Grigory Petrov: Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Grigory Petrov ile devam ediyor.

24 Ocak 2025 - 07:10

GRIGORY PETROV (6 ŞUBAT 1866- 18 HAZİRAN 1925)

1866’da Rusya’da doğdu. 20. yüzyıl başında Rusya’nın en tanınmış papazlarından, en çok okunan halk yazarlarından birisiydi. Görüşleri nedeniyle kilisede kovuldu. Daha sonra  kendisini tamamen yazarlığa verdi; gazeteci ve hatip olarak kitleleri etkilemeyi sürdürdü. Eserleri, özellikle sosyal adalet, insan hakları ve bireysel özgürlük gibi temalar etrafında şekillendi. Bolşevik Devrimi gerçekleştiğinde ülkeden kaçmak zorunda kaldı, Yugoslavya Krallığı’nda geçirdiği son yıllarında pek çok eser kaleme aldı, konferanslar verdi. Eserleri, Sovyet döneminde ülkesi Rusya’da yasaklanmış ancak Bulgaristan’da ve o yıllarda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olmuş, devrin aydınlarını etkiledi.

Petrov'un en çok tanınan eseri, Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı kitabıdır. Eser, Türkçede en çok okunan yabancı eserler arasına girdi.  Kitap Finlandiya'nın modernleşme sürecini anlatırken, eğitim, kültür ve halkın bilinçlenmesi üzerine güçlü mesajlar verir.

Yazarın İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanan kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE

Devletlerin tarihi, ulusların devlet deneyimi Moskova'daki devlet tiyatrosu'nun tarihine benzer. Devlet düzeninin eski temelleri, halkların yönetimindeki eski yol ve yöntemler zamanla eski güç ve anlamını yitirerek, zayıf ve savunulamaz hale gelir.

Bilge bir atasözü vardır: “Yeni toplumlar beraberlerinde yeni şarkılar getirir.” Kuşaklar değişiyor. Yenileniyor. Beraberinde de yeni kavramlar, yeni arzular, yeni talepler getiriyorlar.

(Syf 4)

Devletlerin gücü ve zayıflığı, ulusların refahı veya çürümesi sadece yöneticilerin yetkinliğine veya yetersizliğine bağlı değildir. Yöneticiler ne olursa olsun, iyi ya da kötü, kahraman ya da zalim her zaman halklarının bir yansımasıdır. Bunlar halkın ruhunun bir kopyası, kitlelerin üretimidir. Halk nasılsa onlar da öyledir. Bu nedenle uzun zaman önce her ulusun hak ettiği hükümete ve yöneticilere sahip olduğu söylenmiştir.

(Syf 6)

Bir büyüteci, optik bir merceği düşünün. İçinden geçen dağınık güneş ışınlarını tek bir noktaya toplayacak şekilde yapılmıştır. Binlerce dağınık ışının ısısından parlak bir nokta ortaya çıkar. Bu nokta ahşabı, kâğıdı, samanı tutuşturur; camı, taşı, demiri kızgınlaştırır.

Halktan çıkan her büyük kahraman da bir büyüteç, ateşleyici bir mercek gibidir. Kendinde halkının en iyi güçlerini, bütün dehasını toplar ve onlarla birlikte kendi halkını ve yabancı halklardan milyonlarca insanı harekete geçirir. Ancak gökyüzü bulutluysa, güneş ışığı yoksa hiçbir yakıcı mercek tek bir kar tanesini eritemez, bir damla suyu ısıtamaz.

(Syf 8)

Görünüşe göre kültür sahibi halklar maalesef barış içinde yaşama yeteneğine henüz ulaşmadılar. İlkel kötülük ve vahşilik genellikle fırtınalı denizin alçaklara taşması gibi yayılır.

(Syf 25)

Çocuklarımızın bu koşullarda çok daha kötü yetişmediklerine şaşırmalıyız aslında. Büyüdüklerinde, etraflarında gördükleri her şeyi anlamaya başladıklarında ailelerden gördükleri nelerdir? Sokaklar, kasabalar ve köylerin meydanlari, avlu kenarları çöp yığınlarıyla dolduğunda herkes pisliğe öfkelenir. Fakat hiç kimse böyle yerlerin sağlık açısından korkunç olması, binlerce insanın bu yüzden hastalanması hatta ölmesi ihtimalini şaşırtıcı bulmaz.

Sevgili ebeveynler, şimdi düşünün ve elinizi vicdanınıza koyup karar verin: Çocuklarımızın karakterinin zihinsel ve ahlaki yönden şekillendiği aile ortamı yeterince temiz sayılabilir mi?

Çocuklarımıza, Yalan söyleme, aldatma. Bu iyi değil, bu kötü, bu günah. Tanrı bunu sevmez. Bunu cezalandırır,' gibi sözler sarf ediyorlar.

Oysa kendileri yalan söylüyor, aldatıyorlar. Birbirlerine de, başkalarına da yalan söylüyorlar. Çocuklarına yalan söylüyorlar. Onlara 'Kimseyi rahatsız etme, kaba ya da kötü olma,' diyorlar.

Oysa kendileri de kaba, kötü ve herkese hakaret ediyorlar. Bir şey söyleyip tersini yapıyorlar.

Çocuklar bunu çabucak fark eder. Başta şaşırırlar. Yasa olarak gördükleri ebeveyn davranışlarını, “kötü, kirli, çirkin" olarak tanımladıkları her şeyi kendilerinin yapmasına akıl erdiremezler.

Sonunda da ebeveynlerin bir şey söyleyip tersini yaptıkları sonucuna varırlar. Çocuklar da ebeveynlerine saygı duymayı bırakır. Ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiği konusunda sözlerine aldırmazlar. İyi ve kötüye dair söylediklerine ilgi duymaz, dinlemezler.

(…)

Çocuklar büyüdüğünde gençlerin gelecekteki yaşamı ve çalışmaları hakkında konuşmalar başlar. Nereye, hangi işe nasıl gireceğini tasarlarlar. Mühendis mi, memur mu, tüccar mi, doktor mu, avukat mı olmalıdırlar? Kazancı iyi bir iş ararlar. Kızlar için hemen daha iyi bir gelire sahip koca adayı ararlar.

Kazanç, kazanç, kazanç. Anne babalar çocuklarını hep daha iyi bir yere yerleştirmeye çalışır. Onlar için yumuşak ve sıcak bir yer hazırlarken, bunu sevgi ve yükümlülüklerini yerine getirme olarak görürler.

Bu vesileyle Tolstoy'un şu güzel sözlerini anmak gerek: 'Toplumdaki şiddetli bozuklukların temel sebeplerinden biri, herkesin kendi hayatını düzenlemeye çalışması ama kimsenin daha iyi bir yaşam düzeni inşa etmeye gayret göstermemesidir.'

Herkes, hiçbir şey vermeden sadece hayattan almak istiyor. Hayata egoist, soyguncu, sömürücü, parazit olarak adım atıyorlar. Ve bu parazit yaşamda bilgelik arıyorlar.

(Syf 39-42)

“Halk lanetlidir, kanun tanımaz!”

Hep öyle olmuştur, şimdi de her yerde öyledir. Eğitimli üst sınıflar altındakileri hor görür.

Halkın basit, kaba, sarhoş, tembel, kirli, üçkâğıtçı, kıskanç olduğunu düşünür, milyonlarca başı olan bir hayvan olduğunu söylerler. Onlara göre halk özgürlük verilmemesi gereken vahşi bir canavardır.

Halk için söylenenlerin %95'i, haydi diyelim ki %90'ı doğrudur ama bunun için kim suçlanabilir?

Çölde ne kokulu gül, ne tatlı elma, ne salatalık ne de patates yetişir. Sadece yabani otlar, kaktüsler ve dikenler vardır. Halk kitlelerinin zihinleri için de aynı şey geçerli. Halk kendi çevresinde ne görüyor? Onlara nasıl davranılıyor? Kim, nasıl makul ve ahlaki bir eğitim verebilir halka?

(Syf 58)

‘İnsan, yeryüzünün ve yeryüzündeki yaşamın efendisidir,' der Robinson. 'Sözlerle değil, kendi hayatıyla, yaptıklarıyla iz bırakır.’

(Syf 64)

Dünya tarihini okudum. Birçok akademisyene sorular sordum, sonra üzerlerinde kendim de çok düşündüm.

Hâlâ bana öyle geliyor ki, dünyadaki insanların çoğu yamyamlık çağını atlatamadı, sadece yeni bir hâle bürünmüş oldu.

Başka ulusların topraklarını fethedenleri neden bu kadar saygıyla andığımıza anlam veremiyorum. İskender, Hannibal, Scipio, Caesar, Charlemagne, Napoléon ve onlar gibi daha nicesi tam olarak neyi başardı?

Uçsuz bucaksız yabancı toprakları ele geçirip, talan ettikten sonra orada yaşayanları eğitmeyip, onların hayatını ve devletin düzenini iyileştirmedikten sonra ne fayda?

Koskoca devletler kuruluyor, ancak halk sıkıntı içinde ve açlık çekiyor. Milyonlarca insan cahil kalıyor. Her yerde sarhoşluk, hırsızlık, büyük sefahat, isyanlar, toplumsal nefret kol geziyor... Ve herkesin ağzında küfür. Baba mirası veya halkın yuvarlandığı yozluk bataklıklarından bir okul diploması elde ederek yükselen, korunaklı ve uygun bir yere ulaşan hiç kimse sonrasında parmağını dahi kıpırdatmayacak, milyonları o karanlıktan kurtarmaya yeltenmeyecektir. Ve aydınlanmamış, sarhoş, aç bir halka sahip büyük ülkelerin bataklık üzerine taşlardan inşa edilmiş büyük birer kule gibi olduklarını da bilmeyeceklerdir.

Tarih bu küstah kahramanlara kaç kez ders verdi, kaç kez hatalarını başlarına kaktı. Kurnaz Metternichler'in, zorba Alba düklerinin egemenliklerini kaç kez yok etti. Bir hamlede kâğıttan çocuk evleri gibi darmadağın etti hepsini. Fakat bütün bunlar hiç kimseye ders olmadı. Politikacıların hepsi eski, aptal, yağmacı haydut oyununu sürdürüyorlar. Devletlerinin sınırlarını genişletme konusunda ısrar ediyorlar. Oysa o genişleyen sınırlar içinde ne toplumsal bilinci ne de halkın bilgi ve vicdanını geliştiriyorlar.

(Syf 72-73)

Yüzyıllardır bütün ülkelerdeki halk kitlelerinin nasıl yaşadıkları ya geçiştirilerek anlatılır ya da hiç bahsedilmez. Milyonlarca köylü, milyonlarca işçi, çeşitli geçmişlere sahip yüzbinlerce zanaatkâr ve yine milyonlarca küçük vatandaş tarihin ışık tuttuğu yerden uzak yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir.

Çok az insan halk kitlelerinin gelişimi, eğitimi, aydınlanmaları hakkında kafa yormaktadır. Dahası hiç kimsenin halkların ne dışsal ne de içsel ruhsal yaşamının gelişmesine aldırış etmediği söylenebilir.


ARŞİV