Hulki Aktunç: Bir Kadıköy’oğlu

Kendine ‘Kadıköy’oğlu’ unvanını yakıştıran, yaşamı boyunca ‘hep Kadıköy’de olan’ şair ve yazar Hulki Aktunç'un Bir Kadıköy’oğlu” kitabından birkaç yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz

22 Mart 2020 - 23:01

Gazete Kadıköy okuyucularına ülkemizden ve dünyadan usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılarla oluşan bir “köşe” açtı. Amacımız bir edebi seçki hazırlamak ya da edebi değerlendirmelerde bulunmak değil. Bir gazete köşesi ölçeğinde edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek ve yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak... Keyifli okumalar diliyoruz.

HULKİ AKTUNÇ (27 Ocak 1949- 29 Haziran 2011)

Kendine ‘Kadıköy’oğlu’ unvanını yakıştıran, yaşamı boyunca ‘hep Kadıköy’de olan’ şair ve yazar Hulki Aktunç, 1949 yılında İstanbul’da doğdu. Selimiye Askeri Ortaokulu, Erzincan Askeri Lisesi (1963-66) ve Haydarpaşa Lisesi’ni (1967) bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakarak reklam ajanslarında metin yazarı ve yönetici olarak görev yaptı. Reklamcılar Derneği’nin başkanlığını da yapan Aktunç, edebiyata öyküyle 1969 yılında girdi. Şiir, eleştiri, inceleme de yazan yazarın eserleri Soyut, Yeni Edebiyat, Yeni Dergi, Papirüs ve yönetimine de katıldığı Türkiye Defteri (1973-75) dergilerinde çıktı. Eserlerinde tekniğe ve yapıya özel önem veren Aktunç, kuşağını çevreleyen toplumsal sorunları konu edinirken simgelerle yüklü anlatımı, ayrıntıları ustaca kullanması ve biçim özellikleriyle farklılığını belirginleştirerek özgün bir üslup oluşturdu.

İlk hikâye kitabı olan “Gidenler Dönmeyenler”de Sabahattin Ali’nin gerçekçiliğiyle Sait Faik’in avangardizminin bir bileşimini oluşturmaya çalışan Aktunç’un ilk romanı “Bir Çağ Yangını”, Füsun Akatlı’nın ifadesiyle ‘bir özgürlük manifestosu’ olarak karşılandı.

“Yirmi dilin konuşulduğu bir yerde (Kadıköy’de) büyüdüm ve dilin kendisi bana yazma isteği verdi” diyen Aktunç’un dil üzerine çalışmalarının bir ürünü de “Büyük Argo Sözlüğü” oldu.

“Gidenler Dönmeyenler” ile 1977 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü alan Aktunç, “Bir Çağ Yangını” ile 1980 Abdi İpekçi Roman Ödülü; “Bir Yer Göstericinin Hayatı” ile 1990 Yunus Nadi Ödülü, “Istıraplar Ansiklopedisi” ile 1995 Cemal Süreya Şiir Ödülü’ne layık görüldü.

Hulki Aktunç son olarak 2010’da “Sönmemiş Dizeler” adlı şiir kitabıyla, Sivas katliamında yaşamını yitiren şair dostu Metin Altıok adına verilen şiir ödülünü almıştı.

Usta yazarın İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi kapsamında 2009 yılında Heyamola Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan, Kadıköy’ü özellikle de Üzerlik Sokağı anılarını anlattığı “Bir Kadıköy’oğlu” isimli kitabı hem kendi hayatına hem de Kadıköy’ün geçmişine dair pek çok iz ve anıyı barındırıyor. Aktunç’un “Kadıköy’de 24 ayar Kadıköylüler de var, yaşları 60-70 … Ve Karşı’ya ömür boyunca hiç geçmemişler. Bu kitabı işte onlara, dünyayı Kadıköy’de bulup yaşayanlara adadım” dediği “Bir Kadıköy’oğlu” kitabından birkaç yazıyı siz okurlarımızla paylaşıyoruz.

BİR KADIKÖY’OĞLU

Başlamak zordur ey oğul…

“Kadıköy’ü yazar mısın?” dediler.

- Kadıköy, yazdı seni.

- Mümkün her şeyi yazdı.

Yazmıştı. Yazmaktadır.

Anlatmaktadır o hâlâ.

Seni, beni, bizi, herkesi anlatır.

Bakma, Kadıköy kendi rıhtımın ardına gizlenir ama, anlatır. Rıhtım denizine inen göz kamaştırıcı yokuşlarıyla anlatır. Üzerlik’in üç yokuşuyla anlatır.

Yahu, bir tek Üzerlik Sokağı’yla bile anlatır. Çünkü o kısacık sokak, büyük bir Dağılma Devrinin alçak gönüllü tanığı olmuştur.

Kim bilir, bir Toparlanma Devrinin çekirdeklerini de taşımakta, yaşatmaktadır Üzerlik Sokağı. Kadıköy.

Anlayan herkese. Anlatır.

***

 

Süreç

… 27 Ocak 1949’da Zeynep Kâmil’de doğdun. Bugün “tarih dahi” 30 Nisan 2009. Altmış yaşındasın. Hep Kadıköy’deydin. (1963-1966 arasında, dönem dönem Erzincan’da)

Yitirdikçe bulduğunu anladın o sıralar. Kadıköy’ü yitirdikçe buluyordun. Buldukça da yitirdin.

- Kadıköy’ün altı bin yılının (biraz) altmışınsın. Belki yedi bin yıl… Kadıköy’ün kentsel dokusu, etamin değil Hereke dokusu. Kadıköy dokusu. O insan dokusunun neresindeydin?

- Sen burada doğdun, dedi babam. Zeynep Kâmil’de. Unutma karşısı da dünyanın en güzel mezarlıklarından biri Karacahmet.

- Neden güzel ki baba?

- Ağacı güzel, otu çiçeği güzel, börtü böceği güzel… Kuşları güzel…

- Şehir içre bir orman yavrusu…

- Geceleri hâlâ bülbül duyan taşları, kitabeleri güzel… Bir gün gezeriz, görürsün. Bir at mezarlığı bile vardır buralarda oğlu. Sonra, yalnız güzel değil önemli. Mezar taşları heykeller gibi.

- Heykel yasak!

- Yatanların cinsiyeti, ne iş yaptıkları da taşın biçiminden, hem kitabelerden anlaşılır. Tövbe! Heykel müzesi… Devasa bir nüfus kütüğüdür de burası.

- Kaç yaşında?

- Yüzyıllar yaşında… Elbet nüfusu da öyle.

Bir taş’ta ben, ben,’im ben idim; taş’ı ona göre yontun, diyen kadınlar ile erkekler. İşte burada. Harem Selamlık var mıdır burada da?

Eski ve yeni İstanbul’da ölüm sosyolojisi.

Doğumlar ile ölümler de karşı karşıya duruyor.

Bir yerde, Zeynep Kamil’de bebeler, ilk kez ağlıyor. Karşısında ise ölümün ağıtları var.

***

Marika

Oğul, Marika’yı tanımıştır.

Marika, hepimizin nişanlısı. İdi. 1960’larda kırkında mıydı? Annesi ve abisiyle yaşamaktaydı. Kese kâğıdı yapıp esnafa satarlardı. Eski gazetelerden, kese kâğıdı. Çiriş ile yapıştıraraktan eski gazete sayfalarını kesip kesip biçimlendirerekten ellerine çiriş bulaşıp bulaşıp kuruyaraktan.

Marika, bu ev- içi bunaltısından firar ederdi besbelli. Hep sokaklarda.

Marika, konuşmazdı. Dilsiz değildi de konuşmaya küskün idi.

Hüznün en deriniyle mahzun, küçücük, ama dışarıya uğramamış mavi-yeşil gözleriyle Marika…

Sokak sokak, deli deli dolaşır. Hızlı hızlı, aheste, yeniden hızlı, koşarak, birden duraklayarak. Neden durduğunu bilmeyerek. Yeni sokak yönünü düşünürken mi?

Erkekler, yaklaşır. Kimseye belli etmeden üç beş kuruş verirler Marika’ya. Bir baç ödercesine.

Marika aldığı parayı avucunda âdeta “kaybeder”. Gülümser.

İnsan gözleri utanabilir mi? Onda gördün.

Marika bir şeyler mırıldanır. Bir şeyler mırıldanırsa da anlaşılmaz. Türkçe? Rumca? Efaristo,kala!

Oğul, onun öyküsünü de biliyordu. 16 ya da 17’sindeymiş. Bir delikanlı ile sevdaya düşmüşler. Sevişmişler de. Herif aniden kaybolmuş. Yüz üstü bırakmış Marika’yı.

Bir Rum? Bir Türk? Bir Ermeni? Bir Yahudi?

Erkeklerin hepsi.

Marika’nın aklı çıkmış, habire o genci arıyor. Onunla buluştuğu sokaklarda… Artık buluşma yeri olmaktan çıkıp birbirine ulanarak birer labirente dönüşmüş sokaklarda…

Tellalzade, Muvakkithane, Üzerlik, Mühürdar, Başçavuş, Serasker, Sakızgülü, Arayıcıbaşı…

Kadınlar para vermezdi Marika’ya. Eski, demode giysiler, ayakkabılar veriyorlar işte. Alıyor Marika. Hemen eskici Hacıanne’ye satıyor. (Hacıanne’nin öyküsü mü? Romanı var onun. Romanı mı? Ne romanı? Bir tarihi vardı onun. İlerde söylerim.)

Kadıköy, darmadağın bir aşkın yürüyüşüyle, Marika’nın adımlarıyla da anlatılabilir. Yılgın, mahzun, arayan, aranan, mavi-yeşil umut dolu, kapkara umutsuz bakışlarıyla da.

Marika, unutuldu.

***

Çayır Güzeli

Bahariye’de, Opera Sinemasının karşısında Foto Servanis var. İdi. Rum.

Aa!... Vitrinde o Bilgin’in bir portresi! Bir de Çayır Güzeli!

Bilgin’in Osmanlı’dan kalma allame görkemi (monokl düşünceli) ile çayırlar çılgının mübalağa güzelliği (şen donanma) yan yana.

Çayır Güzeli, ağır mı ağır, boyam boyam makyajıyla, çiçek bezek giysileri, rengârenk tüyler papatyalar iliştirilmiş şapkasıyla, bin bir takısı çıngıl püskül, bakar dururdu gelen geçene.

Sevgilinle çay bahçesindesin. Oturmuş da Kalamış’a, Fenerbahçe’ye (Fener Bağçesine), lodoslarda ayna gibi görünen Adalar’a dalmışsınız. Çayır Güzeli çıkagelir, ikinize, sana sana sana! Sorgularcasına, dikkatle bakar bir an. “Sen o değilsin, zaten olamazsın da.”

Hızla, yel yeperek gider sonra.

Deli saraylı mıydı ne?

Moda’da çok dolaşır. Moda çayırlarında; evet, Moda’nın çayırları vardır bir zamanlar. Muhterem Adnan Giz, bir nostalji şaheseri saydığım “Bir Zamanlar Kadıköy” adlı kitabında Moda çayırlarını da anlatır. Ağaçlarında bülbüller öten Moda Çayırlarını.

Çayır Güzeli, deniz kıyılarında. Deniz kıyılarında.

Sevgilisi denizciymiş, derlerdi. Anlı şanlı bahriyeli. Hem de denizaltıcı imiş.

Dumlupınar Denizaltısının 81 şehidinden biri.

1953’te… Dumlupınar Denizaltısı Marmara’da ‘çarpılıp’ batıp çıkamamış, kurtulan olmamış. Ama, ama, nişanlısı bir yüzme şampiyonu imiştir Çayır Güzeli’nin. Kurtulmuştur o. Kurtulmuştur o. Kurtulmuş. Kurtulmuştur o.

Çayır Güzeli, kıyıları beklerdi. Yüzünde acı, korkunç acı bir gülümseme var. Takılıp kalmış.

Kolunda bir sepetle Çayır Güzeli, kır çiçekleri toplar. Gelinciklerin al şahikası taç yaprakları anında kopup uçuşuyor. Al al, tek kanatlı kelebekler. Artlarında, Çayır Güzeli.

***

Devam eyle, ince ince…

Bu sokak, Kadıköy’le ilgili her şeyi anlatır, ele verir hatta… Üsteleye üsteleye.

Osmanağa Camisi’nin hemen yanından gireceksin Üzerlik Sokağı’na… Bir dakika!... Sokağa dalmadan önce, sağındaki çeşmeye bak (1621 tarihlidir)… Bir dönem körelmişti… Kurmuş, kurutulmuştu… Şimdi suyu var (Var yok! Haziran 2009)

Sen devam eyle…

Şimdi, Osmanağa Camisi’nin hemen solundan, yani Çarşı Hamamın2nın da sağından girelim. Ucuz giysi, ayakkabı satıcılarının iki yandan iyice daralttığı sokakta 8-9 adım sonra, solda, Osmanağa Camisi’nin helâları var. Koku!

Camide, içeride Osman Ağa buhuru tütüyor mu bugün? Binlerce kez sormak gerek. O buhuru icat ile üretip tüttürecek adam gibi adamlar var mı bugün?

Belki de bu helâlar yüzünden Sidikli Yokuş demişler Eski Kadıköylüler bu yokuşa; natüralist bir yaklaşım. Helâ yine kokmakta ana kimse bu adı kullanmaz olmuş nedense…

Devam eyle… On adım yukarıda yokuş bitti. Rahatça düzlüğe geldin. Üzerlik, yeniden başladı.

Sağında Yasa Caddesi… Solda “Ekrem Nikelaj”; bodrum dükkânın vitrinindeki bin bir renkli eski vazolar, epeski biblolar, çini eşya, kristal heykelciklerin arasında bir adam. İki büklüm çalışıyor. Bardakaltı camlı gözlükleriyle. Alçı. Sarı Metal. Nikel kokusu.

Sen kadim eşyayı Ekrem’e bin bir parça getir, sana günler sonra ilk günkü gibisini versin. Sabrettin de beğenmedin. Para vermezsin.

***

Bir ucu çarşı, bir ucu bahar…

“Akşam oluyor, Kıymet Hanımdan buz istemeye çekiniyorum, hadi git baban için buz al…”

Çarşı’nın dibindesin. Yani Serasker Caddesi’nin sonunda… Yüzünü Üzerlik’e çevir. Arkanda, buzcu. Hem de maden suyu bayisi. Izbandut gibi bir adam. Büyük bir buz kütlesini alıyor. Testereyle ‘çiziyor’ bu baltasıyla çat! Vuruyor…Talaş kokusu… Fileye koyup yürü… Sağ çaprazında, Tipi Süt ve Sütlü Mamuller… Sahibi, bizim ‘pırşeş’çi gibiymiş bir zamanlar. Altunizade’nin koca bilgesi Ismayı Hakkı Baltacıoğlu öğüt vermiş, “ Evladım, bir marka koy şu yaptığın yoğurda yağa, adı benden, Tipi, “demiş. Olmuş.

Sen yürü. Balık balık balık kokusu. Balıkçı manav kasap ahalisi. Solda Toros. Manav. Ermeni. Türkçeyi Sivas ağzıyla konuşur. “Ülenğ oğlum yarinğ irkenğ gel.” Abin Metin, ona çırak olacak bir süre. Ermenice çatlatacak. Madam ile konuşma:”Bızdigin guzes evladım!” Küçüklerinden ver. “Böyle?  “He, bravo, baçik tur tatyin!” Öpücük ver teyzene… “Koşma Meto, pat gıllas!” Düşersin.

Toros’un karşısında, Osman Dikili. Manav. Çarşı içre gecekondu bu da resmen. Osman Aga dükkanın ön tarafında mevsimlik sebze meyve satıyor, arka tarafında hanımıyla yatıyor. Önemli özelliği, Çamlıca kırlarından kesip getirdiği çıtır yeşil eğrelti otları. Başka manavlara da satıyor. “Yatağı kötü meyveden hayır gelmez Doktor”

Solda, Yahya Beyin kahvehanesi. Yahya Bey, ev sahibesi Rum madam ile çok “fazla” samimi. Rumca da konuşuyor. O yıllarda “boutique” dikkan yaklaşımı olsa, öyle işte. Küçük, sıcak, Seylan kokulu bir kahve.

Üst tarafında da “butik” bakkal, Abidin Lolo. Süryani. Gerçek bir sevgi- saygı timsali Abidin Bey.

 


 


ARŞİV