IGNAZIO SILONE ( 1 Mayıs 1900- 22 Ağustos 1978)
İtalyan edebiyatının en önemli kalemlerinden biri olan yazarın asıl ismi Secondo Tranquilli’dir. Silone, genç yaşta sosyalist fikirlerle tanıştı ve 1919’da İtalya Sosyalist Partisi'ne katıldı.
1930'larda, Silone'nun siyasi görüşleri nedeniyle İtalya'dan sürgün edildi ve bu dönemde çeşitli ülkelerde yaşadı. Özellikle, 1930'ların başında Cenevre, Paris ve New York gibi şehirlerde bulunarak hem yazdı hem de sosyalist ideallerini savundu. Sürgündeki dönemi sırasında “Fontamara” adlı eserini kaleme aldı. Köylülerin mücadelesini ele alan kitap ele Silone’nin en önemli eserlerinden biri haline geldi., 14 dile çevrildi.
1944’te ülkesine geri döndü ve İtalya’daki siyasi yaşamda önemli bir rol oynadı.
Yazarın Kor Kitap tarafından Sabahattin Ali çevirisiyle yayımlanan Fontamara isimli kitabından kısa bölüm paylaşıyoruz.
FONTAMARA
Burada anlatmak istediğim şeyler, bir sene evvel, Fontamara'da geçmişti.
Fontamara, Cenup İtalya'daki Marsika havalisinin en fakir, en geri köyüdür. Suyu boşaltılmış Fucino gölünün şimal tarafında, taşlı bir tepenin üzerinde, köhne bir kilisenin etrafında yüz kadar zavallı kulübe... Hepsi birer katlı, hepsi biçimsiz, havanın tesiriyle kararmış, yağmur ve rüzgârdan hırpalanmış, damları kiremit ve türlü türlü kırık dökük şeylerle üstünkörü örtülü. Bu evlerin çoğunda bir tek delik var: Hem pencere, hem baca işini gören kapı. İçeride doğru dürüst bir döşeme yok, duvarları ise rutubet içinde; burada insanlar oturur, uyur, yemek yerler; erkekler nesil üretir, kadınlar çocuk doğururlar; burada domuzlar, eşekler, keçiler ve tavuklar hep birlikte yaşarlar.
Eğer birtakım acayip şeyler geçmeseydi, Fontamara hakkında, sahiden, söylenecek fazla bir söz yoktu.
Ömrümün ilk yirmi senesini Fontamara'da geçirdim. Bunun hakkında da söylenecek fazla bir söz yok. Yirmi sene aynı gök, aynı toprak, aynı yağmur, aynı kar, aynı evler, aynı kilise, aynı bayramlar, aynı yemek, aynı sefalet... Atalardan dedelere, dedelerden babalara, babalardan çocuklara geçip gelen bir sefalet...
Dünyanın ebedi dönüşü, zamanın yürüyüşü ve tabiatın değişimi içinde, insan, hayvan ve toprağın hayatı...
(…)
Hep aynı şey, aynı değişmesi imkânsız şey, her zaman... Seneler geçer, seneler birbiri üstüne yığılır, gençler ihtiyar olur, ihtiyarlar ölür, ve insanlar eker, ayrık kökler, bağ budar, kükürt saçar, mahsul kaldırır ve bağ bozar. Peki sonra? Başka ne var?
Yine aynı şey. Daha sonra? Daima aynı …
Her sene bir evvelki gibi, her mevsim bir evvelki gibi, her nesil bir evvelki gibidir.
Yağmur zamanlarında aile işlerine bakılır. Yani herkes birbiriyle uğraşır. Fontamara'da birbiriyle hısım olmayan iki aile yoktur. Zaten küçük yerlerde çok kere herkes birbiriyle hısımdır. Herkesin menfaati birbirine bağlıdır. Bunun için de herkes birbirine girer. (…)
Burada her şey zaruretlere bağlıdır. İnsan bir ayda 20 soldi biriktirir, ertesi ay 30, yaz sonunda hatta 100 soldi biriktirebilir; bu da on iki ayda 30 liret kadar tutar. Fakat bu sırada bir hastalık, yahut buna benzer başka bir felaket çıkagelir ve insan on senede biriktirdiğini harcayıverir. Haydi yeni baştan: Ayda 20 soldi, 30 soldi, 100 soldi. Bunun arkasından tekrar aynı şey. Ova yerlerde birçok şeyler değişir, Fontamara'da hiçbir şey değişmez.
(…)
Geçen senenin birkaç haftası içinde Fontamara'da olup biten şeyler, birçok senelerden beri donup kalmış olan hayatı tekrar harekete geçirdi.
Gazeteler önce bundan hiç bahsetmediler. Ta birçok aylar geçtikten sonra İtalya'da ve İtalya'nın dışında rivayetler dolaşmaya başladı.
Fontamara, hiçbir coğrafya haritasında bulunmayan bir köy, birdenbire birçok münakaşaların mevzuu, İtalya'nın büyük bir kısmının, bilhassa Cenup İtalya'nın bir sembolü oluverdi.
Burası hakkındaki rivayetler başlangıçta bana hayal mahsulü, imkânsız, uydurulmuş, ve bilinmez sebeplerle bu ücra, gözden ırak köye yakıştırılmış şeyler gibi geldi. Doğrudan doğruya bir haber almak için yaptığım bütün teşebbüsler neticesiz kaldı.
Fakat günün birinde, gece geç vakit evime dönerken, kapının önünde üç uyku sersemi köylünün uzanıp yattığını gördüm. İkisi erkek, biri kadındı. Paltolarından ve keten heybelerinden, bunlarin Fontamaralı olduklarını derhal fark ettim. Ben geldiğim zaman doğruldular ve havagazı lambasının ışığı altında yüzlerini de seçtim. Hakikaten Fontamaralı idiler.
Uzun boylu, zayıf, iri bir ihtiyar... Hareketleri ağır ve geniş... Kırışık içindeki yüzü yer yer sakallı... Arkasında, gölgede, karısı ile oğlu...
İçeri girdiler, oturdular, anlatmaya başladılar.
Önce ihtiyar konuştu. Sonra karısı; sonra yine ihtiyar, sonra yeni baştan karısı, sonra ihtiyar, sonra oğlu; en son yine ihtiyar konuştu.
İhtiyarın sözleri bittiği zaman sabah olmaya başlamıştı. Onların söyledikleri bu kitapta yazılıdır.
(…)
İhtiyar, "1929 yılının 1 Haziranı'nda," diye anlatmaya başladı: Fontamara ilk defa olarak elektriksiz kaldı. 2 Haziran'da, 3 Haziran'da, 4 Haziran'da, Fontamara hep ışıksız kaldı.
Bundan sonraki günlerde, bundan sonraki aylarda bu hep böyle sürüp gitti, nihayet Fontamara ay ışığına alıştı. Bu ay ışığından elektrik ışığına gelinceye kadar köye şöyle bir yüz sene gerekmişti. Bu, yağ kandili ve gaz lambasından geçen uzun bir yoldu. Ama elektrik ışığından ay ışığına dönmek için bir gece yetti. Gençler bu işin tarihini bilmezler, ama biz ihtiyarlar, biz biliriz. Biz Cenuplu köylülerin, son yetmiş sene içinde, Piyemontelilere yenilik namına sadece iki şey: Elektrik ve cigara borçlu olduğumuzu biliriz.
Elektriği geri aldılar. Cigaraları da onların olsun. Bizim tütünümüz bize yeter.
Işık ilk defa kesildiği zaman şaşmamamız lazımdı. Böyle olduğu halde biz şaştık.
Çünkü elektrik Fontamara için tabiat kuvvetlerinden biri haline gelmişti. Hiç kimse buna para vermiyordu, aylardan beri vermiyordu. Üzeri “ödenmemiştir” diye damgalı aylık hesabı muntazaman getiren maliye tahsildarı nihayet görünmez oldu. Halbuki bu kâğıt, çubuklarımızı temizlediğimiz bir tek kâğıttı.
(…)
Işık, 1 Kasım'da kesilecekti; sonra 1 Mart'a, sonra 1 Mayıs'a kaldı, nihayet 1 Haziran'da kesildi.
Evlerdeki kadınlarla çocuklar bunu en sonra fark ettiler. Fakat işten dönen bizler, değirmene gidip şose yolundan geri gelen, mezarlığa gidip bayır aşağı inen, kum çukurlarında çalışıp dere boyundan köye dönen, irgatlık edip yavaşça çöken akşamla birlikte dört yandan evin yolunu tutan bizler, komşu köylerdeki ışıkların yandığını, fakat Fontamara'nın karanlıkta kalıp gözden kaybolduğunu, örtünüp sislere gömüldüğünü, ağaçlara, çitlere gübre yığınlarına karışıp bir bütün olduğunu gördük. Bunun ne demek olduğunu da hemen anladık (bu bizi hem şaşırttı, hem de şaşırtmadı).
Bu iş çocuklar için bir eğlence oldu. Bizim köyde gülecek şey o kadar az ki... Bunun için fırsat düştü mü, adamakıllı tadı çıkarılır. Ama ne olursa olsun... İster bir motosiklet geçsin, ister iki eşek çiftleşsin, ister bir baca tutuşsun...
(…)
Herkes elektrik meselesinden ve vergilerden bahsediyordu. Yeni vergilerden, eski vergilerden, belediye resimlerinden, devlet vergilerinden bahsediyorlar, hep aynı şeyi tekrarlıyorlardı çünkü, her şey aynen eskisi gibi idi. Fakat bu sırada, kimsenin gözüne çarpmadan, aramıza bir yabancı karışmıştı.
Bisikletli bir yabancı. Bu saatte kim olabilirdi? Keşfetmesi güç...
Elektrikçilerden değildi. Belediyecilerden de değildi. Hele mahkemeden hiç değildi... Şık, tıraşlı yüzlü, akide şekeri gibi küçük ağızlı bir delikanlı. Bir eliyle bisikletini tutuyordu, bu el, bir kertenkelenin karnı gibi küçük ve düzgündü. Kunduralarının üzerine beyaz tozluklar giymişti.
Hepimiz hemen sustuk. Bu delikanlının yeni bir vergi getirdiğini hemen anlamıştık.
(…)
O konuşuyor, fakat kimse bir şey anlamıyordu. Yeni verginin ne üzerine konduğuna, daha doğrusu artık neyin üzerine yeni vergi konabileceğine hiç kimsenin aklı ermiyordu.
Nihayet şehirli sözünü bitirdi. Yanında durduğum için bana döndü, önüme beyaz bir kâğıt uzattı, elime bir kurşun kalem verdi: “İmzala!” dedi.
(…)
Bizim de enayi olmadığımızı kendisine anlattım. Bütün gevezeliklerinin, bu işin yeni bir vergi işi olmadığını bize yutturamayacağını kendisine anlattım.
“Biz anladık!” dedim. “Hem de pek güzel anladık. Ama para vermeye gelince, para vermeyeceğiz! Zaten ev için bir vergi, bağ için bir vergi, eşek için bir vergi, köpek için bir vergi, çayır için bir vergi, domuz için bir vergi, araba için bir vergi, şarap için bir vergi veriyoruz. Bu kadarı yeter. Daha başka neye vergi koyacaksınız ki?..”
(…)
..şehirli yeniden söze başlayıp, vergi lafını ağzına bile almadığını, vergilerle bir alakası bulunmadığını, Fontamara'ya başka bir iş için geldiğini, hele ortada para verilecek bir şey olmadığını söyleyince hiç şaşırmadım.
Bu sırada vakit epeyce geçip ortalık adamakıllı karardığı için, bir kibrit yaktı. Sonra önündeki kâğıtları hepimize birer birer gösterdi. Sahiden bunlar bembeyazdı. Vergi kâğıdı değillerdi. Yalnız üst başta bir şeyler yazıyordu. Şehirli şimdi iki kibrit birden yaktı ve orada ne yazdığını bize gösterdi.
“İmza sahipleri, yukarıda ne yazıldığını öğrendikten sonra, serbest olarak ve büyük bir şevk ile Milis yüzbaşısı Cavaliere Pelino'nun kâğıdını imzalamışlardır.”
Bize dediğine göre, Cavaliere Pelino kendisi imiş.
İmzalanan kâğıtlar hükümete gönderilecekmiş!
Bu kâğıtları amirinden almış. Başka arkadaşları da aynı kâğıtları öteki köylere götürmüşler. Bunun için bu iş sadece Fontamara'nın lehine veya aleyhine bir şey olmayıp, bütün köylere aitmiş.
Bunun, hükümete verilecek bir mazbata meselesi olduğunu söylüyordu. Bir mazbatada da birçok imzalar bulunması lazımmış.
Mazbatanın kendisi ortada yoktu. Cavaliere Pelino onun neye ait olduğunu bilmiyordu. (…) Onun vazifesi sadece imza toplamakmış; köylülerin vazifesi de: İmzalamak!
İzah eder gibi bir tavırla:
“Anladınız mı?” dedi, “köylünün hiçe sayıldığı, adam yerine konmadığı devirler geçti! Şimdi bizim başımızda bulunanlar köylüye karşı büyük bir hürmet besliyor ve onun ne dediğini duymak istiyorlar!
Bunun için imzalayın! Fikrinizi sormak için ayağınıza kadar memur göndermekle devletin size verdiği şerefe layık olduğunuzu gösterin!”
(…)
Biz Fontamara’daki bütün köylülerin adını söyleyecektik, o da yazacaktı. Dediği gibi yaptık
(…)
Ertesi günün alacakaranlığında bir anlaşamamazlık bütün Fontamara'yı ayağa kaldırdı.
Köyün başında, bir taş yığınının altından cılız bir su çıkar ve orada bir gölcük meydana getirirdi. Birkaç metre sonra da tekrar çakıllı toprağa gömülüp kaybolur, tepenin eteğinde, bir derecik halinde, yeniden ortaya çıkardı. Bu derecik Fucino Gölü'nün yolunu tutmadan evvel birçok kıvrıntılar yapardı; Fontamaralılar da, orada bulunan ve köyün tek zenginliği olan birkaç tarlayı buradan sularlardı. Her yaz, bu suyu paylaşma yüzünden, aralarında azgın kavgalar olur, bunlar kurak senelerde bıçak oyunlarına kadar varırdı.
2 Haziran sabahı Fontamara'dan ilk köylüler, işe gitmek üzere tepeyi tırmanırlarken, birkaç yol bekçisine rastladılar. Bunlar kaza merkezinden gelmişlerdi, söylediklerine göre, dereyi o zamana kadar suladığı tarla ve sebze bahçelerinden çevireceklerdi. Yeryüzünde toprakla su olalı beri bu dere, bu tarla ve bahçeleri sulardı. Şimdi birdenbire ters tarafa çevrilecek, bağların yanından geçecek, Fontamaralılara değil, büyük arazi sahibi bir şehirliye ait olan toprakları sulayacaktı.
(…)
Bu kadarı biraz fazlaydı. Köylülerden biri hemen Fontamara’ya koştu, milleti ayağa kaldırdı.