayfa 82-90)
Aynı gece saat dokuzda iki kişi Altıncı Cadde’deki ucuz bir lokantadan çıktı. Çirkin, kötü beslenmiş iki kişi, son derece düşük zekaları hariç her şeyden yoksundular, hayata kendi başına renk katan o hayvansal canlılıktan bile iz yoktu onlarda; tuhaf bir ülkenin pis bir kentinde son zamanlarda haşerat istilasına uğramış haldeydiler, karınları açtı ve üşüyorlardı; yoksul ve kimsesiz; doğdukları günden beri bir odun parçası gibi sellerle sürüklenmişlerdi, öldükleri güne kadar da sürükleneceklerdi. Birleşik Devletler Ordusu’na ait üniformaları vardı üzerlerinde, omuzlarında da, üç gün önce karaya çıkan, New Jersey’den askere alınmış bir tümene ait nişanlar.
Uzun boylusunun adı Carol Key’di. Bu ad, kuşaklar boyunca ne kadar yozlaşarak sulanmış da olsa, onun damarlarında belli bir gizil güç taşıyan bir kanın aktığına işaret ediyordu. Ama insan o uzun, çenesiz yüze, donuk, sulu gözlere, çıkık elmacık kemiklerine uzun uzun bakabilir, o yüzde insana o adamın değerli atalara sahip olduğunu ya da doğuştan gelen yeteneklerinin bulunduğunu düşündürtecek bir şey bulamayabilirdi.
Yanındaki arkadaşı esmer, çarpık bacaklı biriydi, fare gözü gibi gözleri, çok engebeli, kanca gibi burnu vardı. Serkeş birine benziyordu ama bu besbelli ki yalancı bir görünüştü, her zaman içinde yaşadığı, o hırlaşma ve diş gösterme, fiziksel blöf ve fiziksel tehdit dünyasından ödünç alınmış bir savunma aracıydı. Adı Gus Rose’du.
Bu iki adamın tüm besini, onları ayakta tutan –ordu, iş, yoksullar yurdu gibi- bir kurumda geçirdikleri yıllara ve o kurumdaki en yakın üstlerine uzanan, geniz sesiyle savrulmuş bir hakaretti. O sabaha kadar bu kurum “devlet”ti ve en yakın üstleri de “yüzbaşım”dı – bu ikisiyle de ilgileri kalmamıştı, şimdi yeni bir köleliğe uyarlanmadan önceki hafif rahatsız dönemi yaşıyorlardı. Güvensiz, küskün, biraz da huzursuzdular. Sanki ordudan kurtulmak kendilerini çok rahatlatmış numarası yaparak bunu gizliyor, askeri disiplinin bir daha asla o özgürlük sever ve inatçı iradelerini esir almaması gerektiğine birbirlerini inandırmaya çalışıyorlardı. Gelgelelim, aslında bakılırsa, bu yeni ve tartışma götürmez özgürlüğü yaşamak yerine bir hapishanede olsalar daha rahat edeceklerdi.
(…)
Kalabalığın dış sınırına ulaştıklarında hemen ayırt edilmez bir parçası haline geldiler. Az çok kafayı bulmuş, düzensiz sivillerden, çok çeşitli tümenleri, çok çeşitli ciddiyet aşamalarını temsil eden askerlerden oluşan bir kalabalıktı, el kol hareketleri yapan, uzun siyah bıyıklı, ufak tefek bir Yahudi’nin çevresine toplanmışlardı, adam kollarını sallıyor, heyecanlı heyecanlı ama az ve öz söz söyleyerek nutuk çekiyordu. Key ile Rose, kalabalığın arasından olay mahallinin yakınına sokulmuşlar, derin bir kuşkuyla adamı süzerlerken adamın sözleri de ortak bilinçlerinin duvarından sızmaya başlamıştı.
“… Savaştınız da ne geçti elinize? diye haykırıyordu öfkeyle. “Çevrenize bakın, bakın! Zenginleştiniz mi? Cebiniz parayla mı doldu? Hayır, canınızı kurtarabildinizse ne mutlu size, iki bacağınızı da kurtarabildinizse çok şanslısınız; savaştan döndüğünüzde, parası olduğu için bedelini ödeyip askerlikten sıyıran bir adamla karınızın kaçmadığını öğrendiyseniz daha da şanslısınız! Kimin eline ne geçti, J.P Morgan ve John D. Rockefeller’dan başka?”
Tam o sırada ufak tefek Yahudi’nin nutku, sakallı çenesinin sivri ucuna yediği bir yumruğun hiç de dostça olmayan etkisiyle yarıda kesildi, adam geriye doğru sendeleyerek yere düştü. Yumruğu atan o iriyarı, nalbant asker, “Pis Bolşevik!” diye haykırdı. Kalabalıktan onaylama sesleri yükseldi, adamın çevresindeki çember daraldı.
Yahudi sendeleyerek ayağa kalktı, kalkmasıyla birlikte yarım düzine yumruğu yiyince yine yere yuvarlandı. Bu kez yerde kaldı, derin derin soluyordu, içten ve dıştan yırtılan dudağından kan sızıyordu.
(…)
Yürüyüş kolu Altıncı Cadde’de hızla ilerliyordu, ara sıra kalabalığa askerler, denizciler katılıyordu, bazen de siviller. Siviller kendilerinden beklenen şeyi, ordudan yeni ayrıldıklarını bağırarak söylüyordu, sanki yeni kurulmuş bir spor ve eğlence kulübüne giriş kartı gösterirmiş gibiydiler.
Daha sonra yürüyüş kolu, caddeyi kesen bir sokağa saparak Beşinci Cadde’nin yolunu tuttu, kızılların Tolliver Salonu’ndaki toplantısına gidildiği haberi yayıldı.
“Nerede o?”
Soru, yürüyüş kolunun ta önlerine kadar gitti ve oradan cevap geldi. Tolliver Salonu Onuncu Sokak’taydı. Orayı basmaya giden başka asker grupları da vardı, şu anda oraya ulaşmışlardı!”
(Sayfa 95- 99)