İngeborg Bachmann: Bir Avusturya Kentinde Çocukluk

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta İngeborg Bachmann ile devam ediyor.

26 Temmuz 2024 - 19:54

INGEBORG BACHMANN (25 HAZİRAN 1926- 17 EKİM 1973)

Ingeborg Bachmann 1926’da Avusturya’nın Klagenfurt kentinde doğdu. 1945- 1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversiteleri’nde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okudu. Çalışmalarında özellikle Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaştı. Heidegger’in varoluşçuluk felsefesi üzerine yazdığı tezle doktorasını verdi. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayımlandı.

1953’te, “Die gestundete Zeit” (Ertelenmiş Zaman) adlı şiir kitabıyla Gruppe 47 Ödülü’nü aldı. 1959/60 yıllarında doçent unvanıyla Frankfurt Üniversitesi’nde “Çağdaş Yazının Sorunları” üst başlığı altında dersler verdi. 1961’de Alman Eleştirmenler Ödülü’nü, 1964’te Georg Büchner Ödülü’nü aldı. Aralarında Fransa, İngiltere, İtalya ve ABD’nin de bulunduğu pek çok ülkeye yolculuk etti.

1965’ten itibaren Roma’da yaşamaya başladı. 1968’de Avusturya Büyük Devlet Ödülü’nü aldı. 1973’te çıktığı Polonya yolculuğunda Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını gördü. Aynı yıl Roma’daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybetti.

Yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Otuzuncu Yaş – Toplu Öyküler I kitabından kısa bir bölüm paylaşıyoruz.

Bir Avusturya Kentinde Çocukluk

Ekimin o güzelim günleri, Radetzky Caddesi’nden inerken Şehir Tiyatrosu’nun yanı başında güneşe karşı bir küme ağaç çıkar karşınıza. Yemiş vermeyen koyu kırmızı kiraz ağaçlarının önündeki ilk ağaç güz mevsimiyle öylesine tutuşmuş yanar, öylesine iri bir altın benek oluşturur ki, meleklerden birinin elinden düşürdüğü bir meşale sanırsınız. Ve yanar durur ağaç, ne güz rüzgârı, ne dona çeken hava onu bir türlü söndüremez.

Bu ağaç ortada dururken, kim yaprak dökümünden, kim ak ölümlerden söz açabilir bana? Kim gözlerimle onu kucaklamaktan, onun dünyanın özünü oluşturduğuna ve bu saatte parıldadığı gibi ileride de hep benim için parıldayacağına inanmaktan beni alıkoyabilir?

Ve derken ağacın ışıltısında kent de seçilir yeniden: Koyu renk kiremit perçemleriyle hastalıktan yeni kalkmış gibi sarı soluk evler ve kentin göbeğinde demir atan bir tekneyi bazen gölden alarak sularında taşıyıp getiren bir kanal. Sağladıkları çabukluktan ötürü taşıma işinde tren ve kamyonların kullanılmasından beri ölü bir hava esmektedir limanda; ama çiçeklerle yemişler eskisi gibi yüksek rıhtımdan kirli sulara düşer, karlar dallardan dökülür, karlar eriyince sular gürül gürül yukarılardan akar, derken bir kez daha kabarmak ister kanal, bir dalgayı tutup kaldırır, dalgayla bir tekne kalkar, bizim gelişimizde çekilmiştir alacalı yelkeni.

Kentin fazla çekici yanı bulunmadığından, başka kentlerden buraya göçenler seyrek olmuştur; toprakları kendilerine zamanla ufak gelen aileler köylerden inmiş, her taraftan daha ucuz kenar mahallelerde bir çatı altı bulup başlarını sokmaya bakmışlardır. Yerleştikleri yeni yerlerde tarlalar, taş ocakları, büyük sebze bahçeleri de vardır; arsalar vardır, kentin yoksulluk içinde yüzen sakinleri nafakaları olan pancar, lahana ve fasulye gibi ürünleri yıllar yılı ekip biçmişlerdir burada. Kollarını sıvayıp kendilerine kiler kazmışlar, temel suları içinde dikilmiş, baharla güz arası kısa süreli akşam vakitlerinde uğraşıp didinerek evlerinin çatı kirişlerini kendileri hazırlamışlardır. Ölmeden evinin çatısını çatıp da dostlarına bir ziyafet çekenleri çıkmış mıdır içlerinde, Tanrı bilir.

Ama ev falan düşündükleri olmamıştır çocukların, çünkü çingeneler gelip kısa bir süre gömütlükle havaalanı arasındaki sahipsiz araziye konduklarında, bir başka dil konuşup patates közlemesi yapmak için ateşler yaktıklarında, çocuklar uzakların kararsız kokularıyla erkenden tanışmışlardır.

Geçit Sokağı’ndaki büyük kira evinde çocuklar oyun oynamak istediler mi, ayakkabılarını çıkarıp çorapla oynarlar, çünkü hemen altlarında ev sahibi oturur. Fısıldayarak konuşmalarına izin vardır ancak ve fısıldayarak konuşma yaşam boyu artık yakalarını kurtaramayacakları bir alışkanlığa dönüşür. Okula gittiklerinde bağırır öğretmenleri: Dayak mı istiyorsunuz ağzınızı açmak için. Dayak mı... Seslerini çıkarsalar paylanırlar, çıkarmasalar paylanırlar, ara yere, sus pus, davranışlarını yerleştirmeye çalışır çocuklar. Bir oyun vardır da haydutlar bu oyunda oradan geçtikleri için Geçit Sokağı denmemiştir sokağa. Ama çocuklar hayli bir süre öyle sanmışlardır. Ne zaman ki bacakları güçlenip kuvvetlenmiş, uzaklara açılabilmişler, o zaman geçidi görmüş, Viyana’ya giden trenin geçtiği küçük altgeçidi görmüşlerdir. Havaalanına varmak isteyen meraklılar altgeçitten geçmiş, kırlara dalarak güzsü işlemeler içinden vurup gitmişlerdir. Kim akıl ettiyse, biri çıkıp havaalanı gömütlüğün yanı başına yapılsın istemiştir, K. kentinde oturanlar da bunu kısa süreli eğitim uçuşları sırasında düşüp ölen acemi pilotların gömülmesi bakımından uygun görmüşlerdir. Ama pilotlardan, kimsenin hatırı için uçağı düşen olmamıştır. Çocuklar: Uçak! Uçak! diye bağrışmıştır hep. Uçak gördüklerinde sanki tutacakmış gibi ellerini uzatmış, hayvan başlarıyla çeşitli kurtçuklar arasında dolaşan pilotların ardı sıra bakarken hayvanat bahçesini andıran bulutlara dalıp gitmişlerdir. 

Çocuklar çikolatalardan yaldızlı kâğıtları çıkarıp ağızlarına tutmuş, “Maria Saal’ın Çanları” melodisini çalmışlardır. Okulda bir doktor hanım bit var mı diye başlarına bakmıştır. Saatin kaçı vurduğundan hiç haberleri olmamıştır, çünkü büyük kilisenin saati durmuştur. Okuldan da her vakit eve geç dönmüşlerdir. Ah bu çocuklar! (Tek bildikleri şey isimleridir, onu da zar zor bilirler, ama “Çocuklar!” denmeyegörsün, kulak kesilirler.)

Okul ödevleri: Çizgi üstünde, çizgi altında belli uzunlukta harfler ve dikine yazılar; alıştırmalarla ufuklar genişler ve giderek daralır düşler dünyası, kurulur ezberler köşe taşları üzerine. Gaz sürülmüş döşemelerden, birkaç yüz çocuk yaşamından, minik paltolardan ve yanan lastik silgilerden kalkan buğular, gözyaşları, paylanmalar, sınıf köşelerinde dikilmeler, diz üstü çökmeler ve bir türlü önü alınamayan gevezelikler ortasında öğrenilir: alfabe, imlâ, çarpım tablosu ve On Buyruk.

(…)

Gelecek nedir bilmez çocuklar ve kendileri için baştan başa korkularla doludur dünya. Dünyanın nasıl şey olduğundan haberleri yoktur. Bilip bildikleri, cennetle cehennemdir yalnız, çünkü bunları tebeşirle diledikleri gibi sınırlayabilirler, cehennem hanesinin üzerinden tek ayakla seker, cennet hanesine gelince ayaklarını yere basarlar.

Ve günlerden bir gün Hensel Sokağı’na, içinde ev sahibinin oturmadığı bir eve taşınır çocuklar. İpoteklerin yardımıyla, uysal ve sıkışık, dünyaya gözlerini açmış yeni bir mahalleye gelirler. İki sokak ötelerinden Beethoven Caddesi geçer; Beethoven Caddesi’ndeki evlerin hepsinde odalar geniştir, tümünde kalorifer tesisatı vardır. Bir sokak ötelerinde ise Radetzky Caddesi uzanır. Radetzky Caddesi’nde tramvay çalışır, elektrik kırmızısı, kocaman ağızlı. Şimdi bir bahçe sahibidir çocuklar. Bahçenin ön kısmına gül fidanları, arkasına minik elma ağaçlarıyla frenküzümleri dikilir. Ağaçların boyu çocukların boyundan uzun değildir. Çocuklar ağaçlarla birlikte büyüyecek, boy atacaklardır. Solda bir komşuları, komşularının bir buldog köpeği vardır. Sağdaki komşularının çocukları sürekli muz yerler, evlerinin bahçesine barfiks ve halka kurmuşlardır, bütün gün sallanıp dururlar. Çocuklar Ali adındaki köpekle arkadaşlık eder, her şeyi sözde onlardan daha iyi bilip daha iyi yapan komşu çocuklarıyla yarışıp dururlar.

Ama kendi başlarına kalmak çok daha hoşlarına gider çocukların. Tavanarasına çıkıp kurulurlar. Kimi zaman, çatlak seslerinin nasıl çıktığını denemek üzere, gizlendikleri tavanarasında yüksek sesle bağırdıkları olur. Örümcek ağlarının önünde alçak perdeden, küçük ve asî çığlıklar atarlar.

Fareler ve elma kokuları yüzünden kilere adım atmayı istemez canları. Her gün kilere inip kan kırmızısı elmaların çürümeye başlayanlarını arayıp bulmaktan, çürük yerlerini kesip atarak kalanını yemekten bıkmışlardır! Çürük elmalar yemekle tükenmez bir türlü, ve elmalar hiç durmadan çürür. Çürümüş elmalardan hiçbirinin kaldırılıp atılmaması kendilerine tembihlendiğinden, öbür yasak yemişleri çeker içleri. Elmaları, hısım akrabaları ve evlerinin arkasındaki Kreuzberg’de gezmeye çıkılan, çiçeklerin ve kuşların isimlerini söylemeleri istenen pazar günlerini sevmezler.

Yaz gelince yeşil panjurlar arasından güneşli sokağa bakar, kış oldu mu kardan adam yaparlar; kardanadamın başına iki kömür parçası sokuştururlar, göz olur. Ve Fransızca öğrenimi başlar: Madeleine est une petite fille. Elle est à la fenêtre. Elle regarde la rue. Derken piyano çalarlar: Şampanya Aryası. Yazın Son Gülü. İlkbahar Sarhoşluğu.

Heceleme günleri gerilerde kalmıştır. Gazete okur çocuklar, bu gazete haberleri arasından fırlayan bir sapık katil türer. Akşamları din dersinden eve dönerlerken, ağaçların alacakaranlıkta yaptığı gölgeleri bu katil olarak görür, önlerinden geçtikleri bahçelerde sallanan leylakların hışırtısını bunun çıkardığını sanırlar. Katil, iki yana ayrı lıveren kartopu çiçekleri ve flokslar arasından ansızın şöyle bir boy gösterir, sonra kaybolur. Çocuklar kendilerini boğmaya gelen katilin elini boyunlarında hisseder, şehvet sözcüğünde saklı yatan ve katilin kendisinden de korkutucu olan gizin sezgisini içlerinde taşırlar.

(…)

Evde para suyunu çekmiştir. Kumbaraya atılan paralar atılmaz olur. Büyükler, çocukların önünde ima yoluyla konuşmaya dikkat ederler. Çocuklar, ülkelerinin kendilerini satmak üzere olduğunu, dört bir yandan çekiştirildiği için bir gün gelip yırtılacak ve yerini bir kara boşluğa bırakacak göklerinin de birlikte satışa çıkarıldığını bilmezler.

Sofrada sus pus oturur, lokmaları ağızlarında uzun uzun çiğnerler, beri yanda gümbürtüyle öter radyo ve haberleri okuyan spikerin sesi yıldırımdan bir küre gibi mutfakta dolanır, kabukları çatlamış patateslerin üzerinde kapağı korkuyla havaya kalkan tencerenin yanına gelip silinir ortadan. Elektrikler kesilir arada bir. Sokaklardan yürüyüş halinde kafileler geçer. Başlar üzerinde kavuşur bayraklar. Bir marş söylenir dışarıda: “... her şey parça parça olana kadar.” Derken haberlerin bittiğini bildiren sinyal sesi duyulur radyoda, ve parmaklarını ustalıkla kullanarak birbirleriyle sessiz iletişime geçer çocuklar.

Çocuklar abayı yakmıştır, ama kime, bilmezler. Aralarında kuş diliyle konuşur, düşüne düşüne soluk bir belirsizlikten içeri kayar, daha olmadı kalkıp kendileri bir dil uydururlar; öyle bir dil ki, akıllarını başlarından alır büyüsü. Balığım benim. Oltam. Tilkim. Tuzağım. Ateşim benim. Suyum. Dalgam. Toprak hattım. Şayet’im. Fakat’ım. Benim ya’m. Benim ya da’m. Benim her şeyim... her şeyim... Birbirlerini itip kakar, birbirleriyle yumruklaşır, karşı tarafın söylediği olmadık bir sözcük yüzünden boğuşup dururlar. 

Alt tarafı önemsiz bir şey. Ah bu çocuklar! Ateşleri yükselir, kusar, üşüme nöbeti gelip titrerler, anjin olur, boğmaca olur, kızamık geçirir, kızıla yakalanırlar, durumları ağırlaşıp umut kesilir yaşamlarından, ha gitti, ha gideceklerdir; ve bir gün, hissiz ve çelimsiz yatarlar yatakta, her şeyi artık başka türlü düşünürler. Savaşın patlak verdiği açıklanır kendilerine.

(…)

Çocuklar ölür, çocuklar Yedi Yıl Savaşları’yla Otuz Yıl Savaşları ’nın tarihlerini öğrenirler; bütün düşmanlıkların altından girip üstünden çıksalar, aralarında doğru bir ayrım yapılması tarih dersinden iyi not almalarını sağlayacak bahane ve gerçek nedeni birbirine karıştırsalar, umurlarında değildir.

Derken Ali adındaki köpeğin ölümüne tanık olur, sonra da köpeğin sahiplerinin öldüğünü görürler. Ve ima yoluyla konuşmalar sona erer. Yanlarında, ense köküne sıkılan kurşunlardan, ipe çekilmelerden, temizlik hareketlerinden, havaya uçurmalardan söz edildiğini işitir, duyup göremediklerinin ise kokusunu alırlar.

 

ARŞİV