FRANCES HODGSON BURNETT (24 KASIM 1849- 29 EKİM 1924)
Doğum adıyla Frances Eliza Hodgson, 1849 yılında İngiltere’de doğdu. Babasının 1854 yılındaki ölümünden sonra zor koşullarda bir çocukluk geçirdi. 1865 yılında ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti. On dokuz yaşında ailesine destek olmak amacıyla hikâyeler yazmaya başladı ve Amerika’ya taşındıktan üç yıl sonra hikâyeleri dönemin önemli dergilerinde yayımlanmaya başladı. İlk romanı That Lass o' Lowrie's 1877’de yayımlandı. 1886’ya yazdığı Küçük Lord onun popüler bir yazar olmasını sağladı. Kitap kısa sürede yarım milyondan fazla sattı.
“Küçük Lord”, “Küçük Prenses” ve “Gizli Bahçe” kitapları hâlâ en çok okunan çocuk klasikleri arasındadır. Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Gizli Bahçe isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
GİZLİ BAHÇE
Mary Lennox, eniştesiyle yaşamak üzere Misselthwaite Malikânesi’ne gönderildiğinde, onun şimdiye kadar gördükleri en rahatsız edici çocuk olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Haklıydılar da. Yüzü süzgün, vücudu çelimsiz, incecik saçları seyrek, suratı asıktı. Hindistan’da doğduğu ve bir şekilde hep hasta olduğu için saçlarıyla yüzü aynı sarılıktaydı. Babası İngiliz hükümetinde önemli bir konumdaydı. O da her zaman hasta ve meşgul bir adamdı. Annesi ise yalnızca davet davet dolaşıp neşeli insanlar arasında vakit geçirmekle ilgilenen güzeller güzeli bir kadındı. Çocuk sahibi olmayı hiç istememişti. Mary doğduğunda da onu Ayah’ın, yani Hintli bir dadının ellerine bırakmıştı. Ayah, eğer Mem Sahib’i yani Hanımefendi’yi memnun etmek istiyorsa çocuğu mümkün olduğunca gözden uzak tutması gerektiğini anlamıştı. Böylece hem çabuk hastalanan, mızmız, çirkin bir küçük bebekken hem de tıpış tıpış yürüyen hastalıklı, huysuz bir ufaklıkken gözlerden uzak tutulmuştu. Ayah’ın ve diğer yerli çalışanların esmer yüzleri dışında hiçbir tanıdık yüz gördüğünü hatırlamıyordu. Onlar da Hanımefendi çocuğun ağlamasından rahatsız olup sinirlenir diye Mary ne isterse yapıyorlardı. Bu yüzden altı yaşına geldiğinde olabilecek en zorba ve bencil çocuğa dönüşmüştü. Okuma yazma öğretmeye gelen genç İngiliz mürebbiye çocuktan hiç hoşlanmamış, üç ayda işi bırakmıştı. Onun yerine gelen diğer mürebbiyeler ilkinden de daha kısa süre dayanabilmişti. Öyle ki eğer Mary kitap okumayı canıgönülden istemeseydi, alfabeyi asla sökemeyecekti.
Aşağı yukarı dokuz yaşındayken, kavurucu sıcaklıktaki bir sabah, çok aksi bir ruh haliyle uyandı ve yatağının yanında duran hizmetçinin kendi Ayah’ı olmadığını görünce daha da aksileşti.
“Sen de nereden çıktın?” diye sordu yabancıya. “Git buradan ve bana Ayah’ımı gönder.”
Kadın korkmuş bir halde kekeleyerek Ayah’ın gelemeyeceğini söyledi.
(…)
O sabah ortalıkta gizemli bir hava vardı. Hiçbir şey olağan düzeni içinde değildi ve hizmetçilerin bir kısmı ortada yoktu. Mary’nin gözüne çarpanlar da ya sıvışıyor ya da beti benzi atmış şekilde etrafta koşuşturuyorlardı.
(…)
Bundan sonra yaşanan olaylar dehşet vericiydi, Mary gizemli havanın nedenini anlamıştı. Kolera en şiddetli haliyle patlak vermişti. İnsanlar peş peşe ölüyordu. Ayah da gece hastalanmış ve az önce ölmüştü, hizmetçiler bu yüzden ağlıyordu. Bir gün içinde üç hizmetçi daha öldü, diğerleri de dehşet içinde kaçtılar. Her tarafta panik vardı, her bungalovda birileri ölüyordu.
Ertesi gün yaşanan kargaşa ile şaşkınlık sırasında Mary odasına saklandı ve tamamen unutuldu. Onu düşünen, umursayan kimse yoktu ve hiç anlayamadığı tuhaf şeyler oluyordu.
(…)
Uyanınca yattığı yerde gözlerini duvara dikti. Eve derin bir sessizlik hâkimdi. Hiç bu kadar sessiz olduğunu görmemişti.
(…)Kısa bir süre sonra, önce bahçede sonra da verandada ayak sesleri duydu. Sesler erkeklere aitti, bungalova girip alçak sesle konuştular. Onları karşılayan kimse olmadı, anlaşılan kapıları açıp odalara bakıyorlardı.
İçlerinden birinin, “Tek bir canlı kul yok!” dediğini duydu. “O güzel kadın... Sanırım çocuk da. Bir çocuk olduğunu söylediler, gerçi gören olmamış.”
Birkaç dakika sonra çocuk odasının kapısını açtıklarında Mary odanın ortasında duruyordu. Suratsız, aksi bir ufaklıktı. Acıkmaya başlamıştı ve utanç verici bir şekilde ihmal edilmiş olduğundan kaşlarını çatmış somurtuyordu. İçeri giren ilk adam, bir keresinde babasıyla konuştuğunu gördüğü iri yarı bir subaydı. Yorgun ve endişeli görünüyordu. Kızı fark edince o kadar şaşırdı ki neredeyse geriye doğru sıçradı.
“Barney!” diye seslendi. “Burada bir çocuk var! Tek başına! Hem de böyle bir yerde! Tanrı aşkına, kim bu!”
“Adım Mary Lennox” dedi küçük kız, gururlu bir tavır takınarak. Adamın, babasının evi için “Hem de böyle bir yerde!” demesine bozulmuştu. “Herkes koleraya yakalandığında ben uyuyakaldım ve yeni uyandım. Neden etrafta kimse yok?”
Adam yanındakilere dönerek, “Bu kimsenin görmediği o çocuk!” diye bağırdı. “Resmen unutulmuş!”
“Beni nasıl unuturlar?” diye sordu Mary, ayağını öfkeyle yere vurarak. “Neden kimse gelmiyor?”
Adı Barney olan genç adam ona acıyarak baktı. Hatta Mary adamın gözyaşlarını savuşturmak için gözlerini kırpıştırdığını düşündü.
“Zavallı ufaklık!” dedi. “Gelecek kimse kalmadı.”
Mary annesiz ve babasız kaldığını işte böyle garip ve beklenmedik şekilde öğrendi. İkisi de ölmüş ve gece götürülmüşlerdi. Hâlâ hayatta olan birkaç hizmetçi ise evi öyle bir telaşla terk etmişti ki hiçbiri Missie Sahib’i düşünecek durumda değildi. Ev bu yüzden böylesine sessizdi. Gerçekten de burada kendisinden ve o küçük yılandan başka kimse yoktu.
(Syf 7-12)
(…)
İngiltere’ye yaptığı uzun yolculuk sırasında Mary, çocuklarına yatılı okula kadar eşlik eden bir memurun karısına emanet edildi. Kadın küçük kızı ve oğluyla o kadar meşguldü ki, Londraya vardığında Mary’i Bay Archibald Craven’ın özel olarak gönderdiği kadına teslim etmekten memnundu. Gelen kadın Misselthwaite Malikanesi’nin kâhyasıydı; adı da Bayan Medlock’tı.
(…)
Mary kompartımanın köşesinde somurtmuş, sevimsiz sevimsiz oturuyordu. Okuyacak ya da bakacak hiçbir şeyi yoktu. İnce, siyah eldivenli ellerini kucağında kavuşturmuştu. Üstündeki siyah elbise onu olduğundan da solgun gösteriyordu ve soluk saçları siyah şapkasının altında dağınıktı.
Bayan Medlock, “Hayatımda bundan daha şımarık görünen, suratsız bir kıza rastlamadım ”diye düşündü. Daha önce hiçbir şey yapmadan öylece oturan bir çocuk görmemişti. Sonunda onu izlemekten bıktı ve enerjik, kararlı bir tonla konuşmaya başladı:
“Sanırım nereye gittiğimiz hakkında bir şeyler bilmek istersiniz” dedi. “Eniştenizi tanıyor musunuz?”
“Hayır” dedi Mary.
“Annenizle babanızın onun hakkında konuştuğunu hiç duymadınız mı?
“Hayır" dedi Mary, kaşlarını çatıp daha da huysuzlanarak. Çünkü annesiyle babasının onunla hiçbir zaman herhangi kişisel bir konuda ayrıntılı bir konuşma yapmadıklarını hatırladı. Ona hiçbir şey anlatmazlardı.
Bayan Medlock kızın tuhaf, tepkisiz ufak yüzüne bakarak, “Hımm” diye mırıldandı. Birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra tekrar söze girdi.
“Pekâlâ, sanırım kendinizi hazırlamanız için bir şeyler söylemek iyi olur. Garip bir yere gidiyorsunuz.”
Mary tek kelime etmedi ve Bayan Medlock onun bu bariz kayıtsızlığına bozulmuş görünüyordu, yine de devam etti. “Epey büyük, kasvetli bir yer ve Bay Craven'in bununla kendi tarzında gurur duyması da bir o kadar iç karartıcı. Ev altı yüzyıllık, bozkırın kenarında, çoğu kullanıma kapalı ve kilitli yüze yakın odası var. Ayrıca yüzyıllardır orada olan tablolar, antika mobilyalar ve eşyalar... Çevresinde büyük bir park, bahçeler ve dalları yere uzanan, yani en azından bazılarınınki öyle, ağaçlar bulunuyor.” Duraklayıp tekrar devam etti. "Gelgelelim başka da bir şey yok" diyerek aniden konuyu kapattı.
Mary elinde olmadan onu dinlemeye başlamıştı. Anlattıkları kulağa Hindistan'dan çok farklı geliyor ve yeni olan her şey onu cezbediyordu. Ama ilgilendiğini göstermeye hiç niyeti yoktu. Bu onun aksi, sevimsiz yönlerinden biriydi. O yüzden sus pus oturdu.
“Pekâlâ, ne düşünüyorsunuz bakalım?” diye sordu Bayan Medlock.
“Hiçbir şey “diye yanıtladı Mary. “Anlattığınız türden yerler hakkında hiçbir fikrim yok.”
Bu sözler Bayan Medlock'ın kıkırdamasına neden oldu. “Hadi ama!” dedi. “Yaşlı bir kadına benziyorsunuz. Gerçekten biraz olsun merak etmiyor musunuz?”
“Merak etsem de etmesem de bu hiçbir şeyi değiştirmez” dedi Mary.
“Bak işte bunda haklısınız” dedi Bayan Medlock. “Değiştirmez. Neden Misselthwaite Malikânesi'nde kalmanız gerektiğini bilmiyorum. Belki de en basit çözüm olduğu içindir. Onun sizin için kendini sıkıntıya sokmayacağı kesin. Asla kimseyi umursamaz.”
Bir şey hatırlamış gibi aniden sessizleşti.
“Kamburu var biliyor musunuz” dedi. “Bu bütün hayatını etkiledi. Hırçın bir gençti. Evleninceye kadar serveti ve o büyük eviyle hiçbir zaman iyi bir şey yapmayı başaramadı.”
Mary ilgilenmiyormuş gibi görünme niyetinde olmasına rağmen gözlerini ona çevirdi. Kambur birinin evlenebileceğini düşünmediği için bu bilgi onu şaşırtmıştı. Bayan Medlock bunu fark etti ve konuşkan bir kadın olduğundan daha da hevesli devam etti. Sonuçta konuşmak zaman geçirmenin yollarından biriydi.
“Karısı çok tatlı ve güzel bir kadındı. Bay Archibald Craven ona bir tutam ot almak için dünyanın öbür ucuna bile giderdi. Kimse bu güzel kadının onunla evleneceğine ihtimal vermedi. Onunla sadece parası için evlendiğini söylediler. Oysa bu doğru değildi, hem de hiç" dedi kesin bir dille. “Öldüğünde...”
Mary oturduğu yerde istemsizce irkildi.
“Ah! Öldü mü!"”diye haykırıverdi aslında böyle söylemek istemese de. Bir zamanlar okuduğu “Tuft ile Riquet” adlı bir Fransız masalını hatırlamıştı. Masal zavallı bir kam bur ve güzel bir prenses hakkındaydı. Aniden Bay Archibald Craven için üzüntü duydu.
“Evet, öldü” diye yanıtladı Bayan Medlock. "Ve bu Bay Archibald Craven'ı her zamankinden de fazla tuhaflaştırdı. Kimseyi umursamaz oldu. İnsanları görmeyi reddediyor. Çoğu zaman evden uzakta. Malikânedeyken de kendini Batı Kanadı'na kapatır ve Pitcher'dan başka kimseyle görüşmez. Pitcher çocukluğundan beri ona bakan ve onun huyunu suyunu bilen yaşlı bir uşak."
Bütün bu hikâye kulağa bir kitaptan alınmış gibi geldi ve Mary'yi hiç de neşelendirmedi. Neredeyse tamamı kilitli yüz odalı, bozkırın -bozkır her neyse artık- kenarında bir ev kulağa çok ürkütücü geliyordu. Bir de kendini odaya kilitleyen kambur bir adam!
(…)
Bayan Medlock, “Onunla tanışma beklentisine girmeyin, çünkü eminim onu görmeyeceksiniz bile” diye ekledi. “Orada konuşacak insan bulmayı da beklemeyin. Tek başınıza oynamanız ve kendi kendinize idare etmeyi öğrenmeniz gerekecek. Hangi odalara girebileceğiniz, hangilerine ayak basmamanız gerektiği size söylenecektir. Yeterince bahçe var. Ama evdeyken ortalıkta dolaşıp her şeyi kurcalamayın. Bu Bay Craven’ın hiç hoşlanmadığı bir şey.
“Bir şeyi kurcalayacak dalan değilim” dedi Küçük Aksi Mary. Tam da Bay Archibald için üzülmeye başlamışken bundan vazgeçip onun, başına gelenleri hak edecek kadar itici biri olduğunu düşünmeye başladı.
(Syf 16-21)