HEİNRİCH BÖLL (21 Aralık 1917 - 16 Temmuz 1985)
1917’de Köln’de doğdu. 1937'de liseden mezun oldu. Aynı yıl kitap satıcısı olmak için öğrenime başlasa da bir yıl sonra bu öğrenimden vazgeçti ve 1938 yılında devlet tarafında çalışma hizmetine alındı. 1939’da Köln Üniversitesi'ne kayıt yaptırdı, aynı yılın son baharında askere alındı. İkinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaştı, birkaç kez yaralandı, esir düştü. 1945’e kadar özgürlüğüne kavuşamadı. Bu sırada annesi bir hava saldırısından sonra geçirdiği kalp krizinin ardından vefat etti. Savaştan sonra hem üniversite öğrenimini sürdürdü hem de abisinin marangozhanesinde çırak olarak çalıştı. Edebiyat yaşamına öykü yazarak başladı. İlk öyküleri 1947’den sonra yayımlanmaya başladı. 1950’den sonra yaşamını yazar olarak Köln’de sürdürdü. Eserleri için aldığı ödüller arasında 1967 Georg-Büchner Ödülü, 1972 Nobel Edebiyat Ödülü vardır. Alman ve Uluslararası PEN Derneğinin başkanlığını yaptı. 16 Temmuz 1985’te öldü.
Eserleri yalnız Almanya içinde ve Alman dilini kullanan ülkelerde değil, bütün dünyada 20. yüzyılın önde gelen klasikleri arasına girdi.
Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan “Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer” isimli öykü kitabından “Biz Süpürgeciler” öyküsünü paylaşıyoruz.
BİZ SÜPÜRGECİLER
Matematik öğretmenimizin keskin öfkesi kadar iyi kalpliliği de ganiydi; sınıfa -elleri cebinde- yıldırım gibi dalar, sigarasının izmaritini sol taraftaki çöp kutusunun yanındaki tükürük hokkasına fırlatır, sonra da kürsüye hücum ederek hangisi olursa olsun cevabını asla bilemediğim bir sorunun ardından beni adımı seslenirdi... Ben çaresizlik içinde sonuna kadar kekeledikten sonra sınıfın gülüşmeleri eşliğinde ağır ağır yanıma yaklaşır, defalarca işkence görmüş başımı insafsız bir iyi kalplilikle yumruklarken defalarca aynı şeyi mırıldanırdı: “Seni gidi süpürgeci, süpürgeci...”
Bu, bütün okul hayatım boyunca korkudan titrememe neden olan ve eğitim düzeyi yükseldikçe derslerdeki bilgim artacağına azalır gibi göründüğünden korkumu bir o kadar körükleyen bir törendi adeta. Ama öğretmenimiz beni layıkıyla yumrukladıktan sonra rahat bırakır, beni sonu gelmez hayallerime terk ederdi; çünkü bana matematik öğretmeye çalışmak umutsuz bir çabaydı, tamamıyla umutsuz. Ve ben bütün bu yıllar boyunca, bir kürek mahkûmunun ayağındaki prangaya bağlı ağır gülleyi sürüklemesi gibi, o zayıf notu peşimden sürükledim.
Onun etkileyici tarafı, yanında asla bir kitap, bir defter, hatta bir yaprak kâğıt bile taşımamasıydı. Aksine, sanatını parmağının ucuyla sergiler ve en çetrefil çizimleri bile neredeyse bir ip cambazı ustalığıyla tahtaya geçiriverirdi. Sadece dairede hiçbir zaman başarılı olamazdı. Bütün bir tebeşire bir parça ip bağlar, hayalî merkez noktasını seçer ve sonra tebeşiri öyle bir hızla çevirirdi ki, tebeşir kırılır ve sefil bir cızırtı çıkartarak, atik bir hareketle tahtanın üstünde zıplardı - çizgi - nokta; nokta - çizgi... başlangıç ve bitiş noktaları asla buluşmaz, ortaya iki ucu felaket aralık kalmış bir şekil, hazin dengesizlikteki yaratının bilinmedik bir simgesi çıkardı. Bu ses, zaten hırpalanmış olan beynim için başka bir işkence olur ve ben hayallerimden sıyrılıp o yana bakardım; daha beni görür görmez üzerime atılır, kulağımdan yakalayarak daireleri onun yerine çizmemi emrederdi. Çünkü içimdeki gizli bir yasa, bu sanata neredeyse kusursuz bir şekilde hâkim olmamı sağlıyordu. Yarım saniye kadar tebeşirle oynamak ne kadar harika bir şeydi. Hafif bir sarhoşluk gibiydi, etrafımdaki dünya çöker ve içimi bütün eziyetlerin acısını çıkartan derin bir sevinç doldururdu... fakat bu tatlı dalgınlıktan da öğretmenimizin bu kez takdir dolu bir hoyratlıkla saçlarıma asılmasıyla kopartılırdım ve bütün sınıfın kahkahaları arasında dayak yemiş bir köpek gibi sessizce yerime süzülürdüm. Artık kendimde hayal âlemine dalacak gücü bulamaz, sonsuz bir eziyet içinde zilin çalmasını beklerdim...
Çoktandır büyüdük, çoktandır hayallerim daha acıtıcı, çoktandır bana "siz” diye hitap etmek zorunda: “Sizi gidi süpürgeci!” Ve daire çizmek zorunda kalmayıp buna karşın cebir köprülerinin kof kirişlerine boşu boşuna tırmanmayı denediğim azap dolu aylar geçti; hâlâ zayıfı peşim sıra sürüklüyordum, çoktandır alışılmış tören hâlâ uygulanıyordu. Ancak sonradan gönüllü subaylık için başvurma zorunluluğu ortaya çıktığında çabucak bir sınav düzenlendi, kolay bir sınav ama yine de bir sınav okul heyetinin resmî ciddiyeti karşısında yüzümde gördüğü çaresizlik, öğretmenimizin yüreğini yumuşatmış olmalı ki önceden ve ustalıkla doğrudan geçtiğimi söyledi. Ama sonradan öğretmenler elimizi sıkıp vedalaşırken bana matematik bilgilerimden yararlanmaya kalkmamam ve hiçbir şekilde teknik bir birliğe katılmamam için uyarıda bulundu. “Piyade birliği,” diye kulağıma fısıldadı, “piyade birliğine giriniz, bütün süpürgecilerin yeri orasıdır...” Ve gizli bir sevecenlikle son kez zaten hırpalanmış olan kafamı yumruklama imasında bulundu...
***
İki ay geçmemişti ki Odessa Havaalanı’ndaki ağır balçığın içinde sırt çantamın üstünde oturmuş gerçek bir süpürgeciyi, hayatımda gördüğüm ilk süpürgeciyi izliyordum...
Kış erken gelmişti ve gökyüzü, yakındaki şehrin üzerinde karanlık ve umarsız, ufukta asılı duruyordu. Dış mahallelerin bahçelerinin ve kara çitlerin arasında kasvetli binalar yükseliyordu. Karadeniz’in bulunması gereken yerde gökyüzü daha da koyu, neredeyse mavimsi siyahtı; akşam ve karanlık adeta doğudan gelir gibi görünüyordu. Geride bir yerlerde tekinsiz garajlarda yuvarlanan canavarların yakıt ikmali yapılıyordu, sonra ağır ağır geri dönüyor ve ürkünç bir rahatlıkla insan yükleniyorlardı; yüzlerinde korkudan başka hiçbir duygu okunmayan -çünkü Kırım uzun zamandır kuşatma altındaydı- kasvetli, yorgun ve ümitsiz askerler...
Trenimiz sonunculardan biri olmalıydı, herkes suskundu ve uzun paltolara rağmen soğuktan titriyordu.
Bazıları ümitsizlik içinde yemek yiyordu, bazıları tütün yasağına rağmen pipolarını elleriyle gizleyerek tüttürüyor ve dumanı ağır ağır incecik salıyorlardı...
Karşıda bir bahçe çitinin dibinde oturan süpürgeciyi inceleyecek yeterince zamanım vardı. Başında bir macera duygusu uyandıran o Rus kasketlerinden vardı ve kahverengi, kısa piposu, aynı burnunun uzunluğunda ve kalınlığındaydı. Yüzü sakallıydı. Katırtırnağı benzeri çalı demetlerini kavrayıp kesen, telle çevirip bağlayan ve sonra hazır süpürgeleri sapa geçirerek sessizce işleyen ellerinde saflık ve huzur vardı…
Ona doğru dönmüş, sırt çantamın üzerine neredeyse yüzükoyun uzanmıştım ve sadece telaşsızca sevecen bir gayretle çalışan bu sessiz, yoksul adamın devasa siluetini görüyordum. Hayatımda hiç kimseyi bu süpürgeciyi kıskandığım kadar kıskanmadım, ne Primus’u ne matematik dehası Schimski’yi ne oku! takımındaki yıldız futbolcuyu ne de ağabeyi demirhaç nişanına sahip olan Hegenbach’ı; bunların hiçbirini Odessa’nm bir ucunda oturmuş iç rahatlığıyla piposunu tüttüren o süpürgeci kadar kıskanmadım.
İçten içe bu adamla bir an göz göze gelmeyi diledim, çünkü bu yüze doğrudan bakmanın teselli verici olacağını umuyordum, ne var ki aniden paltom çekiştirildi, paylanarak motoru çalışmakta olan araca itiş kakış bindirildim; uçağımız kalktığında ve biz bahçelerin, yolların ve kiliselerin insanın yüreğini oynatan karmaşası üzerinde uçarken orada süpürgeciyi seçmek imkânsızdı.
Önce sırt çantamın üstüne oturmuş, sonra geriye kaykılmıştım; şimdi metal duvara dayalı başım kesintisiz sarsıntılarla titrerken kader arkadaşlarımın ezici sessizliğiyle uyuşmuş bir halde uçan geminin tuhafı tehditkâr seslerine kulak veriyordum. Dar alanın karanlığında sadece önde, pilotun oturduğu yerdeki karanlık biraz daha aydınlıkçaydı ve bu hafif ışıkta sağda, solda ve çepeçevre sırt çantalarının üzerinde oturan suskun ve kasvetli siluetler hayaletimsi bir görünüm alıyordu.
Fakat aniden gökyüzü boyunca garip bir ses hızla yol aldı, öylesine sahici ve bildikti ki korktum: Sanki çok büyük, dev gibi bir matematik öğretmeni, elinde tebeşirden bir kayayla karanlık göğün sonsuz yüzeyinde hız alıyordu ve çıkan ses daha iki ay önce duymuş olduğum bildik sesle tıpatıp aynıydı. Bu, tebeşirden öfkeyle çıkan o sekmeli gıcırtı gibiydi.
Öfkeli dev el gökyüzünde daireler çizip duruyordu, fakat renkler artık sadece kurşuni üzerinde beyaz değil, mavi üzerinde kırmızı, siyah üzerinde mordu ve titrek çizgiler daireyi kapatamadan çatırdayıp cızırdayarak sönüyorlardı.
Bana azap veren, ne kader ne arkadaşlarımın korku dolu, dizginsiz solumaları ne teğmenin soğukkanlılığa ve sessizliğe davet eden ümitsiz haykırışları ne de pilotun eziyetle çarpılmış yüzüydü. Bana azap veren, gökyüzünde hırsla, nefret ve öfkeyle parlayan ve çıkış noktalarına asla, ama asla geri dönmeyen bu sonu gelmez tamamlanmamış daireler, bir dairenin bütünlenmiş yuvarlak güzelliğine asla ulaşmayan beceriksizce çizilmiş bu eğrilerdi. Saçımdan kavrayıp kanatıncaya kadar yumruklayacağından korktuğum dev elin çatırdayan, tiz çığlıklar atan, sıçrayan öfkesiyle birleşerek bana eziyet ediyorlardı.
Sonra şiddetli bir korku duydum. Bu sarsıcı öfke karşıma ilk kez bir ses olarak çıkıyordu: Kafatasıma yakın bir yerde hiddetle savrulan bir elin çıkardığına benzer garip bir hışırtı duydum, nemli, sıcak bir acı hissettim, çığlık atarak ayağa fırladım ve elimi yine zehir sarısı yıldırım gibi bir titremenin parladığı gökyüzüne attım; daireyi tamamlamak zorunda olduğumu hissederek şiddetle kıvranan bu sarı yılanı yakaladım, sağ elimle zorlayarak o öfkeli eğrisini yuvarlamaya çalıştım, çünkü doğuştan sahip olduğum tek yeteneğim buydu... ve onu tuttum, vahşice çırpman, delirmiş gibi titreyen, çatırdayan yılanı çevirdim; onu nefesim ateş gibi ve ağzım acıyla titreyerek tutarken kafatasımdaki nemli acı büyür gibiydi; iki ucu birleştirip dairenin muhteşem yuvarlağını gururla izlerken kırık çizgilerin arasındaki alan doldu ve felaket cayırtılı bir kısa devre bütün daireyi ışık ve ateşle doldurdu, ta ki tüm gökyüzü tutuşana ve dünya düşen uçağın müthiş şiddetiyle ikiye bölünene değin. Artık ışıktan ve ateşten, uçağın güdükleşmiş kuyruğundan, bayramını kutlamaya giden bir cadının üzerine bindiği kara bir süpürge gibi görünen parçalanmış bir kuyruktan başka bir şey görmüyordum...