Gogol: Palto

“Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Nikolay Vasilyeviç Gogol ile devam ediyor

24 Eylül 2020 - 13:07

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Nikolay Vasilyeviç Gogol ile devam ediyor. Gogol’un İthaki Yayınları tarafından yayımlanan “Palto” isimli kitabından kısa bölümleri okurlarımızla paylaşıyoruz.

NİKOLAY VASİLYEVİÇ GOGOL (1 NİSAN 1809- 4 MART 1852)

Rus ve dünya edebiyatının en önemli yazarlarından olan Gogol, Ukraynalı bir çiftlik sahibinin oğluydu; dul kalan annesi tarafından büyütüldü. 1828'de Petersburg'a gitti, ama önce küçük bir memur, ardından bir kız okulunda tarih öğretmeni olarak yoksulluk içinde yaşamak zorunda kaldı.

İlk kitabı Masallar 1831 olan yazar yaşadığı buhranlı ve orta halli yaşamı yapıtlarına da yansıttı. Bir Delinin Hatıra Defteri, Burun, Ölü Canlar ve Palto gibi eserleriyle bilinen yazarın kendinden sonraki yazarları derinden etkileyen yapıtları dünyada ve ülkemizde birçok kez sahnelendi ve sahnelenmeye devam ediyor.

PALTO

Devlet dairelerinden birinde... ama tam olarak hangi devlet dairesi olduğunu söylememek en iyisi; zira devlet dairelerinden, askeri birliklerden, özel kalemlerden, kısacası her türden resmi kurumdan daha öfkesi burnunda olan bir kurum bulmak zordur. Malum, günümüzde hakarete uğrayan her özel şahıs, kendi nezdinde tüm topluma hakaret edildiğini varsaymaktadır. Deniyor ki, kısa süre önce, ismini hatırladığım bir şehirdeki bir başkomiserin yazıp yönettiği bir şikayet dilekçesinde, devlet kararnamelerinin uygulanmadığı ve devletin yüce isminin küçük düşürüldüğü belirtilmekteymiş. Bu başkomiser iddiasına kanıt olarak ise, dilekçesine eklediği romantik içerikli kalın bir kitabı göstermiş. Bu kitabın içinde, neredeyse her on sayfada bir başkomiserin çıktığını, yer yer ise bu başkomiserin sarhoş bir halde resmedildiğini ileri sürmüş. İşte biz de, her türlü nahoş durumdan kaçınmak amacıyla burada anlatacağımız devlet dairesinin resmi adını doğrudan anmayıp, onu sadece bir devlet dairesi diye adlandıracağız.

İşte, bir devlet dairesinde çalışmakta olan bir memur vardı, kendisi çok da dikkat çekici biri değildi, kısa boylu, yüzü hafif çopur, saçları kızıla çalan biriydi, gözlerinin iyi görmediği açıkça fark ediliyordu, saçları alnından itibaren hafiften dökülmeye başlamıştı, yanaklarındaki buruşukluklar dikkat çekiyordu, yüzü ise basur hastası olanların ten rengine sahipti…Ama ne yapacaksınız! Hep bu Petersburg'un havası yüzünden! Unvanına gelince (zira bizde hepsinden önce unvanın belirtilmesi gerekir) o, baremin 9. Derecesinde bir memur olup yazıcılık yapmaktaydı; kendini savunamayacak durumda olanlara saldırma alışkanlığına sahip yazarların, hani şu asla yükselemeyen, ebedi unvan diye alaya aldığı unvana sahip olan bir memurdu. Bu memurun soyadı Basmaçkin’di. Bu soyadının kunduradan türetildiği belli oluyordu ama ne zaman, hangi dönemde ve ne şekilde kunduradan türetilmiş olduğu belli değildi. Babası da, dedesi de, hatta kayınbiraderi bile, yani istisnasız tüm Basmaçkinler, kundura değil, sadece yılda iki- üç kez pençe yaptırdıkları çizmeler giyerlerdi. Memurumuzun adı ve baba adı Akakiy Akakiyeviç’ti. Belki de biraz garip ve uydurma gibi gelecektir ama okuyucuyu temin ederim ki, bu isim uydurma değildir ve şartlar kendiliğinden öyle bir şekilde gelişmiştir ki, ona başka bir isim verilmesini imkânsız kılmıştır.

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Akakiy Akakiyeviç, 23 Mart gecesi doğmuştu. Memur eşi ve çok iyi bir kadıncağız olan rahmetli annesi bebeğin gerektiği gibi vaftiz edilerek isim konması için lüzumlu tüm hazırlıkları yapmıştı. Yeni doğum yapmış anne kapının karşısındaki yatakta yatmaktaydı, sağ tarafında vaftiz babası olarak Devlet Denetleme Kurulu’nda büro şefi olan mükemmel bir insan İvan İvanoviş Yeroşkin ve vaftiz annesi olarak mahalle karakolunun amirinin eşi, ender bulunan erdemlere sahip Arina Semyonovna Belobryuşkova durmaktaydı. Lohusaya içlerinden istediği birini seçmesi için üç isim önerdiler: Mokkiya, Sossiya veya çilekeş Hozdazat.

“Hayır!” dedi rahmetli annesi. “Nasıl isimler bunlar böyle?” Onu memnun etmek için takvimin başka bir sayfasını açtılar; yine üç isim çıkmıştı: Trifiliy, Dula ve Varahasiy. “Bu bana ceza galiba,” dedi kadıncağız, “bunlar nasıl isimler; ben gerçekten ömrümde böyle isimler duymadım. Hani Varadat veya Varuh olsa yine neyse de Trifiliy ve Varahasiy de ne oluyor?”

Bir başka sayfayı çevirdiler Pavsikahiy ve Vahtisiy çıktı. “Peki, tamam, anladım ki,” dedi kadıncağız, “bunun kaderi böyleymiş. Madem öyle, o zaman en iyisi, ona babasının adını koymak. Babasının ismi Akakiy’di, oğlunun ismi de Akakiy olsun!”

İşte Akakiy Akakiyeviç’in ismi böyle kondu.

Çocuk vaftiz edildi ve bu sırada öyle bir ağladı, suratını öyle bir şekle soktu ki, sanki baremin 9. derecesine çakılıp kalmış bir yazıcı olacağını önceden hissetmiş gibiydi.

Evet, işte bu iş de böylece olup bitti. Biz bunu burada anlattık, zira istedik ki, okuyucu bu ismin zorunluluktan konulduğunu, başkaca da bir isim konulmasının mümkün olmadığını bizzat görüp anlasın.

Daireye ne zaman ve nasıl atandığını ve onu kimin görevlendirdiğini hiç kimse hatırlamıyordu. Pek çok müdür, pek çok şef gelip geçti daireden ama onu hep öyle, aynı yerde, aynı durumda, aynı görevde, yazıcılık yaparken gördüler; hatta öyle ki, daha sonra onun bu göreve, bu şekilde, resmi elbisesi, seyrelip açılmış alnıyla, hazır olarak dünyaya geldiğine inandılar.

Dairede ona kimse en ufak bir saygı göstermezdi. Odacılar bile o geldiğinde ayağa kalkmamaları bir yana, sanki daireye insan değil de bir sinek girmiş gibi onun yüzüne bile bakmaya tenezzül etmezlerdi. Üstleri ise ona karşı mesafeli ve katı bir tutum içindeydi. Herhangi bir şefin sekreteri “Bunu temize çekin” veya “İşte size ilginç, güzel bir iş” gibi ifadeleri hiç kullanmadan ya da erdemli ve iyi eğitim almış memurların çalıştığı resmi dairelerde kullanılan nezaket sözlerine başvurmadan bir evrakı pat diye önüne atarlardı. O ise işi kimin verdiğine ve iş vermeye yetkisi olup olmadığına aldırmadan sadece evraka bakarak onu alırdı. Aldığı gibi de temize çekmeye hazırlanırdı.

Genç memurlar ise ona güler, devlet dairesinin espri anlayışı elverdiğince onunla alay eder, onun önünde, onunla ilgili uydurulmuş hikâyeler anlatırlardı; yetmiş yaşında bir kadıncağız olan ev sahibesinin onu dövdüğünü anlatırlar, düğünlerinin ne zaman olacağını sorarlar, başından aşağı kağıtları serperek kar yağdığını söylerlerdi. Ama Akakiy Akakiyeviç, bu yapılanlara karşı, sanki etrafında hiç kimse yokmuş gibi, hiç tepki vermez, tek söz söylemezdi; hatta bu durum onun işini yapmasına bile engel olmazdı, çevresinde tüm olup bitenlere karşın, o tek bir yazım hatası yapmazdı. Sadece eğer şaka çekilmeyecek hale gelmişse, mesela kalem tutan elini ittiriyorlarsa başını kaldırıp şunları söylerdi sadece:

“Beni rahat bırakın, niçin bana böyle eziyet ediyorsunuz?”

Ve bu seste ve sözlerde, bunların telaffuz biçiminde bir tuhaflık hissedilirdi. Bu sözlerde insanı merhamete getiren bir nokta vardı, öyle ki, kısa bir süre önce göreve atanan ve diğerlerini örnek alarak onunla alay eden genç bir memur onun sözleri üzerine birdenbire vurulmuş gibi kalakalmış ve o günden beridir de gözünde her şey değişmiş ve olay ve olguları başka şekilde algılamaya başlamıştı. Adeta, doğaüstü bir güç onu tanışıp  aydın insanlar olarak kabul ettiği arkadaşlarından uzaklaştırmıştı. Ve daha sonra, uzun bir süre, bir eğlencenin tam ortasındayken, o kısa boylu, kafası kelleşmeye başlamış memur, kalbe işleyen o sözleriyle gözünün önünde belirirdi: “Beni rahat bırakın, niçin bana böyle eziyet ediyorsunuz?” Ve yüreğe işleyen bu sözlerde başka bir anlam daha gizli olurdu: “Ben senin kardeşinim.” Ve zavallı genç adam yüzünü elleriyle kapar, yaşamı boyunca, insanoğlunda haddinden fazla var olduğunu gördüğü bu insaniyetsizlikten, inceltilmiş, eğitilmiş, sosyalleştirilmiş gibi gözüken ve tüm dünyanın erdemli ve onurlu olduğunu sandığı insanlarda bile ne çok canavarca bir kabalık gizlendiğini görmekten ve bu durum karşısında irkilmekten kendini alamazdı…

Vazifesine bunca bağlı, onunla yatıp onunla kalkan bir başkasını daha bulmak çok zordu. İşine düşkün olduğunu söylemek azdı bile, o işine tutkuyla bağlıydı. Yaptığı yazıları temize çekme işinde kendine özgü, farklı ve hoş bir dünya görmekteydi. İşini yaparken aldığı haz yüzüne yansırdı; bazı harfler onun gözdesiydi ve yazıda sıra onlara geldiğinde kendinden geçerdi; kâh güler, kâh göz kırpar, kâh dudaklarıyla kendini gayrete getirirdi, öyle ki, divitinin yazmakta olduğu her bir harfi nerdeyse yüzünden okumak mümkündü.

Eğer bu çabasına uygun olarak ödüllendirilmiş olsaydı, kendisi buna hayret edecek olsa bile, baremin 5. derecesine kadar yükselebilirdi; ama alaycı iş arkadaşlarının deyimiyle eline geçen sadece ceket yakasındaki iliğe iliştirilen ve vazife yılını gösteren rozetle, mabadındaki basurdu. Bununla birlikte kendisine hiç ilgi gösterilmediğini söylemek de mümkün değildi. Bir seferinde, iyi yürekli birisi olan ve yıllardır verdiği hizmet nedeniyle onu ödüllendirmek isteyen bir müdür ona sıradan bir temize çekme işinden farklı, daha önemli bir vazife verilmesi talimatını verdi; bu vazife başka bir daireye gönderilmek üzere hazırlanmış bir evrakta değişiklik yapmak ve birinci tekil şahıs ağzından yazılmış yerleri üçüncü tekil şahıs ağzından yazılmış olarak düzeltmekti. Bu vazife ona öyle zor geldi ki, kan ter içinde kaldı ve sonunda alnındaki terleri silerek şöyle dedi, “Yok, siz en iyisi bana sadece temize çekeceğim bir evrak verin.”

O günden sonra ona sadece temize çekme işi verdiler. Onun için adeta bu temize çekme işi dışında başka hiçbir şey yok gibiydi.

 (Syf 7-13)


ARŞİV