GIORGIO MANGANELLI (15 Kasım 1922- 28 Mayıs 1990)
Çağdaş İtalyan edebiyatının ileri gelen isimlerinden Giorgio Manganelli Milano’da doğdu. Çok yönlü bir yazar olan Manganelli, romancılığının yanı sıra, eleştirmenlik, üniversite hocalığı, gazetecilik yaptı. Döneminin edebiyat yaşamındaki öncü nitelikli çalışmalara ilgi duydu, “Gruppo 63”ün etkinliklerine katıldı, il Messaggero, Corriere della Sera başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazılarını yayımladı; eleştiri ve denemelerini ayrıca barok edebiyat ve İngiliz edebiyatı alanında sürdürdü.
İlk kitabı Hilarotrasgoedia’yı 1964’te yayımladı. 1979’da Centuria. Cento piccoli romanzi fiume (Centuria. Yüz Küçük Irmak Roman) başlıklı çalışmasıyla Viareggio Ödülü’nü aldı. 1990’da Roma’da öldü. Önemli eserleri arasında Pinokyo: Bir Paralel Kitap, Tuttu gli Errori ve Rumori ve Voci adlı romanları bulunuyor.
Yazarın Everest Yayınları etiketiyle okurla buluşturulan Tirana Övgü isimli romanın kısa bölümler paylaşıyoruz.
TİRANA ÖVGÜ
Çok eski bir hayalimi gerçekleştirme niyetiyle işte daktilomun başındayım. Başlıkta tam olarak belirttiğim amaçla bir kitap yazmak; niyetimin açıklığını, belki birazcık küstahlığını, yadsıyamazsınız; şaşkınlığa, şüpheye düşmeyin; belki biraz kızacaksınız, zira Zatiâliniz editör, kültür adamı, bense kendimi kalemini satan biri, bir sözcük şarkıcısı olmaya adadım, en azından bütün gücümle bunu arzuluyorum, ve ne fikirlerin ne insani şeylerin gerekliliğinin ne de evrensel faziletlerin beni ilgilendirdiğini, tek amacımın başlıkta açıkça belirttiğim şey olduğunu kati olarak söylüyorum. Bu sebepten Zatıâlinizin rahatsızlık duyması mümkün ve ben de Size sitem edemem; fakat ne olursa olsun Zatıâliniz, kim olduğunuzu bilmiyorum, bu kitapçığı dikkate almayı reddederse, benimle aynı düşünceleri paylaşan bir editör arayacağımı Size söylemeliyim. Soysuz, hatta dalavereci, cimri, para kazanma niyetinde olan yani ahlaki ve kültürel anlamda kusursuz kişileri reddeden biri. Bununla birlikte saygıdeğer editör, Sizin kim olduğunuzu hiç bilmiyorum; genel itibarıyla editöre seslendiğimden, ve bu isim benim için bütün entelektüel gücümü ve biçemsel hünerimi adadığım işte bana suç ortaklığı edecek kişi demek. Fark edeceğiniz gibi niyetimin alçaklığı, arzumu zayıflatmıyor; aslında yeteneğimin meyvelerini satmak istiyorum, bu yeteneğe sahip olduğuma inanıyorum, dolayısıyla kendimi edebiyatımızın namusu olan şu kalemini satanların, dalkavukların, tetikçilerin, paralı askerlerin bölüğüne dahil ediyorum. Tutkulu muyum yoksa kendimi ne olursa olsun küçük düşürmeye hazır mıyım? Dürüst olmak gerekirse bilmiyorum; ama belki de ikisi arasında pek büyük bir fark yoktur. Şurası kesin ki bu kitabın başlığındaki amaca inanıyorum, o kadar erdemli miyim bilmesem de, zira kiralık katiller bile hedefi tutturamayabilir, casuslar hata yapabilir, paralı askerler sersemleyebilir, dalkavuklar kaç paraya olursa olsun ihanet etmenin açlığına kapılarak kendilerini ele verebilir. İşte, ihanet, bay editör; ihanet etmek istiyorum, her şey bir yana nasıl ve kime ihanet edeceğimi bilmesem de herhangi biri herhangi biçimde benim hainliklerimden birine para ödeme arzusu duyar mı pek şüphe ediyorum. Saygıdeğer editör, siz neden "saygıdeğer"siniz sahiden bilmiyorum; editörlere tutkun olduğumdan değilse onu editör kılacak herhangi bir kitabı yayımlamaya hazır herhangi birinin saygıdeğer olduğunu sanıyorum. Onu bir Rönesans prensesinin giysileri içinde hayal ediyorum; gizemli ve delice işlerin adamı, uşaklarla ve soytarılarla çevrili olmayı seven bir çılgın. İşte, muhtemel işlerimi sıralarken bunu, soytarılığı atlamışım; çoğunlukla bedenen veya zihnen, veya her ikisi birden, biçimsiz karakterlere gereksinim duyan bir iş, eciş bücüş, üzgün, kurnaz, mahzun, aşağılık, biçare, gözü pek, zeki, sefil, açgözlü, çılgın adamlar; herkesin kaybetmediği ama benim gibi sözcüklerin muğlak sesleriyle oyalanan, sözcük oyunlarına, palindromik numaralara, bilmecelere, enigmalara, çift anlamlılığa meyilli, bazen habis, bazen mutlu, çoğunlukla kindar, büyük bir yazar kalabalığı kılığına büründüğü bir yarış daha çok; çok az kişinin becerebildiği ve sadece para, güzel kıyafetler, kadın bedenleri veya rahat evler için oynan oyunlar.
Sözdağarının, çetrefilli söz numaralarının bir fiyatı vardır, zira açık konuşmak gerekirse- hâlâ sizinle konuşuyorum saygıdeğer editör- bu oyunların ve nüktelerin verdiği zevk, bu özenli tuhaflıkları üretmeyi bilenler kadar nadir bulunan bir şeydir, dahası bu kişileri takdir etmeyi bilenler kadar nadirdir ve rafine zevklere, iyi edebiyat beğenisine ve saygın bir ruh sahtekarlığına sahiplerdir.
(Syf 7-8)
(…)
Dikkatinizi çekerim; bilgece konuşmayı, kendi usullerince, hatipler de bilir ama onların diyecek bir şeyleri vardır; ama böyle düşünmeksizin, gerçekte söyleyecek hiçbir şeyiniz olmadan konuşmak, sanıyor musunuz ki herkesin yapabileceği bir iş saygıdeğer editör? Herkesin diyecek bir şeyi vardır; ama böyle, diyecek gerçekten de hiçbir şey yokken ve bu başlı başına zorken, hiçbir şey üzerine konuşmak sizce kolay bir şey mi? Herkese göre mi? Bilmeyen öğrenebilir mi? Soytarılığın, dalkavukluğun, tacirliğin, tetikçiliğin okulda öğretilmediğinin farkındasınızdır ama; aksine okulda ciddi, dürüst, tumturaklı, önemli, iyi şeyler yapmayı öğütleyen, insancıl, nasıl demeli, burada sözünü ettiğim soytarılığın, dalkavukluk işinin, hiçbir şeye değinmeyen ve durmadan oradan oraya atlayan bu sohbetin karşı olduğu şeyleri öğretiyorlar; eğer kişi gerçekten soytarıysa onun başkalarına da soytarılık etmeyi öğretebileceğine inanıyor musunuz? Dalga geçebilmenin, hızlı ve keskin cevaplar verebilmenin, sitayişle aşağılamanın, yerin dibine geçirirken yüceltmenin? Bunlar ne öğretilebilir ne de öğrenilebilir şeylerdir, kendiliğinden vardır ve buna sahip olan kişiler kendi kendilerine nefes vermeye çabalar, daha önce dediğim gibi kelimenin her iki anlamıyla nefes; fikirleri ve sözcükleri bir araya getirirler.
(Syf 12)
Öyleyse hayal ettiğimiz durumun şu olduğunu varsayalım, yani Siz bir şekilde, belki olanaksız biçimde, bir tiransınız ve ben de değişken ruh halli, çoğunlukla bayağı ama yine de bu soytarınınkinden ayrı düşünülemeyecek bir yazgıya bağlı bir soytarıyım, yazgı, buna rağmen Size tarif ettiğim yolların dışında gerçekleşemez. Farz edelim bu küçük kitap, eğer böyle demek istiyorsak, taslak, karakter listesi kabul edildi ve bir hikâyenin değil de bir durumun, belki bir kehanetin başlamasını umuyor. Önemli bir boşluk, bir ihmal bulduğum şu anda, gördüğünüz gibi bir kedere, bir soytarıya yakışmayan buna rağmen soytarının mutlak tasvirinin bir parçası olan bir kusura, kapıldım. Konumlarımız konusunda hakkıyla anlaşmamıza karşın en kolay davranışı gerçekleştirmedik: Tanışmadık. Gerçi sormak yerinde olur: Hiç tiranla soytarı tanışır mı? Kuşkusuz pek çok antik tablo gerçeği yansıtıyor; özellikle romanlar, kötü zamanlara ait trajediler tiranın ve soytarının birbirinin yanında olduklarını gösteriyor; tam olarak söylemek gerekirse soytarının kralın yanında, daha doğrusu ayak ucunda olduğuna ilişkin kanıtlar sunuyor; ama tanışıp tanışmadıkları belirsiz. Tabii tiranın, okuduklarımıza göre, soytarıyı çağırmak için birilerini yolladığı doğru; demek ki aracılık eden uşakların, yaverlerin olduğunu varsayabiliriz. Uşak ancak tiranın ona tevdi edebileceği emirden gelen bir güce kavuşur; o "Git soytarı çağır," emri sayesinde, uşak uşak olmaktan çıkar, diyebilirim ki senin bir elin, belki daha azı, parmağın, serçeparmağın, tırnağın, yine de sen olmadan, senin gaddarlığın olmadan asla var olamayacak bir şey olur. Böylece uşak soytarıya gider ve ona emri, tiranın emrini taşır; işte burada ortaya bir sorun çıkar: Soytarı kendini aynı hisseder mi ve bir tiranlığın taşıyıcısı olduğu için o uşağa aynı biçimde davranabilir mi? Belki de başka türlüsü olurdu ve uşak soytarıyla konuşurken soytarıya has bazı nitelikler kazanırdı. Eğer bu gerçekleşseydi, ki imkânsız da değil, uşağın durumu fevkalade çarpıcı olurdu; bir yandan onu olağanüstü düzeyde aşan bir güçle donanmış öte yandan bilmediği bir seviyeye düşmüş ve nihayetinde bu güç durum onu rahatlatmaktan çok gözünü korkutmuş olurdu. Eski metinlerde uşakla soytarı arasındaki sözlü çekişmeler az değil, bu çekişmelerde kimin uşak kimin soytarı olduğu daima ayırt edilebilse de uşağın soytarıdan bir şeyler aldığı, soytarının da kendinde uşaktan bir şeyler barındırdığı su götürmez. Ama dikkatinizi çekerim: Uşak soytarılıkları mümkündür zira uşak kendini tiranik gücün paydaşlığıyla özdeşleştirirken ona zarar verir; ama bu zararı onu kuşanarak verir tıpkı kaçıkların görkemli bir pelerini yırtması gibi; soytarı da bir uşağın soytarısı olma seviyesine düşer gerçekten ama bu düşüş, soytarı o uşakta tiranın emaresini görmese imkânsız olurdu; ama bu emare soytarının bu ilişkide duyduğu üzüntüyü açıklamaya yetmezdi, aslında soytarı hem tiranın hem de uşağın farkındadır ama hepsinden önemlisi uşağın adi işlevi bu ilişkiyi tiranik kılar.