Flannery O'Connor: Kurtardığın Hayat Seninki Olabilir

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Flannery O'Connor ile devam ediyor.

06 Ocak 2022 - 14:32

FLANNERY O'CONNOR (25 Mart 1925- 3 Ağustos 1964)

1925'te Amerika'nın Georgia eyaletinde doğdu. On beş yaşındayken, deri vereminden mustarip olan babasını kaybetti. 1945'te Georgia Eyalet Üniversitesi'nden mezun oldu ve ertesi yıl Iowa Yazarlık Atölyesi'ne kabul edildi. 1951'de deri veremi teşhisi koyulması üzerine Georgia'daki aile çiftliğine geri döndü ve hayatının geri kalanını orada geçirdi. 

Hastalığıyla mücadele ettiği on üç yıl süresince yazdığı öyküler iki kitapta toplandı. Bunlardan ilki olan İyi İnsan Bulmak Zor 1955 yılında yayımlanırken, diğeri (Everything That Rises Must Converge) ölümünün ardından 1965 yılında yayımlandı. Kısa öykülerinin haricinde Wise Blood (1952) ve The Violent Bear It Away (1960) başlıklı iki roman da yazan O'Connor 1964 yılında hastalığının ilerlemesi sonucu öldü.

Yazarın Metis Yayınları tarafından okurla buluşturulan İyi İnsan Bulmak Zor isimli kitabından Kurtardığın Hayat Seninki Olabilir öyküsünden kısa bölümler yayımlıyoruz.

KURTARDIĞIN HAYAT SENİNKİ OLABİLİR

BAY SHIFTLET yollarından ilk geçtiğinde yaşlı kadınla kızı verandalarında oturmaktaydılar. Yaşlı kadın sandalyesinin ucuna kayıp günbatımının delip geçici güneşinden korunmak için elini gözlerine siper ederek öne eğildi. Kızı ise uzağı pek göremediğinden parmaklarıyla oynamayı sürdürdü. Bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde yalnızca kızıyla yaşamasına ve Bay Shiftlet’i daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen, uzaktan şöyle bir bakmak bile yaşlı kadının bu adamın zavallı bir berduş olduğunu, korkulacak biri olmadığını anlamasına yetmişti. (…)

Yaşlı kadın yerinden kımıldamaya gerek görmedi, anca adam bahçesine girdi girecek denli yaklaştığında bir elini kalçasında yumruk yaparak ayağa kalktı. Kızı -kısa, mavi bir organze elbise giymiş iri yapılı bir kız- adamı bir anda gördü, ayağa fırladı, parmağıyla adamı işaret ederek potinlerini yere vurmaya, heyecanlı heyecanlı anlamsız sesler çıkarmaya başladı.

Bay Shiftlet bahçenin hemen girişinde durdu ve alet çantasını yere bırakıp sanki kızın hiçbir özrü, garipsenecek bir yanı yokmuş gibi şapkasına hafifçe dokunarak ona selam verdi; ardından yaşlı kadına döndü ve onu da şapkasını başından tamamen çıkarıp sallayarak selamladı. 

(…)

Bay Shiftlet’ın soluk, keskin bakışları bahçedeki her şeyin -evin köşesindeki tulumbanın ve üç-dört tavuğun tünemeye hazırlandığı koca incir ağacının- üzerinde çoktan dolaşmış, şimdi bir otomobilin dörtgen, paslı arkasının göründüğü bir barakaya kaymıştı. “Araba kullanıyor musunuz bayanlar?” diye sordu.

“O araba on beş yıl var, çalışmıyor,” dedi yaşlı kadın. “Kocamın öldüğü gün, o da çalışmayı bıraktı.”

“Eee, artık hiçbir şey eskisi gibi değil bayan,” dedi adam. “Dünya çürüdü çürüyecek.”

“Orası öyle,” dedi yaşlı kadın. “Buralardan mısın?”

“Adım Tom T. Shiftlet,” diye mırıldandı adam, arabanın lastiklerine bakarak.

“Tanıştığıma memnun oldum,” dedi yaşlı kadın. “Ben de Lucynell Crater, bu da kızım Lucynell Crater. Buralarda ne arıyorsun Bay Shiftlet?”

Adam arabanın 1928 ya da 29 model Ford olduğuna hükmetti. (…)

“Bayan,” dedi adam, “insanlarda yalanın bini bir para… Sana adamın tekiyim işte desem, en doğrusu o olur belki; ama bir düşünsene bayan,” deyip durakladı, sonra sesini daha da korkutucu bir hale getirerek devam etti, “adam dediğin nedir ki?”

Yaşlı kadın bir tohum çiğnemeye başladı. “O kalay çantada ne taşıyorsun Bay Shiftlet?”

“Aletlerimi,” dedi adam lafını bitiremediğine sıkılmış gibi. “Marangozum ben.”

“İyi madem, buralara çalışmaya geldiysen sana yemekle yatacak yer verebilirim, ama para veremem. Onu baştan söyleyeyim,” dedi yaşlı kadın.

Adam hemen cevap vermedi, yüzündeki belirsiz ifadeden de ne düşündüğü anlaşılmıyordu. Verandanın çatısını destekleyen altmışa yüz yirmilik kazıklardan birine yaslandı. “Bayan,” dedi yavaşça, “bazı insanlar vardır ki, birtakım şeyler onların gözünde paradan çok daha önemlidir.” Yaşlı kadın bir şey demeden sandalyesinde sallanıyor, kızı ise adamın boğazında bir aşağı bir yukarı inip çıkan âdemelmasını seyrediyordu. Adam insanların çoğunun gözlerinin paradan başka şeyi görmediğini anlattı yaşlı kadına, ama insan bunun için mi yaratılmıştı ki? İnsan para için mi yaratılmıştı, yoksa başka şey için mi? Peki ya kendisi ne düşünüyordu, o ne için yaratılmıştı? Yaşlı kadına bunu sordu, ama kadın cevap vermedi, için için tek kollu bir adamın çiftlik evinin damını aktarıp aktaramayacağını merak ederek oturduğu yerde sallanmakla yetindi. Adam kadının yanıtlamadığı daha bir sürü soru sordu. Kadına yirmi sekiz yaşında olduğunu, girip çıkmadığı iş kalmadığını anlattı. (…)

“Evli misin bekâr mısın?” diye sordu yaşlı kadın.

Uzun bir sessizlik oldu. “Bayan,” dedi adam nihayet, “bugünlerde anasından temiz süt emmiş saf bir kadın bulmak kolay mı? Yoldan toplayabileceğim o süprüntüleri koluma takacak değilim ya.”

Kız iyice aşağı eğilmiş, başını neredeyse dizlerinin arasına sarkıtmış, biraz daha eğilse yerleri süpürecek saçlarının arasında açtığı üçgen bir gedikten adamı izliyordu ki birden boş bir çuval misali yere kapaklandı ve inildemeye başladı. Bay Shiftlet kızın yanına koştuğu gibi onu yerden kaldırdı, sandalyesine geri oturmasına yardım etti.

(...) Bay Shiftlet’ın gözü otomobilin karanlıkta uzaktan uzağa parıldayan tamponunun bir parçasına takılıp kalmıştı. “Bayan,” dedi, kısa kolunu sanki onunla evi, bahçeyi ve tulumbayı işaret edebilirmişçesine kaldırarak, “bu çiftlikte tamir edemeyeceğim hiçbir şey yok, kırık bozuk ne varsa yeter ki bana söyle, sana hepsini gıcır gıcır yapayım. Çürük de olsam çolak da en nihayetinde bir erkeğim ne de olsa. Daha da önemlisi,” dedi söyleyeceği şeyin önemini vurgulamak için parmaklarını yere vurarak, “namuslu bir kafa yapım var.” Bunu demesiyle yüzü karanlıktan birden sıyrılıp kapı aralığından sızan bir ışık huzmesinin içinde belirginleşti ve bu olanaksız gerçeğe kendi de pek şaşmış gibi kadına bakakaldı.

Yaşlı kadın bu ifadeden etkilenmemişti. “Diyorum ya, burada kalır, karın tokluğuna çalışırsın,” dedi, “tabii şu arabada yatıp kalkmaya aldırmazsan.”

“O da bir şey mi ki bayan,” dedi adam sevinçle sırıtarak, “eskinin keşişleri mezarlarında uyurlarmış!”

“Onlar bizim kadar ileri değildi de ondan,” dedi yaşlı kadın.

Ertesi sabah çiftlik evinin çatısında işe koyuldu, o çalışırken kadının kızı Lucynell de bir kayanın üzerine oturup onu izledi. Orada daha haftasını doldurmadan, adam çiftliğin yüzünü gözle görülür şekilde değiştirmişti bile. Öndeki ve arkadaki basamakları onarmış, yeni bir domuz damı yapmış, bir çiti tamir etmiş, ömründe ağzından tek kelime çıkmamış, duvar gibi sağır Lucynell’e “kuş” demeyi öğretmişti. Pembe yüzlü kız irisi, durmadan “Ççkuşş kkukuşşş” deyip el çırparak nereye gitse adamın peşinden geliyordu. Yaşlı kadın onları uzaktan izliyor, içten içe seviniyordu. Bir damada kavuşmak için yapmayacağı şey yoktu.

(…)  Yaşlı kadının üç dağı koyu mavi göğe karşı kapkara yükseliyor, sürekli çeşit çeşit gezegenin, tavuklarla halleşmesini bitirdiğinde de ayın ziyaretine uğruyordu. Bay Shiftlet çiftliği hale yola koyabilmiş olmasını burayı sahiplenerek çalışmasına bağlıyor, bunun önemine dikkat çekiyordu. Bu gidişle, yakında otomobili bile çalışır hale getireceğini söylüyordu.

Kaputu kaldırıp motoru iyice incelemiş ve bu arabanın, dediğine göre otomobilin otomobil olduğu, adam gibi yapıldığı zamanlarda üretildiğini bir bakışta anlamıştı. (…)

Bay Shiftlet dünyanın sorununun kimsenin hiçbir şeyi umursamaması, sabretmeyi bilmemesi, sıkıntıya gelememesi olduğunu söylüyordu. Şayet bunu ciddiye almış olmayaydım, sabretmesini bilmeyeydim, Lucynell’e ağzından kelime çıkarmasını öğretmeyi hayatta başaramazdım, diyordu.

“Ona başka bir kelime daha öğretsene,” dedi yaşlı kadın.

“Ne demesini istiyorsun? Söyle de ona göre öğreteyim.”

Yaşlı kadının yüzüne kocaman, dişsiz ve imalı bir gülümseme yayıldı. “‘Tatlım’ demeyi öğret madem ona,” dedi.

Bay Shiftlet kadının aklından geçeni çoktan sezmişti.

Ertesi gün otomobili tamir etmeye koyuldu ve akşamleyin, bir vantilatör kayışı alırsa, onu çalışır hale getirebileceğini söyledi kadına.

Yaşlı kadın ona kayışın parasını vereceğini söyledi. (…)

Ertesi gün adam kasabaya indi, ihtiyacı olan parçalardan başka bir teneke de benzin alıp geri döndü. Günbatımına yakın, barakadan dehşet gürültüler yükselmeye başladı ve yaşlı kadın Lucynell’in bir yerlerde nöbet geçiriyor olduğunu sanarak evden dışarı fırladı. Lucynell bir kümes sandığının üzerinde oturmuş, “Ççkuşş kkukuşşş” diye bas bas bağırarak ayaklarını yere vuruyor, lakin arabanın gürültüsü kızın kopardığı yaygarayı bastırıyordu. Araba bir dizi pat pat sesi eşliğinde atılgan ve heybetli bir şekilde ilerleyerek barakadan çıktı. Bay Shiftlet sürücü koltuğunda dimdik oturuyordu. Sanki az önce bir ölüyü diriltmiş gibi ciddi bir tevazu okunuyordu yüzünde.

O gece verandada sallanırken yaşlı kadın lafı dolandırmadan hemencecik konuya girdi. “Sen kendine saf bir kız arıyorsun, öyle mi değil mi?” diye sordu halden anlarca. “O süprüntüler gözünde değil senin.”

“Evet bayan, değil elbet,” dedi Bay Shiftlet.

“Şöyle ağzı dili olmayan,” diye sürdürdü lafını kadın, “sana cevap yetiştirmeyecek, yerli yersiz konuşup edepsizlik etmeyecek bir kız. Sana böylesi lazım işte. Daha aramaya hacet yok, aha aradığın kız,” dedi ve sandalyesinde bağdaş kurmuş, elleriyle iki ayağını birden tutarak oturan Lucynell’i işaret etti.

“Doğru diyorsun,” diye kabullendi adam. “Hiç başımı ağrıtmazdı.”

“Eğer istersen,” dedi yaşlı kadın, “cumartesi, üçümüz arabayla kasabaya iner evlenir geliriz.”

Bay Shiftlet merdivenlerde kaykılıp daha rahat bir pozisyon aldı.

“Şu anda evlenecek durumum yok,” dedi. “Evlenmekle bitmiyor ki, sonra en ufak şey yapmak istesen para lazım, oysa ben meteliğe kurşun sıkıyorum.”

“Parayı ne edeceksin ki?” diye sordu kadın.

“Bu işler parasız olmaz,” dedi Bay Shiftlet. 

(…) “Diyeceğim, insanın ruhu onun için her şeyden daha değerlidir,” diye devam etti. “Parayı marayı düşünmeden karımı hafta sonu bir yerlere götürebilmeliyim ben. Ruhumun beni sürüklediği yere gitmeliyim.”

“Hafta sonu gezmesi için sana on beş dolar veririm,” dedi yaşlı kadın aksi bir sesle. “Bundan fazlası elimden gelmez.”

“O dediğin benzinle otele bile zor yetişir,” dedi adam. “Karımın karnını doyurmaz.”

“On yedi buçuk olsun,” dedi yaşlı kadın. “Başka da param yok, o yüzden boşuna sinekten yağ çıkarmaya uğraşma. Bir öğle yemeği yersiniz olur biter.”

“Sinekten yağ çıkarma” lafı Bay Shiftlet’ı derinden yaralamıştı. Kocakarının şiltesinin altında saklı daha bir sürü parası olduğundan adı gibi emindi, ama ona parasında gözü olmadığını söylemişti bir kere. “İdare edeceğim artık,” deyip ayağa kalktı ve pazarlığı daha fazla uzatmadan çekip gitti.

Cumartesi günü üçü, boyası daha tam kurumamış arabaya doluşup kasabaya indi ve Bay Shiftlet ile Lucynell yargıcın bürosunda yaşlı kadının şahitliğinde evlendi. 

(…)

Karı koca gitmeye hazır vaziyette arabaya bindiğinde yaşlı kadın elleri cama sıkı sıkı yapışmış halde durup gözlerini içeri dikti. Gözlerinden yan yan süzülen yaşlar, yüzündeki pis kırışıklıklar boyunca akmaya başladı. “Bugüne dek iki gün üst üste ayrı kaldığım olmadı ondan,” dedi.

Bay Shiftlet arabayı çalıştırdı.

“Başka bir adam istemiş olsa şuradan şuraya bırakmazdım onu ya senden yana içim rahat, ona gözün gibi bakacağını biliyorum. Güle güle git anacığının kuzusu,” dedi kızın beyaz elbisesinin yenini kavrayarak. Lucynell dosdoğru anasına bakıyordu bakmasına ya, yine de onu hiç görmez gibiydi. Bay Shiftlet gaza hafifçe basıp da arabayı hareket ettirince kadın da ellerini çekmek zorunda kaldı.

Bulutsuz ve açık öğle havası, soluk mavi bir gökle çevrelenmişti. Araba saatte çok çok kırk beş-elli kilometre yapabiliyor olmasına rağmen kâh enfes yamaçlardan tırmanmanın, kâh bayır aşağı vurmaların, kâh keskin virajların hayaline dalan Bay Shiftlet kafasında da keskin bir viraj alarak sabahki keyifsizliğini büsbütün unuttu. Oldum olası bir otomobile sahip olmak istemiş, ama ne gücü ne imkânı bugüne dek buna yetmemişti. Arabayı çok hızlı sürüyordu çünkü karanlık çökmeden Mobile nehrine varmak niyetindeydi.

Arada bir düşüncelerinden başını almayı başarabildiğinde yanındaki koltukta oturan Lucynell’e bakıyordu. Kız evin bahçesinden çıkmalarıyla birlikte yolluğu gövdeye indirmiş, şimdi de şapkasındaki kirazları teker teker koparıp camdan dışarı atıyordu. Altındaki arabaya rağmen içi bunaldı. Yaklaşık yüz altmış kilometreyi geride bırakmıştı ki kızın karnının yeniden acıkmış olacağına kanaat getirdi. Yollarına çıkan bir sonraki küçük kasabada, Sıcak Ocak adlı gümüşe boyalı bir lokantanın önünde durup kızı içeri götürdü ve ona jambonla mısır lapası söyledi. Yol uykusunu getirdiğinden, kızcağız daha tabureye oturur oturmaz başını tezgâha yaslayıp gözlerini yumdu. Sıcak Ocak’ta Bay Shiftlet ile tezgâhın ardında duran çocuktan -omzundan yağlı, paçavra gibi bir bez sarkan solgun yüzlü bir genç- başkaca kimse yoktu. Oğlan daha yemeği önüne koyma fırsatını bulamadan, kız usulca horlamaya başlamıştı.

“Uyandığında verirsin yemeğini,” dedi Bay Shiftlet. “Ben hesabı şimdiden göreyim.”

Oğlan kızın üzerine eğilip pembeli altın sarısı uzun saçlarına ve yarı kapalı uykulu gözlerine baktı uzun uzadıya. Neden sonra başını kaldırdı ve Bay Shiftlet’ı süzdü. “Gökten inmiş bir meleğe benziyor,” diye mırıldandı.

“Otostopçu,” diye açıkladı Bay Shiftlet. “Oyalanacak vaktim yok. Bir an önce Tuscaloosa’ya gitmem lazım.”

Oğlan yeniden kızın üzerine eğildi ve o altın saçların bir teline adeta incitmekten korkarcasına parmağını değdirdi, o arada da Bay Shiftlet kapıdan çıkıp gitti.


ARŞİV