Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak. Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazılar sunabileceğimizi umuyoruz.
HALİDE EDİP ADIVAR (1882-1964)
Eğitimci, yazar, düşünür, kadın hakları savunucusu olan Halide Edip Adıvar, Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmasının yanı sıra Milli Mücadele’nin önde gelen isimlerinden biri.
Birçok roman yazan Halide Edip Adıvar, hikâye, anı ve oyun türlerinde de yazılar yazdı. 1908 yılında Tevfik Fikret’in yayımladığı Tanin gazetesinde “kadın hakları” ile ilgili yazdığı yazı sebebiyle muhafazakâr kesimin tepkisini çekti. 31 Mart ayaklanması sırasında öldürüleceği endişesiyle oğluyla beraber bir süreliğine Mısır’a kaçmak zorunda kalan yazar 1909 senesinde İstanbul’a döndü. Aynı dönemde siyasi içerikli yazılar dışında edebi eserler de yazmaya başlayan Adıvar öğretmenlik ve müfettişlik yaptı.
1920 yılında Kurtuluş Savaşı’na katılan Halide Edip Adıvar, eserlerinde güçlü ve bağımsız kadın karakterlere yer verdi. Edebiyatımızın önemli isimlerinden Halide Edip Adıvar’ın son baskısı Can Yayınları tarafından yapılan Dağa Çıkan Kurt isimli kitabındaki “Kabak Çekirdekçi” isimli hikâyesini yayınlıyoruz.
KABAK ÇEKİRDEKÇİ
Fazlıpaşa yokuşunda akşam olurken, tatlı bir meyille denize uzanan kırmızı damların üzeri kararır, koyulaşan denizin kenarındaki küçük minare gölgeler içinden garip bir tarzda uzanır, uzak görünen ufukların rengin bulutları siyah gölgeleriyle şehrin üzerine doğru dağılarak gelirdi.
Fazlıpaşa akşamla siner, çekilirken, garip, ince bir ses, hâkim bir hüzün perdesiyle bu sükûneti yırtar gibi çınlatırdı:
Karanlık, sessiz evlerden çocuklar evvelâ sönük, sonra telaşlı, birbiri arkasından haykırırlardı:
Bu dakikalar odamda arkam pencereye dönük, eski koltuğa otururdum. Gözlerimi kapar, dışarıdaki akşamı tekrar eden içimi seyrederdim. Esmer renkleri, sessizlik arkasındaki hayatiyle akşamın ruhunu o kadar iyi ve ezberden biliyordum. Bu ses de bir akşam sesi idi. Yalnız garip bir cins eksikliği vardı. Bu bir erkek mi? Kadın mı? Çocuk mu? Sesin bu kadar yalvarmağa benzer, hüzne benzer bir perdesi olmasa belki ihtiyar bir Çingene karısı diyecektim. Fakat o kadar zembereği olmıyan ve hususi bir kesel perdesi olan bir sesti.
Bu ses, bu sessizlik sokakta her zaman bir hayat uyandırırdı. Seslenen, gülüşen çocuklarla aralık kapılardan lakırdıya karışan kadınlar işitirdim, bilirdim ki Fazlıpaşa koşuyorlar, belki eğleniyorlardı. Belki merhametsiz oluyorlar, fakat herhalde bu ses sahibini seviyorlar. Kimdir? Tecessüsüm uzun müddet beni yerimden kaldırmayacak kadar tembel kaldı.
Günler, belki aylar geçti. İçimdeki akşam manzaraları ve hayatına bu ses bir parça ilave etti. Bir gün aynı yokuşta yaşayan küçük yeğenim bana dedi ki:
- Eski gazeteleri bana verir misiniz, teyze?
Yeğenimi acîb bir tecessüsle süzdüm. Kitaplariyle pek dost olmıyan bu vahşi ruhlu küçük kızın eski gazete merakı bana bir muamma gibi göründü.
- Ne yapacaksın, kızım?
Karşıda uzun minderde o da akşam gölgelerinin içinde bir kedi gibi toplanmış oturuyordu. Simsiyah gözlerinin ateşinden, sualimden hoşlandığını anladım.
- İsmail Hakkı Beye vereceğim.
Kendisi için bir şey ister görünmekten ürken kibirli, müstakil bir ruhu vardı. Ve onun için hemen cevap vermişti.
Gayr-i ihtiyari, “O bir adam mı?” diyecektim. Fakat yeğenimin gözündeki endişe ve vicdan okuyan gazaplı intizâr karşısında sustum. Demek o sesin bir vücudu vardı ve küçük yeğenimin hayatında mühim bir rolü olan bir insandı.
Başını gururla salladı. Anladım ki bu bir şahsiyet, küçük yeğenimin ruhuna ahbaplığı gurur veren bir sima; Fazlıpaşa yokuşu çocuklar dünyasındaki meşâhirden biri. Onu, ürkütmeden karanlıkta tatlı tatlı konuşmak zeminini hazırlıyordum.
Yanaklarından alev çıkararak başladı. Siyah gözleri eğlenip eğlenmediğimi anlamak için yüzüme batıp çıkıyordu. Ben tabii bir tebessüm gölgesi bile bulundurmıyacak kadar ciddî olmuştum.
Boğazında bir yumruk durdu.
Yeğenim çok müteessirdi.
Artık yeğenimi dinlemiyordum. İçimde garip bir didiklenme olmuştu. O garip ses sahibini görmek istiyordum.
Soğuk bir sonbahar ve sonraları boralı bir kış başladı. Akşamları gölgeler, karanlıklar, denizin uğultusu, Fazlıpaşa yokuşundan boğuk bir çığlıkla geçen büyük rüzgârlar saltanatı başlamıştı. Karanlık çökünce heyecanla kabak çekirdekçiyi bekliyordum. Onun hayatını o kadar biliyordum ki gündelik adamlar arasında cesaret ve ulviyyetin bir kahramanı olan bu basit insanın yüzünü görmek bana mutlak lazımdı. Fakat bir gün, iki gün, hattâ haftalar geçiyor, kabak çekirdekçi geçmiyordu. Küçük yeğenim de pek meraklı idi. İkimizin müşterek bir heyecan ve alâkamız vardı. Akşam Fazlıpaşa yokuşunun üzerinden geçerken mektep dönüşü bazen gelir, yine gölge içinde küçük bir kedi gibi büzülür, kabak çekirdekçiyi beklerdi.
Bir akşam kesici, dondurucu bir karayel fırtınası arasında zavallı bir sivrisinek inceliğiyle kabak çekirdekçinin sesini duydum. Onu Müsteşar Beyin evinin önündeki parlak ziyada bir ân görebildim.
Evvela belki altı olmıyan kocaman, düğmesiz iki potin içinde yürümeğe çabalıyan değnek gibi iki çıplak ayak göründü; sonra etrafında parça parça pantalonu sarkmış iki bacak hareket etti; çöp gibi boynunun inde kaybolduğu eski geniş bir redigot bakiyyesi elektrik içinde belirdi; rüzgârla dağılan uzun, vahşi bir kır sakal ortasında zavallı, ince, mavi, hasta bir sima; rengini kaybetmiş, bozulmuş bir fes altında öne doğru eğilerek arkasında götürdüğü ağzı bağlı kabak çekirdeği çuvalını çekmeğe çalıştı.
Sesini ve kendini sürükledi geçti. Projektör içinde bir insan görmüş gibiydim. Dimağımda iki acı uc battı kaldı. Hayatının sefaletini görmemek için önüne bakan gözlerin kapaklarındaki acılık ve mesut efendileri hatırlatan karikatür hayali şeklindeki redigot. Saat sekizdi ve kıştı. Kabak çekirdeği satarak Fazlıpaşa’dan Karagümrük’e gidecekti.
Ertesi gün kar başladı. O günlerde bir akşam yeğenim soğuktan kızarmış gözleri ve burnuyla geldi. Ürkmesin diye lambayı yakmadım.
Uzun bir sükût… Sonra yine:
dedim.
Yüzümü yeğenimden saklamak ihtiyacında idim. Yüzümü cama yapıştırdım. Müsteşar Beyin burada titreyen parlak elektriğine baktım. Belki yeğenim de yüzüne bakmadığıma minnettardı.