Halil Cibran: Ermiş

Halil Cibran'ın dünyaca ünlü kitabı Ermiş'ten bölümler paylaşıyoruz

17 Temmuz 2020 - 12:34

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

HALİL CİBRAN (6 Ocak 1883- 10 Nisan 1931)

Yaşadığı dönemde ve günümüzde, felsefesi ve siyasi görüşleriyle derin izler bırakan Halil Cibran, 1883 yılında Lübnan'da doğdu. 1904 yılında El-Muhacir adlı gazetede deneme türündeki ilk edebi ürünleri yayımlandı. Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandıran, şiirleri yirmiden fazla dile çevrilmiş olan Cibran aynı zamanda başarılı bir ressamdı.
Cibran’ın ilk kez 1923’te yayımlanan başyapıtı Ermiş, şairane bir üslupla kaleme alınmış felsefi, ruhani ve ilham verici denemeler bütünüdür. Ermiş, ABD'de ellinin üzerinde baskı yapmıştır. Kitap, El Mustafa isimli bilge bir adamın yirmi altı bölümde anlattığı nasihatlerinden oluşur. El Mustafa, on iki yıl boyunca sürgün hayatı yaşadığı Orphalese Adası’ndan, onu anavatanına götürecek gemiye binmek üzeredir. Onu uğurlamak üzere etrafında toplanan ada sakinleri, El Mustafa’nın sevgi, çalışma, neşe ve keder, suç ve ceza, eğitim, dostluk, ibadet ve ölüm gibi son derece önemli kavramlar üzerine konuşmasını isterler. Bu konuşmalarda Orphalese halkı sorar, Ermiş ise cevap verir. 

Milyonlarca okura ulaşan Ermiş, günümüzde de en çok okunan kitaplardan biri olma özelliğini sürdürüyor. Biz de bu hafta Halil Cibran’ın İndigo Kitap tarafından baskıya hazırlanan “Ermiş” kitabından birkaç bölümü sizlerle paylaşıyoruz. 

ERMİŞ

Geminin Gelişi

Yaşadığı döneme gün gibi doğan, seçilmiş ve sevgili El Mustafa, Orphalese kentinde on iki yıl boyunca dönüp gelecek ve kendisini doğduğu adaya geri götürecek gemisini beklemişti. 

On ikinci yılın hasat ayı olan Eylül’ün yedinci gününde, şehir surlarının görünüşünü engelleyemediği bir tepeye tırmanıp denize doğru baktı ve sislerle birlikte yaklaşan gemiyi gördü. Bunun üzerine kalbinin kapıları sonuna kadar açıldı ve sevinci engin denizlere kadar aktı. Ve gözlerini kapayarak, ruhunun suskunluğunda dua etti. Fakat o tepeden inerken içine bir sıkıntı düştü ve kalbinin gözünden şunları gördü:

Huzur içinde ve üzüntü hissetmeden buradan nasıl giderim? Hayır ruhumda bir yara olmadan bu şehri terk edemem. Bu duvarların arasında acı dolu günler, yalnız geceler geçirdim uzunca; acılarını ve yalnızlığını kim terk edebilir ki pişman olmadan? Ruhumdan çok fazla parça bıraktım bu sokaklara, bu parçaların arasında en özlediğim, tepelerin arasında çırılçıplak dolaşan çocuklardır, sıkıntı ve acı hissetmeden ayrılamam onlardan.

Bugün üzerimden çıkardığım giysi değil, kendi ellerimle söktüğüm tenimdir. Ve ardımda bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla ahenk bulmuş yürektir. Daha fazla vakit kaybedemem artık. Var olan her şeyi kendisine çeken deniz çağırıyor beni, yola çıkmam gerek.

(…)

Şehre adımını attığındaysa, herkes onu karşılamaya gelmişti: adeta tek bir ses olup ona sesleniyorlardı.

Daha sonra şehrin yaşlıları öne çıkarak şöyle dedi:

Bu kadar erken bırakıp gitme bizi. Alacakaranlığımızdaki öğle güneşi oldun sen, gençliğinse kurulacak hayaller verdi bize. Sen aramızdaki bir yabancı ya da konuk değil, bizim oğlumuz ve canımız kadar sevdiğimizsin. Yüzünü görememenin hasretini çektirme gözlerimize.

Rahibeler ve papazlar şöyle dedi:

Denizin dalgaları şimdi ayırmasın bizi, aramızda geçirdiğin seneler birer anıya dönüşmesin. Aramıza bir ruh getirdin sen ve gölgen yüzümüze düşen ışık oldu. Ne kadar çok sevdik seni. Ancak sözlere dökmedik ve üstü kapalı kaldı sevgimiz. Oysa şimdi bağırarak ilan ediyor var oluşunu ve gözlerinin önüne seriyor. Bu her zaman böyledir, ayrılık vakti gelene kadar bilmez sevgi kendi derinliğini.

Başkaları da gelip ona yalvardı. Ama o tek bir söz söylemedi. Sadece başını eğdi, fakat yakınındakiler göğsüne dökülen gözyaşlarını gördü. O ve kalabalık daha sonra tapınağın önündeki geniş meydana doğru ilerledi ve mabetten bir kadın çıktı. İsmi El Mitra’ydı. Bir kâhindi.

El Mustafa kadına çok büyük bir şefkatle baktı; zira bu şehre geldiği ilk günden itibaren bu kadın inanmıştı ona ve peşine düşmüştü onun. Ve El Mitra da onu selamlarken şunları söyledi: 

Tanrının elçisi, en uzakta olanın talibi, uzun zamandır uzakları gözlüyor, gemini bekliyorsun. Gemin geldi, artık gitmen gerek. Anılarındaki ülke ve daha büyük tutkularının evine duyduğun hasret çok derin, ne sevgimiz bağlayabilir seni buraya ne de ihtiyaçlarımız tutabilir seni burada. Ancak bizleri bırakmadan önce senden bir istediğimiz vardır; konuş bizimle, hakikatinden ver bize. Ve ki biz de çocuklarımıza aktaralım, onlar da kendi çocuklarına aktarsın, yok olmasın bu hakikat.

Yalnızlığında günlerimizi izledin, uyanıkken uykumuzun gözyaşlarınız ve gülüşünü dinledin. Bu yüzden bizi bize göster ve doğumla ölüm arasında ne sunulduysa gözlerine, hepsini anlat bize.

El Mustafa da şöyle cevapladı: Orphalese halkı, şu an bile harekete geçen ruhlarınızın kıpırtılarından başka neyden söz edebilirim ki size?

Sevgi Üzerine

Daha sonra El Mitra, “Sevgiden söz edin bize,” dedi. El Mustafa başını kaldırdı ve insanlara baktı, o anda halkın üzerine bir dinginlik çöktü. Daha sonra El Mustafa yüksel bir sesle dedi ki:

Yolları zor ve dik olsa da sevgi sizi çağırdığında, onu takip edin. Kanatlarıyla sizi sarmaladığı zaman, ona teslim olun, tüyleri arasında gizlenmiş kılıçlar sizi yaralayacak olsa da. 

Ve sizinle konuştuğu zaman inanın ona, bahçeyi harap eden rüzgarı gibi rüyalarınızı sesiyle parçalasa bile.

Zira sevgi taçlandırdığı kadar çarmıha da gerer sizi. Besler, büyütür hem de budar sizi. Doruğunuza tırmanıp, güneşe titreyen en hassas dallarınızı okşadığı gibi, köklerinize de iner sarsar, toprağa sıkı sıkı tutuşlarınızı.

(…)

Kendinden başka almaz ve kendinden başka bir şey vermez sevgi. Ne sahip olur nede sahip olunmak ister. Zira seviye sevgi yeter. Sevdiğiniz zaman “Tanrı kalbimde “ demeyin, aksine “Tanrı’nın kalbindeyim!” deyin. Sanmayın sevginin yönünü tayin edebileceğinizi, zira sevgi kayık görürse çizer sizin rotanızı.

Çocuklar Üzerine

Bebeğini göğsüne bastırmış bir kadın şöyle dedi: Peki ya çocuktan bahsedebilir misin bize?

O da verdi yanıtını:

Çocuklarınız sizin değildir. O çocuklar hayatın kendine duyduğu özlemin oğulları ve kızlarıdır. 

Onlar sizinle birlikte gelir bu dünyaya. Ancak sizinle birlikte olsalar da size ait değildir. Onlara düşüncelerinizi değil, sevginizi verebilirsiniz. Zira kendi düşünceleri vardır onların. 

Onların ruhlarını değil, bedenlerini barındırabilirsiniz. Zira onların ruhu yarınlarda  ve hayal bile edemeyeceğiniz bir yerde yaşar. 

Onlara benzemek için gayret gösterebilirsiniz, ancak onları kendinize benzetmeye çalışmayın. Zira hayat ne geri gider ne de oyalanır dünle.

Sizler birer yaysınız, çocuklarınız da bu yaylardan fırlatılan canlı birer ok. Okçu sonsuzluğa giden yoldaki hedefi görür ve daha hızlı ve daha uzağa gitsin diye okları,  gerer sizi bütün gücüyle. Okçunun elinde bükülmek neşelendirsin sizi. Zira o, havada giden oku sevdiği kadar, kolayca sarsılmayan yayı da sever. 

Çalışma Üzerine

Sonra bir rençber dedi ki, “Bize çalışmadan bahsedin” O da şöyle yanıtladı:

Dünyaya ve onun ruhuna ayak uydurabilmek amacıyla çalışırsınız. Zira boş vakit geçirmek, mevsimlere yabancı olmak ve gururun yanı sıra görkemli bir şekilde ebediyete yürüyen hayat döngüsünün dışına çıkmaktır.

Ve çalışıp emek verirken, aslında hayatı seviyorsunuz. Verilen emekle hayatı sevmek, hayatın en gizli kalmış sırrına ortak olmaktır. Ancak bunları yaparken çektiğiniz acılardan ötürü doğduğunuz güne pişman olup, ağırlığını taşıdığınız bedeninizi kötü bir talih olarak görüyorsanız size tek bir şey söyleyebilirim; yazgınızı silecek olan tek şey alın terinizdir.

Neşe ve Keder Üzerine

(…)

Neşeniz, maskesini çıkarmış kederinizdir. Ve kahkahalarınızın yükseldiği bu çeşme, çoğu kez gözyaşlarınızla doldurulmuştur. Başka türlü nasıl olabilir?

Keder varlığınızda ne kadar derinleşirse, o kadar çok neşe barındırabilirsiniz içinizde. Şarabınızı döktüğünüz tas, çömlekçinin fırında pişirdiği tasın aynısı değil midir? Ve bıçakla oyulmuş olan ağacın kendisi değil midir, ruhunu sakinleştiren ut?

Neşeliyken kalbinizin derinliklerine bakın, sizi şu an neşelendiren şeyin eskiden kederlere boğduğunu göreceksiniz. Kederliyken de bakın yüreğinize, eskiden sizi mutlu edenler için ağladığınızı göreceksiniz. 

Bazılarınız “Neşe, kederden daha büyüktür” derken, diğerleri “Hayır, keder neşeden daha büyüktür” diyor. Benbde, bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağını söylüyorum. İkisi de birlikte gelir evinize ve biri masanıza gelip sizinle otururken, diğerinin yatağınızda uyuduğunu unutmayın.

(…)

Özgürlük Üzerine

(…)

Şehrin kapısında ve yuvanızda, kendinize secde ederek hürriyetinize tapındığınızı gördüm. Kendilerini katleden zorbanın önünde gururunu hiçe sayarak ona methiyeler düzen köleler gibi. Evet, aranızda en özgür olanın bile hürriyetini bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşıdığını, tapınağın korusunda ve hisarın gölgesinde gördüm.

Ve yüreğim kan ağladı, zira özgürlük arzusu sizin için bir koşum haline geldiğinde ve özgürlüğünüzden bir amaç ve ifa olarak bahsetmeye son verdiğinizde özgür olabilirsiniz. Gündüzleriniz tasasız, geceleriniz noksansız ve üzüntüsüz geçtiğinde değil, tam tersine bunlar hayatınızı çevrelediğinde ve her birinin üstesinden, çıplak ve zincirlerinizden kurtulmuş bir şekilde geldiğinizde özgür kalırsınız.

(…)

Acı Üzerine

Bir kadın, “Bize acıyı anlatın” dedi. O da şöyle cevap verdi:

Acı, kavrayışınızın etrafındaki kabuğu parçalayandır. Meyvenin çekirdeği kırılmak zorunda olsa dahi, özü güneşin altında durabilir ve bu yüzden sizin de acıyı tanımanız gerekir.

Kalbiniz, hayatınızda her gün gerçekleşen mucizelere meraklı olabilseydi, tıpkı sevinçleriniz gibi acılarınızın da muhteşem olduğunu görürdünüz. Tarlalarınıza peşi sıra vuran mevsimler gibi kabul ederdiniz, kalbinizden geçip giden mevsimleri de. Ve kederinizin getirdiği kışları huzur içinde izlerdiniz.

Yaşadığınız acıların çoğu kendi seçimlerinizin sonucudur. İçindeki doktorun hasta benliğinizi iyileştirmek için kullandığı acı iksiridir. Bu yüzden doktora güvenip, verdiği ilacı huzur ve sükunet içinde için. 

(…)

Dostluk Üzerine

Bir genç çıkıp “Bize dostluktan bahsedin” dedi. O da şöyle yanıtladı:

Dostunuz, ihtiyaçlarınıza cevap verendir. O sevgiyle ektiğiniz ve şükranla  biçtiğiniz tarlanızdır. O, kurduğunuz sofra ve tüten ocağınızdır. 

Dostunuz zihninden geçenleri söylediği zaman, ne kafanızdaki “hayırdan” korkar ne de “evet” cevabını saklarsınız. Ve o sessiz kaldığında kalbiniz onun kalbini dinlemekten geri durmaz. Dostluk içerisindeki tüm düşünceler, arzular ve beklentiler söze gerek olmayan bir neşeyle doğar ve paylaşılır. 

Dostunuzdan ayrıldığınız zaman üzülmezsiniz. Zira ona dair en çok sevdiğiniz şey, onun yokluğunda belli olur, dağcıya dağın aşağıdan daha net gözükmesi gibi. 

İyilik ve Kötülük Üzerine

(…)

İçinizde bulunan iyiliklerden bahsedebilirim, ancak kötülükten bahsedemem. Kötü, açlığı ve susuzluğuyla kendine işkence çektiren iyiden başka nedir? Gerçekten iyi olan acıktığında en karanlık inlerde yiyecek arar, susuz kaldığındaysa ölü sulardan bile içer.

Kendiniz gibi olduğunuz zaman iyisinizdir. Ancak kendiniz değilken kötü olduğunuz söylenemez. Dağılmış bir aile, hırsızların sığınağı değil sadece dağılmış bir ailedir. Ve dümensiz bir gemi tehlikeli adalar arasında amaçsızca dolaşsa bile denizin dibine batmayabilir.

Kendinizden vazgeçip, bir şeyler vermeye çalıştığınızda iyisinizdir. Ancak kazanç sağlamayı amaçlamanız kötü olduğunuz anlamına gelmez. 


ARŞİV