GURAM RÇEULİŞVİLİ (4 Temmuz 1934-23 Ağustos 1960)
Guram Rçeulişvili 4 Temmuz 1934'te Tiflis'te doğdu. 1957'de Tiflis Devlet Üniversitesi Tarih bölümünü bitirdi. Kendisine büyük başarı getiren ve isminin duyulmasını sağlayan ilk hikâyeleri, 1957'de Tsiskari dergisinde yayımlandı. Guram Rçeulişvili'nin kısa ömründe bütün yazınsal faaliyeti yalnızca dört yıl sürmüştür ancak bu dört yıl içinde verdiği eserlerin niteliği ve yarattığı etki, Gürcü edebiyatında bir kilometre taşı olmuştur.
Yazarın hayattayken, "Kote Dede'nin Sonbaharı," "Fare Kapanı," "Mart Ayında Aşk," "Aheste Tango," "Tvirtvila," "İsimsiz Uplistsikheli" ve "Dağların Arasında" isimlerini taşıyan yedi öyküsü yayımlanmıştı.
İlk öykü derlemesi ise Salamuri Adında Bir At ismiyle yazarın ölümünden sonra 1961 yılında yayımlandı.
Guram Rçeulişvili'nin yazı tarzı, konu çeşitliliği, belgesele yakın anlatım biçimi, kısa ve çarpıcı diyalogları, mekân ve anlatıya uygun atmosferi yaratmadaki gücü, dikkat çekicidir. Hikâye kahramanlarında hirçınlık, korkusuzluk, ataklık, ihtirasını uç noktalarında yaşama, tutkunun dehlizlerinde dolaşma gibi özellikler bulunur. Buna rağmen kahramanların insani yönleri son derece kuvvetlidir. Sonsuz hoşgörüye sahip karakterlerdir yazarın anlattığı... Guram Rçeulişvili'de öne çıkan ayrıntı, kahramanlarının içindeki uçsuz bucaksız özgürlük duygusu ve ona uygun yaşam tarzıdır. Öykü kahramanlarının hemen hemen hepsinde tutkuyla bağlı oldukları büyük bir özgürlük duygusu vardır.
Kitaba adını veren "Aheste Tango" başlıklı öykü, az sözle çok şey anlatan, derininde toplum ve sistem eleştirisinin işlendiği bir metindir. İyi bir sporcu, iyi bir yüzücü ve iyi bir dağcı olan yazar 23 Ağustos 1960’da Gagra şehrinde iki Rus’u boğulmaktan kurtardı ama kendi kurtulamayıp fırtınalı denizde hayatını kaybetti.
Yazarın h2O kitap tarafından yayımlanan Aheste Tango kitabından İhtiyar Adam ve Ben isimli öyküsünü paylaşıyoruz.
İHTİYAR ADAM VE BEN
Ayaklarımı sürüyerek duvara yanaştım, deliği bir çaputla tıkadım. Rüzgâr şimdi öbür delikten içeriye giriyordu. Soğuktu hava. Rüzgâr arttı. Baktım; sabah oluyordu. Sonra ortalık iyice ağardı. Penceresiz, izbe kulübeye açık kalmış bir delikten aydınlık sızdı. Ben samanların üzerine oturmuş, titriyordum. Böyleydi her günüm: Önce hava kararıyordu. Sonra delikten içeri giren rüzgâr daha güçlü uğuldamaya başlıyor, sabaha karşı sakinleşiyordu. Güneş sık ağaçlarla kaplı ormandaki izbe kulübeye ulaşamıyordu. Soğuktu. Bir defasında gözlerimden akan yaşlar, yanaklarıma yapışıp kaldı. Yanaklarım sertleşti; ellerim simsiyah oldu kirden. Sakallarım bütün yüzümü kapladı. Bir ay, az zaman değil ki...
Kalktım.
Toprak zeminde yürüdüm. Hareket etmek, beni düşüncelere itti yine. Artık dayanma gücüm kalmamıştı. Her gün böyleydi: Geceleri titreyip durdum. Soğuk, düşünmeme fırsat vermiyordu. Zihnim karışıyor, bilincim altüst oluyor fakat yine aklımda hiçbir şey kalmıyordu.
Sabahları ise hareket etmeye başlar başlamaz düşüncelerim berraklaşıyordu.
Sakallarımdan rahatsız oldum.
Bir zamanlar beyaz olan gömleğim önce grileşti, sonra boz oldu, sonunda da siyahlaştı. Evimde birkaç tane gömlek ve tıraş malzemelerim hiç kimse dokunmadan öylece duruyordu. Sıcak banyomda kimsenin duş aldığı yoktu.
Ensem kaşındı...
Sonra sırtım...
Sonra uyluklarım...
Tekrar samanların üzerine oturdum. Hüzün geldi, yerleşti içime. Kardeşlerim şimdi, şu anda elini yüzünü yıkamış, kahvaltı ediyorlardır belki. Öğleye doğru da bir yere giderler... Babam da gider. Sadece annem kalır evde, beni düşünür. Halimi kafasında canlandırıp gözyaşı döker bile. Gözümün önünde canlandı annemin sevimli yüzü, ağarmış saçları, yaşlarla dolu genç ve iri gözleri... Benim zavallı annem... Benden fazla dertleniyordur.
Bana her şey müstahak... Ama zavallı annemin ne suçu var? Gözlerim doldu, sonra damla damla akmaya başladı yaşlar. Sıcak gözyaşlarımın kirli yanağımdan yuvarlandığını hissettim.
Ağlıyordum.
Anneme daha çok acıdım, sonra onun yüzü yavaş yavaş belleğimde kayboldu ve annem gitti, kendimle baş başa kaldım; kirli ve yapayalnız... Sakallarım uzamıştı, görüyordum. Samanların üzerine oturup ağladım. Kirli yanaklarıma dökülüyordu gözyaşlarım. Dağınık sakallarımı, simsiyah olmuş tırnaklarımla kaşıdım. Yanağımda sivilceler çıkmıştı. Acıdım kendime.
Halimi iyice düşündüm. Daha da acıdım kendime. İnce tavanda damlaların sesi duyuldu. Yağmur hızlandı. Su, odanın kurumuş toprak zeminine damla damla düşüyor ve toprak kokusu yayılıyordu içeriye.
Damlalar yüzüme çarpıp boynumdan akmaya başladı, biraz hoşuma gitti bu.
Soğuktu.
Bir titreme tuttu beni, dışarı çıktım.
Yağmur dindi.
İnce bir patikada aşağıya doğru yürümeye koyuldum. Gidiyordum. Kullanmaktan yıpranmış, eski çarıklar vardı ayağımda. Nihayet patikadan düz yola ulaştım. Burada herhangi birine rastlamak isterdim, isterse beni tutuklasın; umurumda olmazdı. Sonra, konuşma isteğim daha da arttı. Hissediyordum, gözyaşlarım kirli yüzümde yollar oluşturmuştu ve ben bundan neredeyse zevk bile almaya başladım. Hüznümün ufacık kırıntısını anlayabilecek, bana “Vah zavallı” diyecek biri olsun istiyordum.
Güneş doğdu.
Yerdeki su birikintilerinden hafif bir buhar yükseldi. Ayaklarımı birkaç kez salladım. Çarıklarıma yapışan çamur uzağa yuvarlandı, su birikintisine düşüp suda halkalar oluşturdu. Sonra, yavaş yavaş küçülüp en sonunda da yok oldu halkalar.
Bulutlar parçalandı.
Yağmurdan sonra çıkan güneş, sıcacıktı. Adamın biri, aşağıdaki patikadan anayola çıkmıştı. Çarıklarına yapışan çamuru kazımaya başladı adam... Farkında olmadan ellerimi gözlerime sürdüm. Utandım nedense, aklımdan geçenleri anlamasını istemedim onun. Soğuk bir ifadeyle adama yaklaştım. Yaşlı biriymiş. Kısa kesilmiş beyaz sakalları, başında da yün başlığı vardı. Şu ana kadar kim olursa olsun, herhangi biriyle konuşmak istemiştim ama şimdi hoşuma gitmedi bu. Adamın yanından sessizce geçmek istedim. İhtiyar, “Merhaba” diye seslendi bana.
“Merhaba” diye cevap verdim.
“Nereden çıktın sen?”
“Ormandaydım.”
İhtiyar elini alnına götürüp yüzüne gölge yaptı. “Sen Grişa'lardan değil misin?”
“Hayır, buralı değilim ben,” diye cevap verdim.
“Buralarda ne çok çamur varmış yahu,” dedi ihtiyar ve gözlerini ayaklarıma dikti. Sonra teselli edici bakışlarını sakallarıma çevirdi.
Ardından da toprağa baktı.
“Hoşça kalın,” dedim ona.
“Tanrı yolunu açık etsin,” diye konuştu.
Tekrar anayola koyuldum, yapayalnız. Kendimi daha iyi hissettim, ihtiyarın gözlerinde bana karşı bir merhamet duygusu okumuştum zira... Onunla biraz daha kalsaydım belki de beni alıp götürür, derdime derman olmaya çalışırdı. İçten içe kendimi iyi hissettim, çünkü ihtiyar adam benim derdimi anladı ama belki de benim gururlu duruşumdan ötürü bana acımaya cesaret edemedi.
Ayağım yerde birikmiş olan suya giriverdi. Nemli çoraplarımın tekrar ıslandığını hissettim. Önce sırtım sonra da ensem kaşındı. Ayaklarım birbirine dolandı. Galiba o ihtiyar adam durmuş, bana bakıyor ve belki de acıyordu bana. Sallana sallana yürümek yerine düzgün adımlar atmaya çalıştım ama daha da karıştı ayaklarım. Kendimi daha iyi hissetmiştim çünkü ihtiyar, benim derdimi anlamıştı ama ben öyle gururlu durmuştum ki karşısında, bana acımaya cesaret edemedi. İçim açıldı. Çarığımın iplerini bağlayacakmış gibi yere eğildim; başımı yavaşça ihtiyara doğru çevirdim. Omzuna koyduğu uzun sopaya ellerini geçirmiş, kendi yoluna gidiyordu.
İçim sıkıldı.
Sonra biraz daha sıkıldı.
Sonra daha da...
Durup baktım: İhtiyar yavaş yavaş gözden kayboldu. Döndüm. Uzun adımlarla patikaya doğru yola koyuldum. Ayaklarım su birikintilerine giriyordu ama artık ıslaklığı hissetmiyordum sanki. Nihayet ormana girdim. Çimenlerin üstüne oturdum.
Güneş biraz daha yükseldi.
Bulutlar biraz daha parçalandı.
Hava ısındı.
Bütün ormanı buğu kapladı.
Etrafta kimse yoktu.
Usulca yaşlar döküldü gözlerimden... Sonra arttı gözümdeki yaşlar, biraz sonra dindi. Ve kirli yanağımda iz olarak kaldı gözyaşlarım.