HIFZI TOPUZ (25 Ocak 1923 -26 Eylül 2023)
25 Ocak 1923'te İstanbul Nişantaşı'nda doğan yazarın tam adı Mustafa Hıfzı Topuz'dur. ilkokula Galatasaray'ın ilk bölümü olan Saint Jean-Baptiste'de başladı; ilkokulun üçüncü ve dördüncü sınıflarını babasının işleri sebebiyle gitmek zorunda kaldığı Ankara'da İnkılâp İlkokulu'nda devam etti ve beşinci sınıfta tekrar Galatasaray'a dönmüştür. Bu dönemde babası iflas ettiği için anneannesinin desteğiyle eğitim aldı. Ortaokul ve liseyi tamamladığı Galatasaray Lisesi’nde okudu. Liseyi bitirdikten sonra bir yıl Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam etti. Daha sonra burayı bırakarak İstanbul Hukuk Fakültesi'ne girdi ve 1948 yılında mezun oldu. Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisans (1957-1959) ve doktora (1960) yaptı. Gazeteciliğe 1947 yılında Akşam’da başladı. İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında yer aldı. Paris’te Unesco Genel Merkezi’nde iletişim sorunları ve gazetecilik eğitimi projelerini yürüttükten sonra Özgür Haber Dolaşımı Şefi olarak görev yaptı (1959-1983). Daha sonra TRT’de Radyolardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı yaptı.
1986’da İletişim Araştırmaları Derneği’ni kurdu. Galatasaray Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi’nde uluslararası iletişim ve siyasal iletişim dersleri verdi.
Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN, Yazarlar Derneği, Basın Ahlak Konseyi, İletişim Araştırmaları Derneği gibi oluşumlara da üye olan Hıfzı Topuz sayısız ödülün de sahibi oldu. 26 Eylül 2023’te aramızdan ayrılan Topuz’un Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan “Eski Dostlar” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
ESKİ DOSTLAR
Sabahattin Aydın'dayken, Sertel'lerin çıkardığı Resimli Ay'a da öyküler göndermeye başlar. Nâzım Hikmet'le de tanışır. Adı sol çevrelerde duyulur. Ama ertesi yıl Konya Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atanmıştır. Orada bir akşam bir eğlenti sırasında okuduğu bir şiir ortalığı bulandırır, şiirin dozu fazla kaçmıştır. Cemal Kutay ve Emin Soysal bu olayı Emniyet'e bildirirler ve Sabahattin tutuklanır, yargılanır ve bir yıl hapse mahkûm edilir. Sinop hapishanesine gönderilir, memurluktan atılır ve işsiz kalır.
1933'te, Cumhuriyet'in onuncu yılında herkes gibi o da genel aftan yararlanır, ama kendisini göreve almazlar. Çünkü Konya'da okuduğu şiirde Atatürk'e hakaret ettiği ileri sürülmektedir. Oysa Sabahattin'in hapiste yatmasına neden olan şiir, bir güldürü niteliğindedir. Sabahattin'in Atatürk'e büyük hayranlığı vardır, bunu belirten bir şiir yazar ve Atatürk'e duyurmak ister. Dönemin bakanları ne kadar Sabahattin Ali'ye sempati gösterirlerse göstersinler, kendisini ısrarla dışlarlar. Yine de konu bir şekilde Atatürk'e yansıtılır. Kendisine Sabahattin Ali'nin af yasasından yararlanarak görev istediği anlatılır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur, Atatürk'e,
“Paşam,”der, “hakkınızda ağır bir şiir yazmış olan bir öğretmen vardı ya, aftan yararlanarak tekrar öğretmenliğe atanmak istiyor.”
“Atanmasında yasal bir sakınca var mı ?”
“Hayır Paşam.”
“Öyleyse neden bana soruyorsun?”
İşlediği suç size karşıdır da."
“Aşkolsun sana! Beni, kişisel gücenikliğim dolayısıyla yasal gerekliliklerin yerine getirilmesini önleyecek ölçüde egoist mi sandın? O genci ilk açılacak yere hemen atayınız.”
İşte o dönemde Sabahattin Türkiye'nin sosyal gerçekçi ilk büyük öykü ve romanlarını yazar: Değirmen, Ses, Kuyucaklı Yusuf, Içimizdeki Şeytan, Yeni Dünya, Kürk Mantolu Madonna ve Ignazio Silone'den bir çeviri yapar: Fontamara.
(…)
1947 yılında bir gün Kamelya Apartmanı'na, Rasih'e uğra dim. “Fahrunissa Zeid'in Ralli Apartmanı'nda bir sergisi var, işin yoksa beraber gidelim,” dedi. Kalkıp gittik.
(…)
Neyse biz gittik o sergiye, koca koca yağlıboya tablolar, renkler hârika. Herkes bayılıyor Fahrünissa Hanım'ın tablolarına. Ben de bayıldım. Rasih sordu:
“Nasıl buldun resimleri?”
“Harika,” dedim. “Çok çok güzel ama Türkiye'nin gerçeklerinden ne kadar uzak. Şu güverteden ambarın görünüşüne bak, insanlar nasıl oynuyor, eğleniyorlar. Ben okuldayken birkaç kez vapurla Çanakkale'ye ağabeyimi görmeye gitmiştim, ambar yolculuğu yaptım, o yolculuğun ne olduğunu bilirim. Vapurun lüks kamaralarından aşağıya bakınca her şey çok zevkli ve eğlenceli görünür ama bir de oradakilere sor. Bu resimler işte tam bir burjuva bakışını canlandırıyor. Oh ne âlâ, her şey günlük güneşlik...”
İşte bunun gibi sözler söyledim. Ben o yıllarda daha çiçeği burnunda solcuyum. Sanata da gerçekçi toplumculuk açısından bakmak gerekiyor. Sanat toplum içindir diyoruz. Bu resimlerin topluma katkısı nedir? Neyi yansıtıyorlar? gibi sorularımız var. Rasih benim bu gözlemlerimi çok beğendi ve,
“Yazsana bunları,” dedi.
“Yahu, nereye yazayım?”
Daha o zamanlar benim elim kalem tutmuyor. Gazeteciliğe de daha bulaşmamışım. Rasih,
“Sen yaz, ben bastırırım,” dedi.
“Nerede bastıracaksın?”
“Haftalık Gün gazetesinde”
“Nasıl bir gazete o?”
“Esat Adil Müstecaplı çıkartıyor, eski savcı, İmralı Cezaevi'nin eski müdürü, sosyalist.”
“Sen ne diyorsun yahu? Cezaevi müdüründen sosyalist mi olur?”
“Olur elbette, adam sosyalist olduğu için cezaevi müdürlüğünü bırakmış. Sen hemen o anlattıklarını yaz, bana ver.”
Ben de... “İyi ya,” dedim, “yazayım bakalım.”
Hemen o akşam yazıyı yazıp Rasih'e götürdüm. Başladım gazeteyi beklemeye. Hafta sonu gazete çıktı. Gazete de ne gazete hani, 6 ya da 8 sayfa, normalin yarısı boyunda derme çatma bir şey. Ben yazımı arıyorum, Fuat İzer'in bir yazısı var, onun altında da çerçeveli bir ilan: 'Hıfzı Topuz'un yazısını da haftaya yayınlayacağız.'
Ben keyiften dört köşe oldum, kolay mı, imzalı yazım çıkacak. Hem bir hafta önceden ilan ediliyor. Ne yazı yazarmışım ben!... Tanıdıklara, “Gün'ü gördünüz mü?” diye soruyorum. Kimsenin öyle bir gazetenin varlığından haberi yok.
Ertesi akşam eve geldim. Annem,
“Hıfzı,” dedi, “Şefik dayın telefon etti, acele seni istiyor, hemen gideceksin.”
“Olur gideyim ama,” dedim, “neden? Bayram değil seyran değil.”
“Valla ben de anlamadım, git bak bakalım neymiş.”
Şefik dayı, gerçek dayım değildi, ailemizin büyüğüydü, onunla akrabalığımız Rasih'le Fahrünissa Zeid'in akrabalığı gibi bir şeydi. (…)
Mütareke yıllarında gizli haberalma örgütlerinin birinde çalışmış oradan MAH'a yani Milli Asayişi Himaye Teşkilatı'na geçmişti, oradan da MİT’e
(…)
Sofraya oturduk. Şefik dayı
“Hıfzı, oğlum, durumun çok ciddi, sen komünistlerle birlikte çalışıyormuşsun,” dedi.
“Aman dayı, bunu nereden çıkarıyorsunuz? Kim demiş?”
“Bugün senin hakkında bir rapor geldi. İçinde bütün kimliğin yazılı, yanlış olamaz, doğum yerin, doğum tarihin, adresin, Melâhat'in adı (yani annemin), Rami'nin adı (yani babamın adı) her şey tamam.”
“Eee?”
“Sen komünistlerin çıkarttığı bir gazeteye yazı yazıyormuşsun”
“Dayı, önce şunu söyleyeyim, daha yazım çıkmadı, adım çıktı.”
“Yetmez mi?”
(…)
“Sen o yazıyı hemen geri alacaksın, bende dosyanı kapatacağım.”
“Geri alamam dayı, bu bir onur sorunu.”
“Geri alamazsın, öyle mi? O zaman seni kodese tıkarlar, ömrünün sonuna kadar da hapislerde çürürsün. Sen beni dinle, o yazıyı geri al.”
“Dayı, alamam diyorum. Hem o yazımın komünistlikle ne ilgisi var, bir sergi eleştirisi.”
“Ne olursa olsun, adın çıktı ya gazetede. Fişlendin. Bundan sonra ne memur olabilirsin, ne yedeksubay. Sana devlette hiçbir görev vermezler.”
“Hep o sergi eleştirisi yüzünden mi? Yazıyı daha kimse okumadı bile.”
“Ben bilmem, annene, anneannene acıyorum. Baban sağ olsa yüreğine inerdi. Benden söylemesi, ben bu dosyayı kapatmak istiyorum, bana yardımcı ol!”
Şefik dayı bu dosyayı kapatmadı. Dosya beni yedeksubaylığıma kadar izledi. Bereket, orada çok iyi bir bölük komutanına rastladım da dosyamı bana o anlattı, hem solcu gazetelere yazı yazmışım, hem de üniversitede eylemlere katılmışım. Sonra yıllarca pasaport alırken sicilli olduğumu karşıma çıkardılar. Sonra o dosya nasıl arşive kaldırıldı, bilmiyorum.
(…)
Melih Cevdet'le bir de ortaklaşa roman yazdık, Murat Tek diye bir ad uydurduk. Romanın adı da Bir Gönülde İki Sevda idi. Kâzım Bey bu romanı bizim yazdığımızı hiçbir zaman bilmedi. Patrona ünlü bir romancının tefrikası 5 liradan, takma adla bize bir roman vereceğini söyledik. Kabul etti. Melih Cevdet'le romanın planını hazırladık. Bölümleri aramızda bölüştük. Yazıları parça parça mürettiphaneye vermeye başladık. Romanın ortalarında ben bir geziye çıktım. Yazıları yetiştiremedim. Sonra İzmir'den postaladım, daha doğrusu mektupları ve pul parasını ağabeyimin çalıştığı hastanenin şoförüne verdim. Adam 6 kuruş pul parasını yürütmek için mektubu postalamamış. O zamanlar mektuplar kaybolmaz ve gecikmezdi. Mektup gerçekten bir iletişim aracıydı. Postaların şimdiki gibi rezaleti çıkmamıştı. Yazılar gelmeyince mürettiphanede telâşa düşmüşler. Bunun üzerine Melih Cevdet benim bölümümü de yazıp vermiş. Böylece bizim roman aksamamış oldu. Ortak roman yazarlığımızı hiç kimseye söylemedik.
Yine o dönemde Melih Cevdet'le birlikte bir de 'Atom Çağı' adlı bilimsel bir yazı dizisi hazırlayıp Akşam'da yayınlamıştık.
Gazetede çok tatlı bir dost grubu oluşturduk. Kendi aramızda müthiş eğleniyorduk. Hilâli Bey bile bazen bize katılıyordu. Vâlâ Bey bizim takımla beraber olmaya can atıyordu. Ama, genellikle çok yoğun bir çalışma içinde olduğundan her zaman bize uyamıyordu.
Orhan Kemal sık sık gazeteye uğruyordu. Orhan o yıllarda çok güç koşullar altında kıt kanaat geçiniyordu. Her şeye rağmen yalnız yazılarıyla geçimini sağlamaya niyet etmişti. Ama, bu hiç de kolay bir iş değildi. Gazeteler Orhan Kemal'den yazı ve roman almaya korkuyorlardı. Orhan Kemal hem Babiáli'nin içindeydi hem de dışında sayılıyordu. Romanları çok tutuyor ve satılıyordu. Bunun etkisiyle bazı gazeteler Orhan'a kapılarını açtılar. Ben de Kazım Bey'e Orhan Kemal'den roman almayı önerdim; yanaşmadı. Bunun üzerine başka bir formül bulduk. Orhan Kemal takma bir adla bize roman yazacak ve o da herkes gibi yazı başına 5 lira alacaktı.
(…)
1974-75 yıllarında TRT'de çalıştığım dönemde bazı ünlü yazar, şair ve sanatçılarla televizyonda röportajlar yapmıştım. Bunların birçoğu geleceğe ışık tutacak nitelikteydi. Bu röportajların bazılarının yıllar sonra yine güncelliklerini koruduklarını sanıyorum.
İlk konuşmayı Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile yapmıştım. Yakup Kadri Bey beni evinde kabul etti. 85 yaşındaydı. Yıpranmiş ve yorgun görünüyordu. Konuşmalara kolay kolay yön veremiyordum. O bazen bir olay üzerinde ayrıntılara dalıyor ve sohbet uzayıp gidiyordu. Oysa konuşmamızın süresi 15 dakikayı geçmeyecekti. Sözünü kesmeye çekindiğim için konuşmamız iki saati geçti. Sonra TV stüdyosunda bu konuşmayı 15 dakikaya indirebilmek için üç dört saat uğraştım. Demek ki, anlattıklarının büyük bir bölümünü programa alamadım, üzüldüm. Onun da yayını izlediği zaman biraz düş kırıklığına uğradığını sanıyorum. TV röportajcılığının en güç yanı budur belki de, ya sık sık karşınızdakinin sözünü kesmek zorunda kalırsınız ya da sonradan filmi makaslarsınız, biraz kötü kişi olursunuz.