HERMANN BROCH (1 Kasım 1886- 30 Mayıs 1951)
Hermann Broch, 1 Kasım 1886’da Avusturya’nın başkenti Viyana’da doğdu. Ailesi, sanayiciydi ve özellikle babası Broch’un mühendislik eğitimi almasını istemişti. Bu nedenle, Hermann Broch 1907’de Viyana Teknik Üniversitesi’ni tekstil mühendisliği bölümünden mezun olarak tamamladı. Ancak genç yaşlarda başlayan edebiyat ve felsefeye olan ilgisi, mesleki eğitimini tamamlamasına rağmen hayatını başka bir yöne çekmesine neden oldu. .1909’da evlendi ancak bir de çocuk sahibi olduğu bu evlilik 1923’te boşanmayla sona erdi. İlk edebi yayınının tarihi 1913’tür. 1927’ye kadar babasının fabrikasında yöneticilik yaptı, o yıl fabrikayı satıp Viyana Üniversitesi’nde matematik, felsefe ve psikoloji öğrenimi görmeye karar verdi. İlk romanı Die Schlafwandler (Uyurgezerler) yayımlandığında kırk beş yaşındaydı. Robert Musil, Rainer Maria Rilke, Elias Canetti gibi birçok isimle arkadaştı.
1938’de Avusturya’nın Nazilerce ilhakı esnasında yanında sosyalist bir dergi bulundurması gerekçesiyle Gestapo tarafından tutuklandı. Ancak, edebiyat dünyasının önemli isimlerinden James Joyce’un ve arkadaşlarının aracılığıyla ABD’ye iltica etmeyi başardı. 1940 yılında ABD’ye yerleşen Broch, burada yazın hayatına devam etti. 1950 yılında Nobel Edebiyat Ödülü adaylarındandı. 30 Mayıs 1951’de New Haven, Connecticut’ta öldü.
Yazarın İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Suçsuzlar isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
SUÇSUZLAR
Umut mu? Evet, umut. İsimsiz biri, hayatında hiçbir şey olmuyormuşçasına yaşar, onun başına bir şey gelmez, tüm bu iç içe geçmişliklerden, karmaşalardan uzaktır: Benim bir ismim yok, ismim olsun da istemiyorum. Bana zorla verilen bu isimle yeterince yaşadım. (Syf 27)
Orta düzey özelliklerle donatılmış bir karakter, bilgilerin ve problemlerin gerçekte birer kurmaca olduğu konusuna pek de kafa yormaz, hatta bunları tuhaf bulur; o yalnızca uygulamaya yönelik sorunları bilir, bölmeye ve kombinasyonlanına ayırmaya ilişkin problemleri tanır; ister yaşamın formları olsun ister cebirin formülleri, bu problemlerin varoluşları onun nazarında asla bir şey ifade etmez. Onun fazlasıyla önemsediği tek şey, her şeyin yolunda gitmesidir: Matematik, onun ya da öğrencilerinin çözmesi gereken sorulardan ibaret bir görevdir, ders planına yahut da maddi durumuna ilişkin yükümlülükler de aynı şekilde çözülmesi gereken meselelerdir onun için; dahası, yaşam sevinci de kaynağını hem gelenekten hem de meslektaşlarının şekillendirdiği ortamdan alan bir ödev gibidir. (Syf 32)
İnsan ruhu ne denli yalıtılmış olsa da; mide ve bağırsaklarla donatılmış bir bedende vücut bulması onu ne denli az ilgilendirirse de ve diğer benzer canlıların da bu dünyada tıpkı kendisi gibi var olmalarını, kendi içinde bir yer işgal ediyor olmalarını yine ne kadar aynı ilgisizlikle karşılasa da kaçınılmaz olarak o canlıyla arasında doğaüstü bir bağ kurulacak ve ruh, bütünlüğünü kaybedip genişleyerek deforme olacak, dünyevi olan ve ölümlü olanın idrakinde keder ve sevinç arasında bölünecektir. (Syf 58)
Bazen de Tanrı'nın, fabrikaları ve ticareti yok etmek için yeryüzüne enflasyonu gönderdiğini; bunların yeryüzünden tümüyle silinip yerine zanaatkârlar ve hırsından arınmış köylüler tarafından, paradan bağımsız bir dünyanın hemen ve her zaman için, yaratan aşkına kurulması gerektiğini düşünürdü. Bunlara inandığından değildi kuşkusuz, böyle şeyler tasavvur etmeyi sevdiğindendi daha çok. (Syf 95)
Göz nezdinde yaratılan, cansız olandan mümkün mertebe uzakta, ayrıca ondan yaratılmış olmakla birlikte cana gelmeye hazır topraktan da uzaktadır; göz nezdinde varlığını kendisine borçlu olduğu yaradılış eylemi, yaradılışın altıncı gününde "doğru" bulunmuş ve bizzat kendisi yaratma yeteneğiyle ödüllendirilmiştir; yapılanı "doğru" bulmak için göz, insana özgü tüm idraklerden sorumlu olarak yargıçlık makamına atanmış ve kendi yaratıcı eylemi hakkında karar vermeye de yetkili kılınmıştır; ister niceliğin yaratıcı eylemi olsun ister sanatın yaratıcı eylemi, her ikisi için de göz, bir mihenk taşıdır; insanın insani olan özelliklerinin tamamı gözde toplanmıştır... insanın özü ve huzuru burada mevcuttur; çünkü insan, gözün idrak etme gücüyle yaratıcı olmuştur. Gözün kutsallığı, yine de sadece kutsal bir akisten ibarettir zira insanın yaratıcı eylemi bir yankı etkisindedir öyle ki bu yaradılış eylemi, hissedilen hayatı sadece resimlerle iletir ve insan göz nezdinde kendini tanıyarak, göz aracılığıyla kendini ve yaptıklarını iyi olarak değerlendirir; böyle bir şeye sahip olmadığı hâlde mutlak olduğunu söylemeye cüret eder ve göz nezdinde kibre bürünerek ölümlü yaşama döner; hayatı hissetme yeteneğini kaybeder ve eylemi ölü bir maddeyi deşmeye dönüşür; yanlış bir taklide, içi boş bir kötülüğe evrilir.(Syf 97)
İnsanoğlu beş para etmez, hafızası ise delik deşiktir ve bu delikleri asla kapayamayacaktır. İnsanın sonsuza değin unuttuklarının ne kadarı için bir şey yapılmalıdır ki bu yapılan, her zaman akılda kalacak o 'biraz' kadarını taşıyabilsin? Herkes günlük yaşamını unutur. (Syf 114)
Kuşkusuz insan, özellikle de ebediyete düşkün olan, bu tür bir ebediyete erişebilmek adına, onu ruhundan kurtaracak ve bedenini öldürecek bu karanlık için çabalar durur; kendini sadece, karanlığa duyulan özlemin sevgi olduğuna inandırmakla kalmaz, üstüne üstlük -kendi deneyimime güvenecek olursam- ruhunu kurtarmak ve kendini öldürmek konusunda gerçekten ciddidir ve buna hazırdır; bu şekilde sevgisinin sonsuzluğunu mühürleyecektir fakat gerçekte mühürlediği sevgiden duyduğu şüphedir. (Syf 169-170)
Ölümün tahakkümü altında insan güvenini kaybeder, dünyevilikte ve uhrevilikte o denli güvensiz olur ki oyundan dolayı hayal kırıklığına uğramış insan, her şeyden ve herkesten şüphelenmeye başlar, sadece meselelerin adını koymaya zorlanmaz, sürekli yeni yapılar ve teorilerle de yakınlaşması gerekir ve nihayetinde tüm bunlardan iğrenerek her şeyi bırakır. Haz değil, bilakis kendine olan nefreti ve kendisine duyduğu tiksintidir onu öldüren. Bu sevginin var olmayışıdır (Syf 176)
Zaman, mekâna tıpkı mekânsızlıkta olduğu gibi ve mekân ise tıpkı zamansızlıkta olduğu gibi zamanın içine yerleştirilmişti; mevcudiyeti olsun ya da olmasın, zaman ve mekân birbirine geçmişti. Varoluşta kendi kendine gerçekleşen her olay -ki sadece gerçekleşendir- her hareket, her söz, her melodide bu iç içe geçmişlik söz konusuydu ve her biri bu iç içe geçmişlik tarafindan taşınıyordu; hareketin bu bölünemez çeşitliliği içinde gerilim ve hatlardan mürekkep gerçek bir koro, somut olan gibi düşünülen de, işitilen gibi görülen de, bu iç içe geçmişlik genişleyerek olduğu şeye, yani çeşitli boyutlara ulaşıyor ve varoluşun koral yapısında bu çeşitli boyutluluk kendini göze üç boyutlu olarak görünür kılıyor; gerçekliğin arkasındaki gerçeklik, insanın bir parçası olduğu, mekândan ve andan bağımsız yaşadığı -uzun süre sonuncu olmayacaksa da- bu ikinci ve görünmez gerçeklikti... Bahçedeki bu insanlar nasıl görünürlerse görünsünler, renkli ya da kasvetli, nasıl giyinirlerse giyinsinler, giysilerinin altında saklanmış yaradılışları genç ya da yaşlı- nasıl olursa olsun, hangi cinsiyette olursa olsunlar ve yüz hatları ne olursa olsun derin, gerçekçi bir çıplaklığın içine yerleştirilmişlerdi; hem dış görünüşleri hem iç dünyaları bakımından büyük, çok boyutlu bir dalganın parçası, o dalganın bir damlasından başka bir şey değillerdi; bu dalga onları sarıp yükseltirken hiçbiri ayniliklerinin, çiçek gibiliklerinin, hayvan gibiliklerinin doğa gibiliklerinin farkında değillerdi -ve nesnelerin de durumu aynıydı, çiçeklerin, doğanın kendisinin bile-; ayırt edilemez bir biçimde sonsuz çeşitlilikteki boyutların dinamikliğine katılmışlardı ve orada sonsuz çeşitlilikteki dünya, varoluş varolmayışa doğru evrildiğinde tam da bunun sayesinde yeni bir varoluş gücü kazanıyordu. (Syf 212)
Biçimin gizemiyle oynadığımızda çocuklara benzeriz biz, onlar gibi oyunbaz, onlar gibi ahlaki kaygıdan uzak oluruz... Biçimler dünyasında, özellikle de toplumsal olanında ahlak yoktur, olsa olsa ahlakla ilişkilendirilebilecek kurallar vardır; insanın birini öldürmeye izni var mıdır? Bu soru burada tümüyle önemsizdir, önemli olan yalnızca usüldür ve kurallar çiğnendiğinde bu usül de cezalandırılır… "Çocuk biçimi aşmamıştır henüz; fakat içeriklerin dünyasını geride bırakan bizler, biçime yöneldik… (Syf 215)
Suçun farkındalığının varlığı, artık ispatlanmaya izin vermese de tahmin edilebilecekti. Kötülüğün çok boyutluluğu, insanın en küçük parçacığına kadar işleyen kötülük ve insanın kendisi, bu kötülüğü bizzat yüklenen, kötülüğün en arkaik taşıyıcısı, alnına yazılmış bir suç… Şüphesiz insan tek başına sadece felakete değil, esenliğe de çağrılmaktadır; üç boyutluluğun içinde sonsuzluğu açıklayan sembole de çağrılmaktadır insan, bununla beraber insan, esenliğe kör, esenliğe sağır bir kitleye evrilir… (Syf 234)
Her seferinde o büyük atmosfere geri dönüyoruz, bizzat biz de nefes alabilmek için; her seferinde o büyük diriliğe geri dönüyoruz bizzat kendimiz bakabilmek için ve her seferinde o büyük zinciri arıyoruz, atalardan o ilk toruna değin uzanan anne ve evlat arasındaki kısa parçayı arıyor, ona tutunuyoruz yaşayabilmek için; ben bekledim ve bu, bağlılıkta ya da özgürlükte gerçekleşmiş olsun benim arayışımdı. (Syf 259)