Florbela Espanca: Gerisi Sadece Koku

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Florbela Espanca ile devam ediyor.

12 Ocak 2024 - 11:05

FLORBELA ESPANCA (8 Aralık 1894- 8 Aralık 1930)

Modern Portekiz edebiyatının en özgün isimlerinden olan Florbela Espanca 1894’te Portekiz’de doğdu. On beş yaşında bir annenin kızı olarak, çok zor koşullarda başladığı hayatını, toplumun ahlaki dayatmalarıyla ve kadınlara karşı önyargılarıyla mücadele ederek geçirdi.

Yüzlerce öğrenci arasında az sayıdaki kadından biri olarak Lizbon Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Lizbon'da öğretmenlik yaptı ve yayıncılar tarafından yayınlanan Fransızca'dan Portekizce'ye çeviriler yaptı. Bilinen ilk şiiri “Yaşam ve Ölüm”ü sekiz yaşında yazdı.

İlk eseri Acıların Kitabı’nı 1919 yılında yazdı. Portekiz’in ilk feministlerindendi. Portekizli yazar Fernando Pessoa bir ağıtında Espanca'dan "Rüya gören ruh / İkiz kız kardeşim" diye bahsetmişti.

Kardeşinin bir araba kazasında ölmesinin ardından birkaç kez intihara kalkıştı. Umutsuzluğu, akciğer ödemi teşhisi konulduktan sonra daha da kötüleşti ve 36. doğum gününde hayatına son verdi.

Yazarın Everest Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Ölüler Geri Dönmez” isimli öykü kitabından “Gerisi Sadece Koku” isimli öyküyü paylaşıyoruz.

GERİSİ SADECE KOKU

“Hayatımın bu acılı döneminde,” diye devam etti arkadaşım; “hani apaydınlık, tıka basa dolu bir meydanda insana arkadan alçakça saldırırlar ya; zaman zaman bir cümlenin ya da bir gülüşün tam ortasındayken işte tam böyle, aniden çullanan krizlere karşı en faydalı teselliyi, en kesin sonuç veren ağrı kesiciyi nerede bulduğumu biliyor musun?”

Arkadaşım, kır eviyle malikâne arası, denize nazır o güzel ve romantik evinin terasında, ona tuhaf bir çekicilik katan, kendine has karanlık ciddiyetiyle yanıma sokulup bu garip soruyu sormuştu.

O sıcak ağustos öğleden sonrasında yalnızdık, yüzümüz denize dönük, kıyının bu kısmında hemen hiç kesilmeyen rüzgârların ulaşamadığı bir yerde, bizi dünyanın geri kalanından ayıran kırmızı beyaz çizgili tentenin yanında, hasır şezlonglara uzanmıştık rahatça; yanımızda zarif, hasır bir sehpanın üstünde, dağınık ve narin kasımpatılara benzeyen aster çiçeklerinden koca bir demet, Mor'un Bouddha Vivant kitabı, sayfaların arasında bir fildişi bıçak, bir yün çilesinin bağıran yeşili: elişi, yanından ayırmadığı tığ işi. (…)

Sıcaktan, tembellikten, içinde bulunduğumuz mutluluk dolu kayıtsızlıktan ya da öğle üstü iyi bir yemekten sonra bastıran o zihinsel ya da fiziksel güçsüzlükten dolayı uykulu uykulu, cevap vermeden baktım ona.

“Delinin tekinin sözleri,” diye basitçe kestirip attı.

Kararsız ve garip biri olduğundan kimse işi nereye vardıracağını bilemezdi; ilk iddiaları hep fantastik sonuçlara varırdı; o tepeden bakan, anlaşılmaz ruhunun çarpıtmalarıyla ileri sürdüğü fikirler olguları hepimize anlaşılmaz kılar, her şey iyice belirsizleşirdi. Arkadaşımın içinde Mark Twain ile Edgar Poe kol kola yürürdü âdeta.

Biz hepimiz, hayatlarının en acı dolu zamanlarında teselliyi ya da onun deyimiyle ağrı kesiciyi dinde, yani tüm yaraları iyileştiren bu harika merhemde, en katı biçimiyle görev bilincinde, aşkta, kendini hem yakınları hem başkaları için feda etmede, hayır işlerinde, sanatta arayan kadınlar tanımışızdır; fakat kendisini suyun üstünde tutacak tek can simidi onlarmışcasına bir delinin sözlerine tutunan o kadını hanginiz tanıyorsunuz? Pekâlâ, ben tanıdım onu ve bana anlattıklarını, o sıcak ağustos öğleden sonrasında duyup da bir daha unutamadıklarımı anlatacağım size. Belki bazılarınızın işine yarar... Her şey mümkündür.

“Onunla, çok az insanın bildiği, tüm manzaranın günün belli saatlerinde vecde eren ermişlerin havasına büründüğü, nesnelerin ruhunun adeta şekillerin hareketsizliği aracılığıyla konuştuğu güzel Alentejo yöresinin küçük bir köyünde tanıştım.

Çok uzun boylu, temiz pak, her daim iki dirhem bir çekirdek, ara sıra konuşurken eliyle düzleştirdiği dolgun, beyaz, dalgalı saçları olan yaşlı bir adamdı bu. Anlatılanlara göre soylu, iyi bir aileden geliyormuş. Nereden geldiği bilinmeyen babası bir gün öylece ortaya çıkıvermiş, yıllar sonra da orada ölmüş. Ben onunla tanışamadım tabii ki. Hayatına dair şu ilginç ayrıntıyı belli belirsiz hatırlıyorum: Hava kararırken kalkar, günün ilk saatlerinde yatarmış; bütün hayatını gece yaşarmış. Neredeyse sürekli Yunan ve Latin şairleri okurmuş, çok bilgiliymiş ve kimseyle konuşmazmış. Onun gibi tuhaf olan oğlu, zamanla, yavaş yavaş aklını yitirmiş; fakat çok sakin, çok tatlı, çok terbiyeli olduğu ve kimseyi rahatsız etmediği için onu kendi haline bırakmışlar, hiç huzursuz etmemişler.

İşte bu oğul benim biricik dert ortağım, en büyük düşkünlüğüm haline gelmişti; aynı zamanda köpeğim, kitabım, samimi bir arkadaşım, ova boyunca yaptığım uzun yürüyüşlerimin yoldaşıydı.

Uzun saatler boyunca sessizce sokaklarda dolaşır, bizi çevreleyen her şeyi iştahla içimize çekerdik. Ailem, özellikle de babam, bu tuhaflığı kabullenemiyordu ve en başlarda bu saçmalıkla, bir deliyi en yakın arkadaşım edinme çılgınlığımla umarsızca savaştı da; fakat tuhaf huylarıma alışkın olduğu için ve ben, onların dediği gibi, her şeyi herkesten farklı yaptığım için, beni ve deli arkadaşımı sonunda rahat bıraktılar. Onun gibisi bir daha hiç olmadı... ve bugün, hatırladığım tüm o sözleri, size de söylediğim gibi en büyük tesellimdir, bazen bir cümlenin ya da bir gülüşün ortasında üzerime ansızın çullanan krizlere karşı en iyi ağrı kesicilerimdir onlar.

Gözlerimi kapattığımda sanki onu en son daha dün görmüşüm gibi geliyor. Sohbetlerimiz hep uzun monologlar şeklinde olurdu: O konuşurdu, ben dinlerdim. Hiçbir kitapta bu kadar yüce ve yüksek bir maneviyat taşıyan, bu kadar güzel cümleler, böylesine trajik bir şekilde insanı teselli eden fikirler okumuşluğum yoktur. Kelimeleri su gibiydi: yanmış kavrulmuş köklere düşen bir damlacık, yerdeki bitkilere kehanetler fısıldayan bir dere, her şeyi önüne katıp götüren azgın bir nehir.

(…)

Başka zamanlar zeytinliklere giderdik, öyle üzüntülü, öyle üzüntülü topraklardı ki bunlar, bütün atmosfer kederli gelirdi; ışık bile hüzünlüydü. Kana bulanmış gibi görünen çamurlu topraklarda zeytinliklerin gri benekleri. Bir Allahın kulu yok... hiçbir ses duyulmuyor... Dünyanın dışında ama onunla iletişim halinde gibiydi insan, hayatın hem içinde hem dışında, boşlukta çılgınca kanat çırpmanın o tuhaf ve muzaffer sarhoşluğunda, fakat yine de tutsak olmanın derin dehşeti içinde! Toprak çok üzgün, çok hüzünlü, öyle ki insanlar üzerinde yürümekten bile üzüntü duyuyor; yaptığımız gezintilerde, her adımda, âdeta bir keresinde zavallının biriyle alay etmişlerin mahcubiyetini ve pişmanlığını da sürüklüyorduk beraberimizde. Ellerimiz ister istemez o zavallıyı yerden kaldırıp yavaşça dudaklarımızın hizasına yükseltme hareketini çiziyordu; onu o alçakgönüllü, mülayim haliyle görmekten, sahip olduğu bütün iyiliği merhametle veren, tüm o eprimiş çul çaputlarını kibirli zenginlerin ellerine yılmadan sunan bir zavallının karşısında olmaktan dolayı derin ve acı dolu bir utanç içindeydik.

Yaz mevsiminin uzayıp giden alacakaranlıklarını sık sık berrak dolunay geceleriyle harmanlardık. Uzaklarda olurduk; geceleri geç dönerdik eve. Ay ışığı bozkırdaki her geyi bir sel gibi kaplardı ve biberiyeler, ladinler, fundalıklar ve tüm kurumuş çalılar, bir sürahiden taşan tertemiz bir suymuş gibi içerdi o ışığı. Kimi zaman öylesine beyaz, öylesine saf bir uhrevilikle, öylesine cisimsizleşirdi ki ay ışığı, sular altındaki ova, üzerine kutsanmış ekmeklerin dizildiği bir sunak örtüsünü andırırdı.

Zeytinliklerde ise her şey daha da güzel olurdu. Deli arkadaşım huzur içinde gülümserdi. Ay işığı kimse onu dışarı çıkarmasın diye, parmak uçlarına basa basa, gizlice girerdi içeri... Ya ağaçlar, az önceki o hüzünlü zeytin ağaçları?..

(…)

Akşam inerken yorgun düştüğümüzde, bir zeytin ağacının çürümüş gövdesine, yıkılmakta olan bir duvarın üzerine veya tozlu bir yolun kıyısına otururduk. Deli arkadaşım, alacakaranlığın gölgelerinde eriyen uzak ufka doğru kolunu uzatıp, uzun beyaz saçlarını düzelterek konuşmaya başlardı. Ben ise ellerim kucağımda, hiç kıpırdamadan dinlerdim.

 

Nisanda bir öğleden sonra, evimin yakınlarında bulunan, yol kenarındaki küçük bir malikânenin duvarı üzerinde oturuyorduk. Daha gün gibi aklımda! O hep aynı ve hep değişen dalgaların üzerindeki o mütevazı manzara hep gözlerimin önündedir: bir duvar, çiçeklenmiş bir leylak ve sahneye can katan o ve ben.

O gün arkadaşım yine kıpır kıpırdı, ilkbahar perisi, tıpkı genç gövdelerde olduğu gibi yaşlı gövdelerde de yürüyüp çiçek vermek isteyen özsuyundan onun da payına düşeni getirmeyi unutmamıştı belli ki. Uzun zamandır onun o tuhaf kendini ifade etme biçimine alışmış olmama rağmen, o gün öğleden sonra, kelimelerinin anlamını bir türlü bütünüyle anlayamamıştım. Çok uzun bir süre, o büyü ve sihir sözcüklerinin neden zihnime gizemli semboller gibi kazındığını kavrayamadım, bunun anlamını ancak neden sonra çözebilecektim.

‘Görüyor musun?’ demişti uzanan ufku işarete ederek. 2Hayır sen göremiyorsun! Senin algın, ancak zavallı duygularının sana sunduğu nesneleri, onların sunduğu biçimde görmeye yeter. Bunu herhangi bir felsefe kitabında okursun.

Kant dedikleri, hayatını bunu anlatarak geçirdi. Parmaklarının dokunduğu, gözlerinin ve kulaklarının bir illüzyonundan ibarettir. Ağaçlar? Nedir ağaçlar? Kayalar? Toz toprak? Nedir bu? Dünyadır!... Ve sen dünyayı görürsün! Dünyayı insanlar yarattı! Tek bir ağaçtan orman yarattılar, tek bir kayadan tapınak, üzerine yıldız tozu sepelediler ve işte, al sana dünya! Oysa ne ağaç var, ne kaya, ne tapınak, ne de orman, hiçbiri, hatta yıldızlar da yok. Bak söylüyorum sana, hiçbir şey yok. Sen hiçbir şey bilmiyorsun. Bilenler ölülerdir. Diriler onlara gölgeler derler. Diriler gölgeleri bir kutuya kor, anahtarla kilitler, sımsıkı çiviler, lehimler, yerin dibine, ta dibine indirirler, gölge gider, gerisi kalır... Oralarda yürüyenler onlardır, sen onları duyarsın. Ağaç yok, kaya yok, hiçbir şey yok: Ölüler var. Yaşamı yaratanlar ölülerdir; mezarların içinde hiçbir şey yok. Ben şimdi gördüklerimi, ölülerin gördüklerini anlatmak isterdim sana ama yapamam. Sözcüklerin, görüp duyduklarının ötesinde bir önemi yok; sözcükler mezardır: İçleri boştur. Bak,' dedi ve gökkubbede parlamaya başlayan ilk yıldızları işaret etti, insanlar der ki, onlar yıldızdır... peki neden bunlar bir kelebeğin kocaman kanadından dökülen altın tozları olmasın ki? Söylemek istediğim şu ki dünyanın içinde yaşam var. Ölüler bilir. Ben biliyorum. Ölüler binlerce parmaklarının ucuyla gözlerime dokundular, onları içime gömdüler ve bakmamı istediler... gördüm. Asırdan asıra, görebilen diriler çıkıyor. İnsanlar bunlara aziz, peygamber, sanatçı, öncü diyor. İnsanlar mürekkep lekeleri ve çizgilerin sonsuzluğuyla hikâyelerini yazıyor... ve anlatıyor, yorumluyor, açıklıyorlar! Ah, çok yazık, bırak da güleyim! Jeanne d'Arc... Pascal... Savonarola... Jan Hus... Vinci... Ah Tanrım! Yaşıyorsun ama hayatı bilmiyorsun. Onlar biliyorlardı, gözleri kapalı olsa bile, hayatın içinde. Diğer ölüler de biliyor. Bak”, deyip birden bir demet leylak kopardı ve koklamam için uzattı, “koku! Hayat bu leylak demetidir... Başka bir şey değil... Gerisi sadece kokudur...”

***

“Gerisi koku...” diye yavaşça tekrarladı arkadaşım günün ilk yelkenlileri denizi yararken. Ve onu ilk kez, elleri kucağında, beni ve her şeyi unutmuş bir halde, kıpırtısız gördüm.


ARŞİV