GERTRUDE STEIN (ŞUBAT 1874 – 27 TEMMUZ 1946)
Modern edebiyatın öncülerinden olan yazar Pennsylvania’da dünyaya geldi. Çocukluğunu Viyana ve Paris'te geçirdikten sonra ailesiyle birlikte California’ya taşındı. Radcliffe College’da filozof William James’in psikoloji derslerine girdi, ardından Johns Hopkins’te tıp eğitimi görmeye başladı ama yarıda bıraktı. 1903 yılından ölümüne dek Fransa’da yaşadı. Picasso, Braque, Matisse ve Juan Gris gibi ressamlarla kurduğu dostluk neticesinde kendini bir sanat hareketinin merkezinde buldu. 1920’lerde etkili bir edebi figür haline geldi, partneri Alice B. Toklas ile paylaştığı Paris’teki evinin salonu hem Avrupalı sanatçılar hem de Ernest Hemingway ve F. Scott Fitzgerald gibi Amerikalı göçmen yazarlar için buluşma yeri oldu. 19. yüzyıl edebiyatının gelenekselliğinden uzaklaşan Stein, içlerinde romanlar, şiirler, oyunlar ve anı yazıları bulunan onlarca eser üretti.
Yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan “Üç Hayat” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
ÜÇ HAYAT
Anna zorluklarla dolu ve sıkıntılı bir hayat sürüyordu.
Bayan Mathilda'nın küçük evinin tüm sorumluluğu Anna'daydı. Tuhaf, küçük bir evdi; hepsi de birbirinin aynısı olan sıra sıra evlerden biriydi, bir çocuğun devirdiği domino taşları gibi iç içe bir yığın oluşturuyorlardı, zira tam o noktada dik yamaçtan aşağı inmeye başlayan bir sokağa inşa edilmişlerdi. Bunlar tuhaf, küçük evlerdi; iki katlıydılar, kırmızı tuğlalı cepheleri ve uzun beyaz basamakları vardı.
İşte o küçük ev her zaman Bayan Mathilda, bir yardımcı hizmetçi, sokak köpekleriyle kedileri ve Anna'nın gün boyu azarlayan, işleri çekip çeviren, dırdır eden sesiyle dolup taşardı. (Syf 3)
Hayat bu kocaman ve miskin Bayan Mathilda için her zaman çok kolaydı, yeter ki iyi Anna arkasını toplasın, ona, bütün kıyafetlerine ve eşyalarına göz kulak olsun. Ama heyhat, bizim şu dünyamızda sonuçta her şey olacağına varıyordu. Ve neşeli Bayan Mathilda’nın da Anna’dan yana sıkıntıları vardı.
İnsanın her işine koşturulması hoştu ama arzusunu ortaya koymayıp aptal gibi sadece talep ettiğinde, o sırada en çok istediği şeyi elde edememesi çoğu zaman sinir bozucuydu. (Syf 13-14)
Arkadaşlıkta gücün her zaman aşağı doğru inen bir eğrisi vardır. İnsanın yönetme kudreti kazanmadığı bir an gelene kadar hep daha da yükselir ve insan gerçekten kaybetmese de zaferin kesin olmadığı andan itibaren, kişinin gücü yavaş yavaş azalır ve kuvvetli olmaktan çıkar.
(…)
Dostluk iyilikten beslenir. Araya her zaman bir kopuş ya da daha kuvvetli bir gücün girme tehlikesi vardır. Etki ancak birinin kesinlikle hiçbir zaman kopup gidemeyeceği durumda istikrarlı bir ilerleyişe dönüşebilir. (Syf 43)
Anna her zaman arkadaş olacak yeni insanlar bulurdu, bu insanlar ki yoksullarda görülen bir nezaketle Anna'nın biriktirdiklerini bir güzel harcar, sonra da ödeme yerine vaatlerde bulunurlardı. Anna aslında bu insanların iyi olacağını hiçbir zaman gerçekten düşünmemişti ama yapmaları gerekenleri yapmadıklarında, borç olarak verdiği parayı ona geri ödemediklerinde ve onun ilgisine zerrece layık görünmediklerinde, işte o zaman Anna'nın dünyaya hıncı artıyordu.
Hayır, kendileri için doğru davranış tarzının ne olduğuna dair hiçbirinin en ufak bir fikri bile yoktu. Bu yüzden Anna çaresizce tekrarlardı.
Yoksullar sahip oldukları şeyler konusunda cömerttir. Ellerinde avuçlarında ne varsa her zaman verirler, ama bu alma-verme onların gözünde veren kişiye hediyeden ötürü borçlu olduklarına dair herhangi bir his uyandırmaz.
Anna gibi tutumlu bir alman bile bütün biriktirdiklerini vermeye hazırdı, dolayısıyla da hastalansa ya da yaşlandığında çalışamaz hale gelse, kendisine bakacak kadar parasının olup olmayacağından emin değildi. (Syf 53)
Eski bir arkadaşlıkta ciddi hayal kırıklıkları yaşanmışsa o arkadaşlığı yeniden inşa etmek zordur. Her iki kadın da arkadaş olmak için elinden geleni yaptı ama bir daha asla tekrar yakınlaşamadılar. Aralarında konuşamadıkları çok fazla şey vardı, bunlar ne açıklanmış ne de affedilmişti.
(…)
Anna çalışıyor, düşünüyor, biriktiriyor ve bütün pansiyonerlerini, Peter ile Rags'i ve diğer herkesi azarlıyor, ayrıca onlarla ilgileniyordu. Anna'nın çabalamasının sonu asla gelmiyor ve her zaman daha da yoruluyor, solgun yüzü daha da sararıyor ve yüzü daha ince, bitkin, kaygılı hale geliyordu. (…)
Anna'nın gerçekten ihtiyaç duyduğu şeyler ara ara dinlenmek ve daha fazla yemek yemek, böylece güçlenmekti ama bunlar Anna'nın kendisini yapmaya ikna edebileceği son şeylerdi. Anna asla dinlenemezdi. Bütün kış boyu olduğu gibi yaz boyu da çok çalışmalıydı, aksi takdirde iki yakasını bir araya getiremezdi. Doktor güçlenmesi için ona ilaç vermişti ama bunun da pek yararı yok gibiydi.
Anna her geçen gün daha da yoruluyordu, baş ağrıları daha sık ve sıkıntılı hal almıştı, artık neredeyse sürekli kendisini hasta hissediyordu.
(…)
Anna'nın durumu bu ikinci kışta hep daha kötüye gitti. Yaz geldiğinde doktor kesin bir dille artık bu şekilde yaşamaya devam edemeyeceğini söyledi. (Syf 68-69)
Melanctha Herbert gördüğü her şeyi istediğinden elindekileri de sürekli kaybediyordu. Melanctha asla başkalarını terk etmezken, başkaları onu hep terk ediyordu.
Melanctha Herbert her zaman çok fazla ve çok sık seviyordu. Her zaman gizemle, incelikli hareketlerle, inkârlarla, muğlak güvensizliklerle ve çapraşık hüsranlarla doluydu. Ardından bir gün Melanctha atak, fevri ve bir inanca sınırsız bağlı hale gelir ve sonra bunu bastırmaya çalışırken acı çeker ve güçlü kalırdı.
Melanctha Herbert hep huzur ve sessizlik arardı ama sadece başını belaya sokmanın yeni yollarını bulabiliyordu.
Melanctha bu denli hüzünlüyken nasıl olup da kendini öldürmediğini sık sık merak ederdi. Çoğu zaman bunun gerçekten de tutabileceği en iyi yol olduğunu düşünürdü. (Syf 77)
Yufka yürekli insanlarda, güçlü tutkuları çoğunlukla hissetmeyenlerde, acı çekmek genellikle derilerinin daha da kalınlaşmasına yol açar. Bu insanlar kendi içlerinde acı çekmenin ne olduğunu bilmedikleri zamanlarda, acı çekmek onlara çok korkunç bir şey gibi görünür; acı çeken herkese yardım etmek için yanıp tutuşurlar ve her zaman acı çekmeyi gerçekten bilen herkese derin bir saygı duyarlar. Ama gerçekten acı çekme sırası onlara geldiğinde, çok geçmeden korkularını ve yufka yürekliliklerini, hayranlıklarını kaybederler. Ben bile buna katlanabiliyorken , acı çekmeyi bu kadar abartmak da neyin nesi… Sürekli acı çekip buna katlanmak çok hoş bir şey değil ama sırf nasıl dayanacaklarını biliyorlar diye diğer insanlar da sonuçta daha bilge sayılmazlar.
Tıyneti gereği tutkulu olanlar her zaman acı çekecek şeyler bulurlar; duygularını heyecanları kadar keskin yaşayan insanlar, acı çektiklerinde her zaman yufka yürekli birine dönüşürler ve acı çekmek her zaman onlara iyi gelir. Yufka yürekli , tutkusuz ve rahatı yerinde olanlar ise acı çektiklerinde her zaman daha da sertleşir, derileri kalınlaşır, zira bir zamanlar acı çekmiş ya da çeken herkese duydukları korkuyu, saygıyı ve hayranlığı kaybederler çünkü artık acı çekmenin ne demek olduğunu bizzat bilirler ve nasıl acı çekileceğine en az diğerleri kadar onlar da öğrendiğinde, acı çekmek artık o kadarda korkunç görünmez.
Jeff Campbell’da da bugünlerde durum böyleydi. Jeff artık acı çekmenin ne olduğunu ta içinde biliyordu ve acıyla her gün Melanctha’yı nasıl daha iyi anlayacağını biliyordu. (…) Henüz Melanctha’nın sadece kendisine bağlı olduğundan şüphe etmiyor ama bir şekilde sevgisine de gerçek anlamda inanamıyordu.
Melanctha Herbert şimdi Jeff ona yine aynı soruyu sorunca biraz öfkelendi, “Ben hayatımda daha önce kimseye benimle olması için ikinci bir şans vermedim Jeff, ama sana kesinlikle yüzüncü kez şans veriyorum, duyuyorsun değil mi?” “İyi de beni gerçekten seviyorsan neden milyon kere şans vermeyesin ki!” diye parladı Jeff öfkeyle. “Böyle bir şeyi hak edip etmediğini kesinlikle bilmiyorum, Jeff Campbell.” “Başından beri sana bahsettiğim şey hak etme meselesi değil, Melanctha. Bu sevme meselesi ve eğer sen beni gerçekten seviyorsan, buna zaten kesinlikle şans demezsin.” “Hakkaten Jeff, ben hiç böyle düşünmemiştim, çok zekisin, kesinlikle Jeff.”
(…)
Jeff Campbell, Melanctha'ya bir daha asla beni seviyor musun diye sormadı. Artık araları hep daha kötüye gidiyordu. Artık Jeff, Melanctha'nın yanındayken hep çok sessizdi. Artık Jeff ona karşı asla dürüst olmak istemiyordu ve artık Jeff'in ona söyleyecek pek bir şeyi yoktu.
Artık birlikte oldukları zamanlarda, çoğunlukla konuşan Melanctha oluyordu. Artık Melanctha'nın yanında çoğu zaman başka kızlar oluyordu. Melanctha, Jeff Campbell'a karşı hep nazikti ama artık onunla yalnız kalmaya hiç ihtiyacı yok gibi duruyordu. Jeff'e her zaman en iyi arkadaşı gibi davranıyordu ve onunla her zaman böyle konuşuyordu, ama artık onu çok sık görmek istiyormuş gibi değildi.
Jeff Campbell için durum her gün daha da zorlaşıyordu. Sanki Melanctha'yı gerçekten sevmeyi öğrendiğinden, Melanctha'nın ona daha fazla ihtiyacı kalmamıştı. Jeff kendi içinde bunu çok iyi anlamaya başlamıştı. (Syf 167-169)