HİKMET ŞEVKİ (Doğum? - 28 Nisan 1930)
Doğum yılı bilinmeyen ve hakkında oldukça az bilgi olan Hikmet Şevki, Türk edebiyatında 1920-1930 yılları arasında farklı gazete ve dergilerde hikâye, çeviri hikâye, tiyatro eleştirileri, muhtelif konularda yazılar yayınlamıştır. Çeşitli kaynaklarda Galatasaray Lisesi’nde okuduğu ve hukukçu olduğu belirtilen yazar bir dönem Adana’da yaşamış ve Adana Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapmıştır. Sağlık sorunları nedeniyle İstanbul’a dönen Hikmet Şevki’nin yazı ve öyküleri Hâkimiyet-i Milliye, Servet-i Fünun, Fikirler, İctihad, Türk Yurdu, Hayat, Resimli Kitap, vb. gazete ve dergilerde yayımlanır. Hikmet Şevki, uzun süredir hasta olmasına rağmen Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Tahrir Müdür Muavini olarak çalışmaya devam ederken 28 Nisan 1930’da öldürülür. Ölüm haberi için bir gün sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesi “Hikmet Şevki Öldü”, Cumhuriyet gazetesi de “Çok Feci Bir Ölüm” başlıklı manşet atar. Otuzlu yaşlarda cinayete kurban giden Hikmet Şevki çocuk eğitiminden tiyatroya kadar pek çok farklı alanda yazılar kaleme aldı ve öyküleri farklı dergilerde yayımlandı.
Yazarın Hayat Pınarı adlı uzun hikâyesiyle, Aşk Mahkûmu (1938) romanı ölümünden sonra yayımlanır.
Hikmet Şevki’nin 1928 yılında Resimli Gazete’de tefrika edilen ve ilk kez Latin harflerine aktarılarak Koç Üniversitesi Kültür Yayınları (KÜY) Tefrika serisi ile yayımlanan Pembe Yuva isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
PEMBE YUVA
Yakacık’ın madenlere giden şosesinin üzerinde çam ve akasya ağaçlarından oluşan küçük bir koru göze çarpıyordu. Aydos Dağı’ndan gelen rüzgâr bu ağaçları hırçın nefesleri altında kıvrandırıyor, onların güzel sesler çıkararak durmadan hareket etmelerine yardım ediyordu. Bu ormanlığın arasına sıkışmış pembe yuvalı köşk, bütün köyün içerisindeki evlerden daha güzeldi. (…) Bütün köylüler bu eve “Pembe Yuva” diyorlardı, çünkü yolun hangi tarafından bakacak olursanız bu köşkün pembe boyasını görebilirdiniz. Köylülerin isim vereceği kadar değerli olan bu köşk pek sade, pek basit bir yuvadan ibaretti. Köşkün önündeki küçük bahçe özenle yetiştirilmiş güzel çiçeklerle süslü bulunuyordu. Geceleri maden yolundaki gezmelerinden dönen gençler Pembe Yuva’nın biraz ilerisindeki küçük kuyunun başında dinlenirler, onun yanından geçen âşıklar “Ne güzel bir sevgi yuvası” demekten kendilerini alamazlardı. Gerçekten Pembe Yuva ağaçlıklar arasındaki duruşuyla maceralardan usanmış, serüvenlerden bıkmış, eski bir çapkına benziyordu. O artık eğlencelerden, gençlik âlemlerinden uzak yaşıyordu. O, yalnız bu ağaçlıkların arasından etrafındaki kahkahaları, neşeli gülümsemeleri seyrediyor ve belki kendi geçmişini de hatırlıyordu.
(…)
Bol güneş, temiz hava arasında yaşamak ne güzeldi. Bu hayatın kucağında bir sır, anlaşılmaz bir nokta aramak boşuna değil mi? Bu güzel köy evinin içerisinde ne kadar mutluydum. Saadet, insanların kendilerini sorgulamadıkları, durumlarını layıkıyla anlayamadıkları zamanlardır. Çünkü ilk inceleme, ilk sorgulama saadetten ne kadar uzak bulunduklarını gösterir. Çocukluk en tatlı bir devre… Küçük bir oyuncak, tatlı bir meyve bütün gamlarınızı, kederlerinizi bir anda siler. İşte siz hayatın size verdiği bu suni ve yapma oyuncaklarıyla avunur ve mutlu olursunuz. Fakat bir defa hayatın manasını anlayınca artık sizi avutacak ne bir oyuncak, sizin kederlerinizi silebilecek ne tatlı bir meyve bulursunuz. İşte hayatın gerçek yüzü de budur.
Pembe Yuva’nın içerisindekiler daha mutlu, daha neşeli olabilirlerdi. Halbuki onlar beni şefkatle severken, derin bir sevgiyle okşarken gözleri doluyor, sesleri titriyor. Bütün gençliğim kederli okşamalar arasında geçiyordu. Bir teyzem vardı; bu teyzem evlenmemiş, bütün hayatını bizlere bağlamıştı. Teyzem hayatın yeniliklerine, asrın değişen yüzüne küsmüş gibiydi. (…) Teyzemin tabiatı bulutlu yaz günlerine benziyordu. Hani bazı günler olur; siz ne güneşin güzel yüzüne ne de gökyüzünün ağlayan gözlerine şahit olursunuz. Güneş bulutlar arasında çırpınır. Gökyüzü ağlamak ister, başaramaz. Teyzem de bunlar gibiydi. Ben onun gözlerinde ne gülümseme ne yaşlar gördüm. Beni çok seviyor, hep benimle meşgul oluyordu. Anneme gelince bu zavallı kadın her dakika evladını düşünen annelerdendi. O bana baktıkça “Dikkat et Füsun, üşüyeceksin” yahut “Dikkat et Füsun, düşersin” demekten kendini alamazdı.
Anemim yüzüne baktıkça geçmişteki hayatını kısmen keşfeder gibi oluyordum. Onun gözlerinden hayata küskün olduğunu anlamak mümkündü. O, diğer gençler gibi ne koru âlemlerine katılıyor ne de kendi akranı kadınlarla konuşuyordu. Onun bütün hayatı Pembe Yuva’nın sakin sessiz köşesinde solup gidiyordu. Bazı insanlar hayatı daha erken öğrenirler. Artık onların hayatla mücadele kuvveti kalmamıştır. Onları bir felaket, hayatın gerçek yüzüyle pek genç yaşta tanıştırır. Onlar, diğerleri gibi her gün yeni bir emeğin, yeni bir arzunun peşinde koşmazlar. Onlar yalnız bu hayatı mümkün olduğu kadar az bir kederle tüketmeye çalışırlar. Zavallı annem de bunlardan biriydi. O, uzun boyu, buğday teni ve büyük, siyah gözleriyle herkesin güzel bulabileceği bir kadındı.
(…)
Yakacık’ın bir köşesinde, sessiz bir hayat yaşayan bu iki kadının tek meşgaleleri bendim. Onlar hep benimle meşgul oluyor, beni düşünüyorlardı. Bu kadar sevgilerine rağmen yine benim neşem, kahkahalarım onları hem üzüyor hem de memnun ediyordu. Memnun oluyorlardı. Çünkü beni seviyorlardı. Fakat üzülmelerine ne gibi bir sebep vardı? Bunu bir türlü çözemiyordum. Bu sessiz köşedeki esrar beni günden güne şüphelendiriyor, çözmeye çalıştıkça yeni endişelerle boğuşuyordum. Bu yuvanın sakin köşesinde kendi kendime şarkılar söyledikçe ihtiyar aşçı kadın “Allah ses vermiş” diye takdir ederken teyzem gözlerini açıyor, bu güzel sesimin bile ona derin bir acı verdiğini anlatmak istiyordu. Görülüyordu ki bu iki kadını daima üzen ve takip eden bir karanlık sayfa vardı. Ben hissediyordum ki bu karanlık sayfa “geçmiş” denilen kitabın arasında bulunuyordu. Geçmiş galiba her yerde bizi takip eden ve üzen bir düşman…
Yakacık, İstanbul’dan uzak olmasına rağmen yazları köyde her arzu ettiğimizi buluyorduk.
(…)
Köyün içerisinde bulunan ailelerden hiç kimseyi tanımıyordum ve bizim hayatımıza benzeyen hiçbir aile görmemiştim. Bu esrarı zaman bana anlattı.
Kartal’da bulunduğumuz günler, ben annemin yanında, yorulduğum halde belli etmek istemeyerek neşeli bir kuş gibi dolaşıyordum. Küçük dükkanların önünde durup küçük alışverişler yapmak, çok sevdiğim güzel denizin sahile gönderdiği küçük öpücük seslerini dinlemek benim için pek büyük bir zevkti. Saatlerce denize bakmak, tabiatın bu temiz ve güzel kızını seyretmek istiyordum. Yakacık’ta da Pembe Yuva’nın yukarıdaki küçük odasından her vakit bu sevgili seyreder, onun bazı zaman mavi, bazı dakikalar da yeşil gözlerinin arsasından bir zevk çıkarmaya çalışırdım.
Kartal’da gezerken annemin tanıdıklara rast geldiği ve selamlaştığı olurdu. İşte o dakikalar yüzü kızarır, gözleri dolar, adımlarını hızlandırır ve ilerlerdi. Annemin halleri, bir türlü halledilemeyen bir bilmece gibiydi. Annem niçin yalnız yaşamak istiyor, neden kendisini tanıyanlardan çekiniyordu? Bu genç ruhum, kalbim daima ağır şüphelerin altında günlerce kıvranıyordu.
(…)
Yakacık’taki komşu çocukları sık sık bahçemize geliyordu. Teyzem de bana izin vermişti. Annemin itirazı karşısında “Bu kadar yalnız bırakmak doğru değil. Madem ki bu çocuklar kendisine hiçbir şey söylemiyorlar, oynamasında bir sakınca yok” diyordu.
Onlar konuştukça, benim hayatım ile onların hayatı arasında büyük bir fark görüyordum. Onların yalnız annesi ve teyzesi yoktu. Aynı zamanda babaları bulunuyordu. Babası ölenler de bu aziz ölünün hatırasını bir sebep bularak anıyorlar, her sözlerinin arasına babalarını karıştırmak istiyorlardı. Ya ben? Ben babamı bilmiyordum; hatta onun ismini bile söylerken, ona ait bir olayı anlatırken duymamıştım. Bir defa bu şüphemi yenemedim ve teyzemin yanına sokularak:
(…)
Artık ben on iki yaşıma geliyordum. Bir akşam teyzemle annem bahçede otururlarken ben de yukarıdaki pencereden adaları ve çok sevdiğim denizi seyrediyordum. Teyzemle annem beni görmüyorlardı. Teyzemin sesini işitiyordum. Hararetle anneme bir şeyler anlatıyordu. Onun söylediği sözlerden bir kısmını işitmiştim.
(…)
Sevilenlerden, sevenlerden ayrılmak, hayatın en büyük acısı. Fakat bilmem ki neden gerçek sevgileri hasret kadar kuvvetle ortaya çıkaran hiçbir şey yok. Hasret kalmadıkça kalp yoklamıyor, kalbin duygusu anlaşılmıyor.
(…)
Ben kimin kızıydım? İşte cevap veremeyeceğim en önemli soru buydu. Ben, Yekta Bey isminde mesleğini, yaşadığı ve öldüğü tarihi bilmediğim bir meçhul adamın kızıydım. Annemle teyzemin yüzünü inceliyor ve kendimle onlar arasında bir benzerlik arıyordum. Gerçekten teyzem ve annem öz kardeş miydi? Yoksa teyzem, annemin annesi miydi? Birbirlerini isimleriyle çağırıyorlardı. Yoksa amcakızları mı oluyorlardı? Belki de bu iki kadını birbirine bağlayan bir akrabalık vardı. Fakat ben bir türlü bu meseleleri halledemiyordum.
Sonunda bir gün sabredemedim ve teyzeme beynimi kavuran bu önemli meseleyi sordum.
(Syf 17-45)