Hüseyin Rahmi Gürpınar: Şık

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Hüseyin Rahmi Gürpınar ile devam ediyor

05 Kasım 2020 - 15:58

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Hüseyin Rahmi Gürpınar ile devam ediyor. Gürpınar’ın İnkılap Kitapevi tarafından yayımlanan “Şık” isimli romanından küçük bir bölümü okurlarımızla paylaşıyoruz.

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR (7 Ağustos 1864 - 8 Mart 1944)

Türk edebiyatının önemli kalemlerinden olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, 17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul'da doğdu.  İlköğrenimini Yakubağa Mektebi’nde aldıktan sonra  Mahmudiye Rüşdiyesi ve Mahrec-i Aklam’dan mezun oldu. 1878 yılında Mekteb-i Mülkiye'ye girdi ancak geçirdiği bir hastalık nedeniyle eğitimini tamamlayamadı. Sağlığına kavuşmasının ardından bir süre memurluk yaptı ve 1887 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başladı.

 Alafranga adlı eseri 1901 yılında İkdam gazetesinde tefrika edilirken İstibdat rejiminin yasağına uğradı. Eser II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 1911 yılında Şıpsevdi adıyla yayımlandı. Aynı dönemde Boşboğaz, Güllâbi ve Millet gazetelerini çıkardı. 1925’te yayımlanmaya başlayan Türk Kadın Yolu dergisinin yazarları arasında yer aldı. TBMM 5. ve 6. Dönem Kütahya milletvekilliği de yapan Gürpınar, 8 Mart 1944 tarihinde Heybeliada’da yaşamını yitirdi. 

Şık, romanı  Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yazdığı ilk romandır. Eser, ilk olarak Tercüman-ı Hakikat’te tefrika edilir ardından kitap olarak 1889 yılında basılır.  Kitabın ikinci baskısı ise 1919 yılında yani 30 sene sonra yapılır. Hüseyin Rahmi 30 yıl sonra ikinci baskısı yapılan kitabın önsözüne şunları yazar:

“Şimdiki ihtiyar ben, genç, toy, acemi Hüseyin Rahmi’nin ne kadar kusurlarını görüyorum. Emin olunuz zamandan büyük bir muallim, hakikatleri telkinde ondan daha muktedir bir profesör yoktur.  Yaşayan görüyor ve öğreniyor…

Okuyunuz efendim, okuyunuz. Gençliğimin ihtiyarlığımdan çok neşeli ve daha güldürücü olduğunu göreceksiniz… Çünkü ben bile kendi kendime bayıla bayıla güldüm.”

ŞIK

Şık denilince elinde gantı,(eldiven) cebinde kartı olan, fakat üstünde nakdi bulunmayan şu bilinen tip derhal bastonuyla, kostümüyle, gözlüğüyle gözlerde canlanır!

Âlemin karşısına bu kıyafetle çıkan bir genç zamanımızda ahlakına fesat karıştırmış, hoppalığı pek azıştırmış olmakla suçlanarak herkesçe hor görülüyor.

Halbuki bu suçlamalar bazen haksız yere yapılıyor. Çünkü eline gant giyenlerin, cebinde kart taşıyanların hepsini şıktır diye hor görmeye kalkışmak icap etmez. Asıl eleştirilmeye layık olan şıklar, esasen hiçbir meziyet ve fazilete sahip olmayıp her hareketleri birer adî taklitçilikten ibaret kalanlar, her gören veya işitenleri büyük bir acımayla beraber istemeden gülmeye mecbur edecek birtakım garip halleri olanlardır.

Bu konuda güzel bir örnek olarak okuyuculara Şatırzade Şöhret Bey’i arz edeceğiz.

Şatırzadeliği eski bir aile namına mensup veyahut başka bir esasa dayanan bir isim zannetmeyiniz. Şöhret sırf böyle bir unvanla anılmayı arzu ettiği için garip şekilde isminin yanına bir de Şatırzadelik ilave eylemiştir!

Şöhret pek şıktır. Ama nasıl şık? Bu kelime kötü mana yönünden ne kadar genişletilebilirse işte öyle şıktır. Malum a? Şıklık kıyafetle olmaz. Tabiat ve ahlakça da şık olmak icap eder. Kıyafette görülen aşırı şıklık bazen tabiata karışan fesatlığın dış alametleri demektir.

(Syf 11-12)

(…)

Şöhret Bey bundan birkaç ay evvel Beyoğlu âlemlerinin birinde- kendi tabirince- bir conquête (fetih)yapmış, yani bir kadının gönlünü kazanarak birbirlerine muhabbetlerini bildirmişler…

Şık, madamın hanesine gelip gitmeye başlamış; münasebeti ilerletmişler, muhabbeti koyulaştırmışlar. Malum ya, bu türlü koyulaşan muhabbetlerin kıvamı parayla gelir! Halbuki bizim Şatırsade:

Sanma o mestane nigâhı aşktandır,

İnan vallahi açlıktandır!

vasıflandırmasına uyacak “tırıl” şıklarındandır. Anadan babadan kibar olmadığı gibi, kendi emek ve gayretiyle kazanmak meziyetinden de tamamen mahrumdur. Gerçi kendisi… kalemine devam ederse de bu devamı yalnız bir sözden ibarettir. Kaleme niçin böyle seyrek geldiğinin sebebi kendisinden sorulsa, aldığı yüz elli buçuk kuruş maaşı o büyük zekâ ve irfanıyla orantılı bulmadığı için olduğu cevabını verir.

Şatırzade aşk münasebeti kurduğu madamın evine yirmi gün kadar devam eder. O aralık nasılsa eline geçirebilmiş olduğu beş on lirayı bu devamı esnasında yiyip bitirir.

Metresiyle geçirmiş olduğu bu yirmi günlük sefihçe hayat Şık’ın kalbinde ölünceye kadar giderilmesi imkansız tatlı bir eser bırakır. Lakin ne çare ki bin türlü müşkülatla ancak edinilebilmiş olduğu o beş on altının bitmesi Şık’ı sevgili metresinden ayrılmak zorunda bırakır.

Ayrılıktan özlem doğacağı malum. Şık bu ayrılık ateşine çok vakit tahammül edemeyeceğini anlar. Fakat ne yapsın? Metresi ile kendi arasında olan muhabbet bağı paradır… Onsuz emele kavuşmak mümkün değil.

Para bulmak için pek çok yollar düşünür. Hayli teşebbüslere kalkışır. Hep muvaffakiyetsizlik tarafı yüz gösterir. Nihayet annesinin elmas küpelerini çalıp satmak ve bu suretle muhtaç olduğu akçeyi tedarik etmek yolu aklına gelir. İşin başlangıcında bu suretle akçe tedariki Şık’a kolay görünürse de sonradan işin fena netice vereceğini düşünür. Zira Şık’ın annesi İstanbul’da bir eşi daha bulunmaz cerbezede ve kadınlarca eli bayraklı tabir edilen derecenin pek üstünde edepsiz bir kadındır. Maazallah küpesinin uğradığı kazayı haber alırsa bu kadın neler yapmaz? Sonra annesinin elinden yakayı nasıl Şık kurtarabilsin? Kim bilir bu hırsızlığın icrasının ardından ne türlü rezaletler meydan alacaktır?

Fakat diğer yönden Şık’ı bu hırsızlığa zorlayan arzuya galip gelebilmek de müşkül. Şık bir iki gün bu hırsızlığı yapıp yapmamak arasında kararsız kalır. Fakat nihayet “Ben birkaç gün daha metresimle birlikte yaşayım da isterse ondan sonra kıyametler kopsun” der, niyetini icraya karar verir.

Bir gün annesinin evde bulunmadığını fırsat sayar. Hatunun sandığını kırar. Küpeleri çalar.

(Syf14-16)

(…)

Şöhret’in geldiğini görünce Madam Potiş güya fevkalade sevinmiş gibi birtakım sahte yaygaralar, çırpınmalar yaptı ki, zavallı Şık, sevgilisi tarafından bu kadar özlemişcesine güler yüzle karşılanacağını hatırına getirmemişti.

(Syf 17)

(…)

Nerelerde ve nasıl gezeceklerine dair bir program tertip olundu. Programın tertibinden sonra aralarında şöyle bir konuşma başladı:

Şöhret Bey:

“Madam! Gerek parlak cemalini, gerek nazik tavırlarınızla bu gece Beyoğlu2ndaki kadınların hepsine üstün gelecek ve bundan dolayı kadın eşliğinde çıkan diğer erkeklere karşı beni haklı bir iftiharda bulunduracaksınız. Fakat bu kadar mükemmeliyetle beraber bir noksanımız var ki ona dikkat edenlerin içinde bizi ayıplayanlar bulunabilir.”

“Sevgili Şöhret!  O noksanımız nedir? Söyle. Eğer olması mümkün bir şeyse tamamlamaya çalışmaktan geri durmayız.”

“Noksanımız sokağa çıktığımız vakit zinciri elimizde kâh arkamız sıra bizi takip eder ve kâh yer yer önümüze geçer zarif bir köpeğimizin bulunmamasıdır.”

Madam Potiş herkesin sokakta kendilerini ayıplamaya kadar varacağı noksanlarının bir köpek olduğunu anlayınca hemen bir kahkaha salıvermek ister, fakat yine kendini zapt eder. Çünkü bu sözünden Şöhret’in ne kadar alafrangalık tutkunu ahmek bir herif olduğu karının gözünde bir kat daha sabit olur. Madam Potiş Şöhret’in bu sözlerine gülmek değil, aksine bu yoldaki fikirlerini tasviple kendine istifade kapılarını açmış olacağını hesaplamıştı. Bunun üzerine derhal cevap verdi:

“Benim güzel Şöhretçiğim! Alafranga adetlerinin her inceliğine nasıl da vakıftır! Öyle ya! Her bir süsleri mükemmel olarak sokağa çıkan bir erkekle kadının yanlarında bir zarif köpek bulunmaması Avrupa’ca pek büyük ayıplardan sayılır! Allah göstermesin, niçin herkesin ayıplayıcı bakışlarına uğrayalım? Elbette güzel bir köpek tedarik eder de öyle sokağa çıkarız.”

Yukarıdaki bölümün sonunda görülen konuşmadan sonra Madam Potiş bir mahalden emaneten bir güzel köpek bulup yarım saate kadar dönmek üzere Şöhret’i evde bırakır. Sokağa çıkar.

Birçok yerlere müracaat eder. Fakat kendisine bir gecelik köpeğini emanet edecek bir dost bulamaz. Veyahut daha doğrusu Madam Potiş’in dostu olan kadınlar da kendisi gibi ipsiz sapsız avare güruhundan bulundukları için emanet verilecek köpek hiçbirisinde mevcut görülmez. Şimdi nasıl etsin? Birkaç kuruşa köpek bulup satın alacak kadar da Madam’da para yok. Şimdi bir köpek bulamadan mı dönmeli? Veyahut seksen mahalleye müracaat ettiği halde kimse kendisine bir gececik köpeğini inanıp vermemiş olduğunu Şöhret’e karşı nasıl itiraf etmeli? Hiç Madam Potiş Şık nazarında kendi büyüklüğünü düşürmek demek olan böyle bir itirafta bulunabilir mi? Hem bundan başka Avrupa2da köpeksiz sokağa çıkmanın ayıp sayıldığını da bir kere söylemiş bulundu. Şimdi buna aykırı hareket uygunsuz düşecek…

Mutlaka buna bir çare, bir tedbir bulmalı. Karı düşünür, taşınır, nihayet bazı akşamları ekmek vermekte olduğu ve daima kapısının önünde dolaşan bir köpek aklına gelir. Bu köpek sokak köpeklerinin bodur cinsinden olduğundan diğer arkadaşları gibi cinsine özgü büyüklüğü tamamen gelişmemiş, cüssece onlardan biraz küçük kalmıştı. Madam Potiş kendi kendine der ki:

“Ha tamam! Kolayını şimdi buldum. Bu hayvanın zayıflığı bazı madamların gezdirmekte oldukları narin yapılı, ince bacaklı köpekleri pek andırıyor.  Bunun başına canfesten bir âlâ başlık geçiririm! Ucuna bir de kordon bağlarım. Bu ipekli başlığı giydikten sonra bizim köpek Şöhret’ten daha yakışıklı, daha şanlı olur. Hangi cinsten olduğunu kimse fark edemez.”

 (Syf 18-21)

(…)

Tam akşam saat on ikiye doğru Şöhret’le Potiş kol kola ve Drol’un kordonu ellerinde sokağa çıktılar. Pangaltı caddesi üzerinde biraz ilerledikten sonra Drol yürümemeye başladı. Şatırzade kordonu çektikçe hayvan boynunu ileriye doğru uzatıp dört ayağı üzerinde mıhlanmış gibi duruyor, ondan ileriye gitmek istemiyordu. Çünkü Drol kendi mahalle arkadaşlarının ondan öteye tecavüz edemeyecekleri sınır üzerine gelmişti. Eğer sınırı geçerse öteki mahalle köpeklerinin cezalandırıcı dişleriyle ısırılacağını biliyordu.

Drol yürümemekte, Şöhret kordonu çekmekte ısrarı artınca başlarına birkaç seyirci toplandı.

Seyirciler Şık2ın kıyafetiyle köpeğin al başlığını görerek manalı tebessümlere başladılar. O sırada seyircilerin içine iki sarhoş Ermeni külhanbeyi de karıştı. Ve bunlar için gördükleri acayip şey üzerine duydukları hayreti gizlemeye bir mecburiyet olmadığından iki arkadaş şöyle bir konuşmaya giriştiler:

“Şu köpek ki, yürümooor, inat edoorsa, bil ki sokak köpeğidir!”

(Syf 25-26)


ARŞİV