Haldun Taner: Bir motorda dört kişi

Tiyatro eserleri kadar hikâyeleri ve yazılarıyla da edebiyatımızın önemli kalemlerinden Haldun Taner'in "Bir Motorda Dört Kişi” adlı hikâyesini yayımlıyoruz

20 Mart 2019 - 11:29

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.

HALDUN TANER (16 Mart 1915- 7 Mayıs 1986 )

Tiyatro eserleri kadar hikâyeleri ve yazılarıyla da edebiyatımızın önemli kalemlerinden biri olan Haldun Taner’in ilk öyküsü Haldun Yağcıoğlu takma ismiyle 1946’da yayımlandı. Skeç, öykü, oyun,  kabare, senaryo, hiciv, fıkra türünde eserler yazan Taner, New York Herald Tribune Gazetesi’nin 1953’te İstanbul’da düzenlediği öykü yarışmasında “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” öyküsüyle birinci oldu.

1950’lerde oyun yazmaya başlayan ve tiyatrodaki ilk eserlerinde dramatik türün başarılı örneklerini veren Haldun Taner, Türk Tiyatrosu’ndaki ilk epik tiyatro örneği olan “Keşanlı Ali Destanı” adlı oyunu ile dünya çapında tanındı. Devekuşu Kabare’yi (1967), Bizim Tiyatro’yu, Tef Kabare Tiyatrosu’nu kurdu. Öyküleri ve yazıları Yedigün, Ülkü, Yücel, Varlık, Küçük Dergi, Yeni İnsan dergilerinde, Yeni Sabah, Milliyet, Tercüman gazetelerinde yayımladı.

Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım , Fazilet Eczanesi, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, On İkiye Bir Var, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü gibi çok sayıda esere imzasını atan Haldun Taner’in “Tuş” kitabında yer alan “Bir Motorda Dört Kişi” adlı hikâyesini yayımlıyoruz. Haldun Taner’in öykü ve oyunlarının yer aldığı kitapları Yapı Kredi Yayınları’ndan temin edebilirsiniz.

BİR MOTORDA DÖRT KİŞİ

Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulun ışığında dört kişiydiler: sarı saçlı bir kadın, çiğ et kokan bir kasap, dazlak başlı bir profesör bir de ağzında piposu, delikanlı. 
Dördü de son vapuru kaçırmış, bu uykulu kaptanın istediği beşer lirayı hemen verip motora atlamışlardı. 
Motor şimdi karanlık suları yara yara ilerlerken sarışın kadın bacak bacak üstüne atmış, sigara içiyor, dumanını da şahane tavırla gecenin serinliğine savuruyordu. 
Esmer delikanlının gözleri kadının çukur dizkapaklarında idi. 
Profesörün zihni, tramvayda okuduğu bir makaleye takılmıştı. 
Kasaba gelince o hem fıstık yiyor, hem toptancının yolladığı son faturayı düşünüyordu. Hadi karamana yüz elli yazdığı neyse ne, fakat dağlıcı ne demeye yüz seksenden hesap ediyor, herifçioğlu? 
Gece yıldızsız, deniz çalkantılı idi. Bordoya vuran küçük dalgaların serpintisi ara sıra muşamba şilteleri ıslatıyordu. Motor artık Moda’yı Kalamış’ı geride bırakmış, Adalar’a doğru yol almaya başlamıştı. 
Sarışın kadın üşümüş olacak ki birden kalktı, rüzgârdan uçan eteklerini tuta tuta, içeri kamaraya doğru yürüdü. Fakat içeri girmesiyle başının dönmesi bir oldu. Burası yanık benzinle karışık kızgın demir kokuyordu. 
Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu. Sonra yeni bir sigara yakıp dışarı üfürdü. 
Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı karanlık gökyüzünü tarıyorlardı. Işıldakların biri sağdan sola kayarken öbürü soldan sağa doğru iniyor ve ikisi ortada bir yerde birleşince husule gelen gözalıcı ışığı seyretmek, doğrusu pek ömür oluyordu. 
Sarışın kadın dalmış bunlara bakarken hemen biraz ötesinden denize ateşböceği gibi bir şey uçtu. Bunu bir başkası, bir başkası daha ve nihayet ardı arkası kesilmeyen birçokları takip etti. Kadın dalgın gözlerle bir müddet hiçbir şey düşünmeden birbirini kovalayan bu acayip böceklerin çini mürekkebi siyah denizde teker teker eriyişlerini seyretti. Sonra birden deminki kızgın demir kokusunu hatırlayınca yerinden fırladı. Kaptan kamarasına geçen kapıdan dışarı şimdi hafif bir duman sızıyordu. Kadın şaşkınlıkla kapının topuzuna yapıştı ve o zaman yüzünü alazlayan sıcak bir dumanın ortasında, kaptanla çımacıyı yere çömelmiş, kan ter içinde uğraşırken gördü. Bayılacak gibi oldu bir an... Sonra “Yanıyoruz... İmdat!... Yanıyoruz!” diye kendini dışarıya attı. 
Bu feryat güvertenin üstünü bir anda allak bullak etmişti. Kadın, kaptan kamarasının kapısını açık bıraktığından şimdi dumandan göz gözü de görmüyordu. Kasap şaşkınlıktan oturduğu minderi kucaklamış; Profesör ise motorun tek tahlisiye simidini boynuna geçirivermişti. 
Sarışın kadın, telaştan piposunu düşüren genç adama doğru koştu: 
- Kurtarın beni... beni kurtarın, yüzme de bilmem ben. 
diye yalvardı. Delikanlı titrek bir sesle: 
- Ben de bilmem. 
diye cevap verdi. Halbuki biraz bilirdi. Kendini şöyle yarım saat su üstünde tutabilecek kadar... Ama yalnız kendini... Kadın ondan ümidi kesince kasaptan medet umdu. Fakat o şimdi iki elini açmış: 
- Şu vartayı bir atlatalım. Dinim hakkı için üç koyun gurban edecem. 
diye adak adıyordu. 
Hepsinden çok profesörün işi bitikti. Halbuki o, kahramandan geçinirdi. Hatta daha o sabah derste Sokrat’ın hayatı nasıl istihkar ettiğini anlatırken gerçek bir filozof için bunun hiç de güç olmadığını ve nitekim kendisinin de onun gibi ölümü tebessümle karşılayabileceğini söylemiş, işin tuhafı, sözlerine talebeleri kadar kendini de inandırmıştır. 
Kadın şimdi bakraca su dolduran çımacının kıllı göğsüne sarılmış: 
- Allah aşkına bırakmayın beni, ne olursunuz bırakmayın. 
diye yalvarıyordu. Onlar böyle çırpınıp dururken ön taraftan kaptanın sesi duyuldu: 
- Teprenmeyun be!... Ne oliysiniz? Motoru paturacaksınız. 
Fakat hiddetli olmasına rağmen sesinde nedense herkese emniyet veren bir şey vardı. Yoksa... Yoksa söndürmüş müydü yangını? Evet muhakkat söndürmüş olacaklardı. Hiç söndürmeseler kaptan böyle onlara çatacak vakit bulabilir, hiç çımacı kovada kalan suyu tekrar denize boca eder miydi? 
Kaptan: 
- Ne adamlara çattık yahu! 
diye söyleniyordu. Profesör, kaptanın hiddetini haklı bulmuştu. Yakalığını düzeltti. 
- Öhö, Öhö diye öksürdü; nedir bu telaş yani. Öyle ya, biraz sakin olalım beyler. 
diyecekti. Evet handiyse böyle diyecekti. İsabet ki demedi. Zira tahlisiye simidi hala sımsıkı boynunda duruyordu. 
Motor bir iki homurdanıp durduktan sonra şimdi keyifli keyifli işlemeye başlamıştı. Yerine dönen kaptan içerde hala geçmişi kınalı motora ve şamatacı yolculara veriştirip duruyordu. Fakat onlar aldırmadılar artık. Paylasındı, sövsündü, isterse dövsündü onları. Kurtulmuşlardı ya bi kere. 
Çımacı, ilerde kolunun yeniyle terini siliyordu. Belli ki bu hengamede kaptandan çok o yorulmuştu. 
Bir çeyrek sonra her şey artık normale dönmüş bulunuyordu. Sanki rüzgar o boğucu dumanla beraber ölüm korkusunu da güvertenin üstünden silip götürüvermişti. 
Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulün ışığında şimdi yine dört kişiydiler. Yine kendi içlerine kapanmış dört kişi. 
Kadın adamakıllı sükunet bulmuş gibiydi. Eli fazlaca titremese hatta sigara bile içecekti. 
Delikanlı yine piposunu içiyor, fakat artık kadının dizlerine bakamıyordu. 
Profesör evde kendini bekleyen tombalak karısıyla şimdi her zamankinden çok sevdiği penbe yanaklı evlatlarını düşünüyordu. 
Kasaba gelince, o biraz evvel adadığı üç kurbanı ikiye indirmek için vicdanını dolandırmakla meşguldü. Bunda muvaffak da oldu. Hatta öyle ki, Büyükada’nın ışıkları göründüğü zaman bu iki kurban da bire inmiş bulunuyordu. Hem artık onu da kurban bayramında kesecekti. 
Motordan ilk atlayan profesör oldu. 
Onu esmer delikanlı takip etti. Islıkla oynak bir samba çalıyordu. 
Kasap koşa koşa, zıplaya zıplaya bir çocuk gibi uçup gitti. 
Sarışın kadın en sona kalmıştı. İnip kalkan motordan bir türlü rıhtıma atlamaya cesaret edemiyordu. Çımacı ona elini uzatmak istedi. Fakat bu ter kokulu, hırpani adamın elini tutmamak için acemi bir sıçrayışla kendini rıhtıma atıp dik ökçelerinin üstünde pür azamet uzaklaştı.


 

Etiketler; haldun taner

ARŞİV