İlhan Tarus: Kasabanın Ruhu

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta İlhan Tarus ile devam ediyor.

23 Aralık 2021 - 15:48

İLHAN TARUS (27 Kasım 1907- 8 Ocak 1967)

Tam adı Şinasi İlhan Tarus olan yazar Tekirdağ'da doğdu. Babasının reji müdürü olması nedeniyle eğitim hayatı Anadolu’nun değişik şehir ve kasabalarında sürdü. İstanbul Kabataş Lisesi’nden mezun olduktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Yükseköğrenimini tamamladıktan sonra, Maraş’a bağlı Pazarcık kasabasında, sonrasında da Edirne ve Kayseri’de savcılık ve hâkimlik yaptı. İstanbul Ticaret Odası’nda, Sümerbank Umum Müdürlüğü Ticaret Servisi’nde ve Malatya Bez ve İplik Fabrikalarında memur olarak çalıştı. 1930’lu yıllarda hikâye yazarak başladığı edebiyat hayatına 1950’li yıllardan sonra romana ağırlık vererek devam eden yazarın ilk eseri Doktor Monro’nun Mektubu isimli öykü kitabıdır.

Eserlerinde genellikle Anadolu ve Anadolu insanını anlatan yazarın Yeşilkaya Savcısı, Var Olmak, Duru Göl gibi romanları gazetelerde tefrika edildikten sonra kitap olarak basıldı.

Tarus’un 9 Aralık 1956 - 25 Şubat 1957 tarihleri arasında Yeni Sabah Gazetesi’nde tefrika olarak yayınlanan Kasabanın Ruhu isimli romanı ilk kez h2okitap tarafından okurla buluşturuldu. Taşra kasabasında bir cinayet sonrası yaşananları konu alan romandan kısa bölümler paylaşıyoruz

KASABANIN RUHU

Yurdun başka köşelerinde olduğu gibi, Sekili Kasabası’nda da güneş her saniye şaşmadan doğar, gökyüzündeki her günkü parıltılı seyahatini yapar; akşam saatinde yine saniye şaşmadan batar. Buranın kuşları da tıpkı öteki yurt köşelerinin kuşları gibi, renkli kanatlarını çırparak uçarlar, aynı seslerle ötelerler, aynı usullerle yuva kurup döl döş yetiştirirler.

Sekili’de çiçeklerin rengi de, kokusu da bilinen renk ve kokulardır. İnsanların kaderi de pek öyle sivri farklar göstermez: Yerler, içerler, çeşitli serüvenler geçirirler, vakitleri yetince de ölürler… Kimi mesut olur kimi de mesut olduğunu sanır. Gerçekten bedbaht olanlarla kendini bedbaht sayanlar gibi. Her biri hayal, bir vehim peşinde koşar. Yorulanlar, düşenler olur. Tam Anka kuşunun kuyruğundan bir tüy koparacağı sırada kösteklenenler, devrilenler görülür. Bütün ömrünü iki taş parçasının arasına sıkışmış bir tutam yosun gibi sakin, sessiz, üzüntüsüz geçirenler de yok değildir.

Ölenlerin yerine yenileri doğar. Bir yandan silinip süpürülen kuşaklar, bir yandan karınlarına düşen tohumlar…

Hayat, yeryüzünün dört bir tarafında olduğu gibi, Sekili Kasabası’nda da böylece, biteviye akar, gider

***

Birbiri arkasına atılan üç el silah sesi, gecenin zifiri karanlığını yırttı. Sanki kurşunların alevi kasabanın bütün sokaklarını çabucak aydınlatıp sönmüştü. Vınlama da sanki bütün evlerin damlarını, ağaçların tepelerindeki yaprakları, sonra Sekili’nin bel verdiği çıplak kayaların uçlarını yalamış, birdenbire dinmişti.

Kısa bir sessizlik oldu. Derinden derine Bekir’in kahvesinde oynayan tiyatronun çalgı sesleri geliyordu. Sonra karanlık sokaklarda koşuşmalar oldu. Bir bekçi düdüğü öttü. Bir sokak kapısı hızla kapandı. Yukarı mahallede bir köpek isteksiz isteksiz uludu.

Tiyatrodaki halk sokağa fırlamıştı. Kasabanın her yanına doğru koşuyorlar, köşe başlarında ikişer üçer birikip yüksek sesle konuşuyorlardı:

“Kim atmış silahı be?”

“Nerede atılmış?”

“Bilmiyoruz ki birader… Tam Sarı Kızın göbeği oynamaya başlar başlamaz, lan lan lan diye beynimizde öttü.”

“Şu tarafta bir kalabalık var.”

“Ne tarafta yok ki. Millet dağıldı sokaklara… Bakalım birazdan ucuzlar. Allah vere de…”

“Sakın yine o cenabet hanım işi olmasın… Hırsız girdi diye ikide bir tabancaya davranır.”

“Ama o bir el sıkar. Bu üç el…”

“Nebleyim kardeşlik, herif bu sefer üç tane hırsız görmüştür belki.” Rahim Ağa’nın konağına doğru giden sokaktan gürültüler gelmeye başlamıştı. Kahvenin önündeki meydanlıkta bekleşenlerle Kebapçı Rıza’nın peykelerine ilişenler o tarafa doğru yürüdüler. Sokağın ilerisinden çoluk çocuk çığlıkları da işitilmeye başladı. Ta ileride, Rahim Ağa’nın evinden az aşağıda, sokak fenerinin zayıf ışığı parlıyordu. Sağdan soldan eli çıralı erkekler beliriyor, hızlı hızlı o tarafa doğru yürüyorlardı. Camiyi geçtikten sonra herkes duruyor, öbekleniyordu. Orda birkaç fener birikince uzaktakiler işi anladılar, koşarak yetiştiler, itişe itişe ön saflara geçmeye uğraştılar.

Biri “Güdük Ahmet’i vurmuşlar,” dedi.

“Hani nerede?”

“İşte lan… Ortalık yerde yatıp duruyor.”

“Hele siz çekilin de biz de görelim.”

“Neyi göreceksin lan? O kadar meraklı şey mi sanki?”

“Ya sen niye dinelip duruyorsun ölünün başında?”

“Ben mi? Başka biriydi sandım da…”

Kim len Güdük Ahmet?”

“Hoppala! Yani manifaturacı Güdük’ü tanımıyor musun?”

“Deme yahu… Vah gibi Güdü vah…”

“Çekilin geri yahu… Biz de görelim bir…”

“Durun, kakışmayın…”

“Bekçi! Bekçi!”

“Aha, çavuş da geldi…”

Jandarma çavuşu ahaliyi geri geri itti. Şimdi bir de lüks lambası çıkmıştı ortaya. Omuz hizasından boşalan köpüklü kan kaldırım taşlarının aralıklarını takip ederek akıyor, beyaz ışıkta pır pır oynuyordu. Kasketi üç adım ileri fırlamıştı. Çavuş, ölünün başına bir silahlı jandarma dikti. Savcı gelinceye kadar ölüye kimsenin parmağını dokundurmamasını bağıra bağıra tembih etti. Sonra nalçalı topuklarını taşlara vura vura uzaklaştı.

Doktorla savcı güneş ışırken gelebildiler. İkisi de aşağı mahallede otururlardı. Doktor yere çömeldi, jandarmaya ölüyü çevirtti. Kurşunun biri Güdük’ün gırtlağına saplanmış, ötekilerin boşa gittiği anlaşılıyordu. Beş on dakika sonra kaymakamla jandarma yüzbaşısı da geldiler. İncelemeler sabah ezanına kadar sürdü. Ahalinin birazı oradaydı. Sonra ölü bir arabaya konuldu. Dispanserin arkasındaki gasilhaneye taşındı. Adamın delikanlı oğlu ile karısı çok ağlaştılar, çığrıştılar, ille ölüyü istediler ama savcı razı gelmedi.

“Otopsi yapılacak!” dedi. Baştan bu kelimenin üstünde pek durmayan Güdük’ün karısı yolda arabanın arkasında giderken birdenbire bağırmaya başladı: “Ben ayalimi kestirmem. Ben doğratmam onu. Verin bana ölüsünü,” diye haykırıyordu. Konu komşu kollarına yapışarak kadını geri çevirdiler. Oğlan dispansere kadar babasını takip etti. Her iş bitip kalabalık dağıldıktan sonra da binanın sarı badanalı duvarı dibine çömeldi.

Gözlerini yere dikti, sonra şalvarın cebinden boyası dökülmüş sarı tenekeden bir tabaka çıkararak cigara sarmaya başladı.

***

Manifaturacı Kerim Efendi bismillah deyip kocaman anahtarı sakosunun iç cebinden çıkarırken karşı taraftaki barakasından başını uzatan eskici Yetim Baba, “Sabah şerifler hayırlı olsun ağa” diye seslendi.

“Kerim Efendi başını çevirmeden karşılık verdi:

“Hayırlı sabahlar babacığım, hayırlı sabahlar…”

“Nedir bu olanlar ağa?”

“Neymiş olanlar?”

“Daha ne olsun be Kerim Ağam, sokak ortasında adam vurmaya başladılar gayrı… Allah beterinden saklasın ama artık canımız Allaha emanet…”

Kerim Efendi dükkânın içine bir adımını atmışken geri çekti, döndü, Yetim Baba’ya dik dik baktı:

“Ne diyorsun sen ihtiyar?”

“Ama sen de pek daldın gittin dünya işlerine be ağam. Duymadın mı geceki vukuatı sanki?”

“Yoooo…”

“E güm güm öten silah seslerini de işitmedin?”

“Geceleyin uykum arasında öyle bir patırtı geldi kulağıma ama her günkü işlerdendir, dedim. Bizim avrat da cumbadan bakmak istedi ya, bırakmadım.”

“Diyecek yok doğrusu… Allahın sevgili kullarısınız siz. Bütün memleket sabaha kadar kazan gibi kaynadı da kaynadı.”

“Kimi vurmuşlar bakalım?”

“Senin Güdük’ü…”

“Hangi Güdük’ü?”

“Güdük Ahmet’i canım… Artık bu kadarı da fazla be Kerim Ağacığım”

Kerim Efendi kafasını iki yana sallayarak homurdandı:

“Demek Güdük Ahmet ha vurulan? Kim vurmuş peki?”

“Daha belli değil!”

“Nerede olmuş bu iş?”

“Caminin alt başında, çeşmeden beş adım öte…”

“Hey yarabbi sen bilirsin. Tövbe estağfurullah… Tövbe estağfurullah…”

Hızla içeri girdi. Tezgâhın öte başından dolanarak raflardaki toplara acele bir göz attı. Sonra çekmecenin başına geçip seri seri gözleri kurcaladı. Cebinden bir deste anahtar çıkarıp bir bir açtı gözleri… Parmakları titreyerek para paketlerini saydı. Arka taraftan büyük para tomarını çekti, yelpaze gibi fışırdattı, telaşla yine yerine sürdü.

Sonra kalkıp sokağa çıktı, kilidi çıkarıp uzun demir sürgüyü çekti. İki kanatlı kepengi kaldırdı, çengellerine astı. Arkasına bakmadan “Seyfi” dedi. “Hafif ıslat da yerleri alıver. Bombok ortalık…”

“Peki ağa!”

Tezgâhtar Seyfi Efendi’de dururdu eskiden dükkânın anahtarı. Erkenden gelir, ortalığı temizlerdi. Şu birkaç aydır anahtarı kendi yanına alıyordu Kerim Efendi. Her ne sebeptense…

Dükkân süpürülürken kapının az sağında durdu. Gözleri dalgındı, ikide bir avuçlarıyla siyah sakalını sıvazlıyor, boğazına bir şey takılmış da onu atmak istiyormuş gibi kuru kuru öksürüyor, sonra Yetim Baba’ya bakıyordu. İhtiyar eskici çoktan önüne eğilmiş, çekicini işletmeye başlamıştı. Ama bir seferinde göz göze geldiler. Kerim Efendi hemen başka tarafa baktı.

Çekmecesinin başına geçip oturunca sırtına soğuk su sıçramış gibi kısa bir ürperme geçti üstünden.

Etiketler; İlhan Tarus

ARŞİV