IRÈNE NÉMİROVSKY (24 Şubat 1903- 17 Ağustos 1942)
Irène Némirovsky, (1903-1942): Irène Némirovsky Ukrayna’da, Yahudi kökenli bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Banker olan babasının Bolşevik Devrimi sonrası kaçarak 1919 yılında Fransa’ya yerleşmesiyle Némirovsky burada öğrenim gördü. İşadamı Michel Epstein’la evlendi. İki çocuğu oldu. İlk romanı olan Le Malentendu (Yanlış Anlama) 1926 yılında yayımladı. Yazar bir Yahudi bankeri anlattığı, 1929 tarihli David Golder adlı romanıyla adından söz ettirdi. Yapıtlarında iki dünya savaşı arası dönemin derin sosyal değişimlerini ve bunların insan ilişkilerindeki yansımalarını işledi.
1940 yılında, Yahudi oldukları için Némirovsky'nin kocası bankada çalışmaya devam edemedi ve Némirovsky'nin kitapları yayınlanmamaya başladı. 13 Temmuz 1942 tarihinde, Fransız jandarması tarafından "Yahudi kökenli ve vatansız bir kişi" olarak tutuklandı ve Nazilere teslim edildi. Gönderildiği Auschwitz toplama kampında tifüsten öldü. Les Mouches d’automne (1931; Güz Sinekleri), Les Chiens et les Loups (1939; Köpekler ve Kurtlar) gibi yapıtlarının yanında, ölümünden sonra yayımlanan Suite française (2004; Fransız Suiti) gibi romanlarıyla 20. yüzyıl Fransız edebiyatının önde gelen yazarları arasına girmiştir.
Yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Yanılgı isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz
YANILGI
Yves tıpkı bir çocuk gibi tüm benliğiyle uykudaydı. Alnını kıvrık kolunun çukuruna gömmüş, eski günlerin derin ve güven dolu uykusuyla birlikte içgüdüsel olarak uykudaki küçük çocukların o masum ve ciddi gülümsemelerine varıncaya dek bütün hareketlerine geri dönmüştü. Rüyasında güneşin altında yanan dümdüz plajı, denizin üstündeki akşam güneşini, ılgınların arasından sızan gün ışınlarını görüyordu. Oysa on dört seneden uzun bir süredir Hendaye’ı görmemişti. Dün gece vardığında Bask diyarının bu enfes köşesine dair karanlık ve gürültülü bir uçurum -deniz-, ılgın ormanı olduğunu tahmin ettiği daha yoğun bir karanlığın içindeki birkaç ışık ve de eskiden sadece balıkçı sandallarının salındığı yerde, dalgaların kıyısındaki daha başka ışıklar -Gazino- dışında hiçbir şey fark etmemişti. Fakat çocukluğunun güneşli cenneti hafızasında olduğu gibi kalmış, düşleri de o cenneti havasının o çok özel lezzetine kadar en küçük ayrıntılarıyla yeniden yaratmıştı.
Yves çocukken en güzel tatillerini Hendaye’da geçirmişti. Burada, büyülenmiş gözlerine dünyanı ilk çağlarındaki gibi yepyeni gözüken bir güneşle güzel meyveler gibi olgunlaşan, yaldızlı ve dolgun günler tatmıştı. O zamandan sonra dünya sanki yavaş yavaş taze renklerini yitirmeye başlamış, güneş bile daha donuk bir hâle gelmişti. Fakat bazı rüyalarında zarif ve canlı hayal gücünü muhafaza etmiş genç adamın o günleri bütün o ilkel ihtişamıyla birlikte yeniden hissedebildiği oluyordu. Böyle geceleri takip eden sabahlar âdeta nefis bir hüzünle efsunlanıyordu.
O sabah Yves, Paris’teyken saat her sekizi vurduğunda yaptığı gibi yine sıçrayarak uyandı. Gözlerini açtı ve yataktan fırlamak için bir hareket yaptı. Fakat panjurların yarığından başucuna kadar altın renkli bir ok gibi keskin bir ışığın sızdığını gördü ve aynı anda taşradaki güzel yaz günlerinin komşu bahçelerde tenis oynayanların gürültüleriyle ve başka hiçbir şey olmasa bile bir otelde, aylaklarla dolu büyük bir konutta olduğunu fark etmesini sağlamaya yetecek o özel, neşe dolu patırtılarla -zil sesleri, adım sesleri, yabancı sesler- karışık hafif uğultusunu algıladı.
İşte o zaman Yves yeniden yatağa uzandı ve enfes bir tembellikle dolu tüm hareketlerinin yeniden kavuşulan bir lüksmüşçesine tadını çıkararak gerindi. Nihayet yatağın bakır parmaklıklarının arasında asılı duran zili bulup bastı. Biraz sonra içeriye elinde kahvaltı tepsisiyle şarap garsonu girdi. Kepenkleri açtı ve güneş dev bir dalga gibi bütün odayı kapladı.
“Hava çok güzel,” dedi Yves kendi kendine yüksek sesle, sanki hâlâ ortaokullu bir çocukmuş da bütün hazzı ve tasası hava durumuna bağlıymış gibi. Başta büyük hayal kırıklığı yaşadı: Hendaye’i zamanında balıkçılardan ve kaçakçılardan ibaret, biri biraz ötede solda, Bidassoa tarafında yer alan Pierre Loti’ninki, diğeri hemen sağda, tam da bugün sahte Bask tarzı yirmi kadar evin yükseldiği noktada kendi ebeveynininki olmak üzere sadece iki villası olan küçük bir köy olarak tanımıştı. Deniz kıyısında içine cılız ağaçlar dikilmiş bir bent inşa edildiğini, oraya otomobillerin park edildiğini gördü. Suratını asıp arkasını döndü. Dünyanın tam da sadeliği, huzur veren güzelliği nedeniyle sevdiği bu kutsanmış köşesini niçin bozmuşlardı ki? Yine de açık pencerenin yanında durmaya devam etti ve yavaş yavaş, yılların değiştirdiği bir yüzde eski bir gülümsemeyi, eski bir bakışı tanıyıp, bunların yardımıyla, tereddüt ederek de olsa bir zamanlar sevilen o eski hatları yeniden bulurcasına, yumuşacık bir heyecanla dağların çizgilerini, farklılıklarını, konturlarını, körfezin yansımalı yüzeyini, ılgınların canlı ve hafif salkımlarını yeni baştan keşfetti. Ve havada yeniden Endülüs rüzgârıyla gelen o tarçın ve çiçek açmış portakal ağaçlarının kokusunu hissedince değişen zamanla tamamen barıştı, gülümsedi ve o eski neşe yüreğini ferahlattı.
Pencereden istemeye istemeye ayrılıp banyoya gitti. Bembeyaz boyalı ve bembeyaz taşlı banyo güneş içinde parlıyordu. Yves storları çekti. Bunlar karmaşık desenlerle süslü gipürler olduğundan yerde de bir anda aynı desenler beliriverdi ve zemin, perdeler denizin nefesiyle dalgalandığı her seferinde hareketlenen hafif ve zarif bir halıyla kaplandı. Büyülenen Yves gözleriyle bu ışık ve gölge oyununu takip ediyordu. Küçük bir çocukken bunun en sevdiği oyalanma şekli olduğunu hatırladı. Bugün dönüşmüş olduğu adamda o eski çocukça özelliklere rastladığı her defasında, insanın eski portrelerine bakarken hissettiği belli belirsiz bir kaygıyla karışık o hafif yürek sızlamasını hissediyordu.
Gözkapaklarını kaldırdı ve aynada kendini gördü. O sabah ruhu çocukluğunun o ışıltılı sabahlarındakiyle o denli aynıydı ki, aynada yansıyan görüntüsü onda can sıkıcı bir şaşkınlık uyandırdı. Dudağının kenarındaki küçük acı sırıtışıyla o ölesiye bezgin, donuk, mat renkli otuzluk yüzü, mavisi sönmüş gibi görünen gözleri, karanlık halkalarla çevrili, eski ipeksi ve upuzun kirpiklerini artık kaybetmiş gözkapakları... Şüphesiz hâlâ genç, fakat ergen tenin yumuşacık tazeliğinde usul usul, amansızca, adeta gelecekteki kırışıklıkların sinsi bir taslağını çizercesine hafif bir ağ nakşeden zamanın çoktan değiştirmiş olduğu bir yüzdü bu. Yves eliyle daha şimdiden şakaklarına doğru saçların seyreldiği alnını sıvazladı; ardından mekanik bir hareketle o noktada daha sert çıkmış olan saçların altındaki son yarasını, Belçika'da, o uğursuz, yanmış duvarın yakınında, ölü ağaçların arasında neredeyse canına mal olan havan topu mermisinin bıraktığı yara izini uzun uzun yokladı.
Fakat yemek tepsisini almak üzere içeriye giren şarap garsonu, onu, hani bazı yaz günlerinde fazla mavi gökyüzünün fark ettirmeden fırtınan siyahımsı grisine dönüşene dek kararması gibi yavaş yavaş kararmakta olan düşüncelerinden kopardı. Yves bez ayakkabılarını ve mayosunu giydi, omzuna bir bornoz atıp plaja indi.
Çıplak ayaklarının altında gıcırdayan sıcak kumlara boylu boyunca uzanmış olan Yves, güneşin yaktığı derisinde, ağustos göğünün yoğun, sıcaktan solmuş ışığına dönük yüzünde eksiksiz, neredeyse hayvansı sevinçten kaynaklanan o eşsiz hissin tadını daha iyi çıkarmak için gözlerini kapatıyor, geriniyor, daha da hareketsizleşiyordu.
Etrafında çoğu genç ve güzel, güneşte olağandışı bir koyulukta yanmış, çevik, yarı çıplak kadın ve erkekler hareket edip duruyordu. Gruplar halinde uzanan diğerleri kendisi gibi ıslak vücutlarını güneşte kurutuyordu. Bellerine kadar çıplak ergenler dalgaların kıyısında top oynuyor, berrak plaj boyunca Çin gölge oyunu figürleri gibi koşturuyordu. Fazla uzun süren yüzmenin yorgun düşürdüğü Yves gözlerini kapadı. (…)
Yves tiz bir çocuk kahkahasıyla uyuşukluğundan sıyrıldı. Aceleyle koşturan küçük ayaklar hemen yakınından geçti ve akabinde üstüne bir avuç kum atıldı. Yves doğruldu ve dehşete düşmüş bir kadın sesinin şöyle haykırdığını duydu:
- Francette, hadi ama Francette, uslu duracak mısın sen? Çabuk buraya gel!..
Artık tamamen uyanmış olan Yves Türk usulü çömelip gözlerini iri iri açtı ve en fazla iki üç yaşında, gürbüz, afacan mı afacan, bir tutum sarı saçı güneşte iyice saman rengine dönmüş, tombul vücudu neredeyse zenci çocukları gibi kapkara kesilmiş küçücük bir kız çocuğunun çekiştirdiği siyah mayolu güzel bir kadın silueti gördü.
Yves onların denize doğru uzaklaşmalarını seyretti. Onları uzun süre annenin güzelliği kadar bebekten de kaynaklanan bilinçsiz bir hazla seyretti. Kadının yüzünü görmemişti; fakat güzel, küçük bir biblo gibiydi. Burada, deniz kenarında böylesine doğal bir şekilde karşısına çıkan bu manzaraya Paris'te rastlamak için gerekecek tesadüfler silsilesini düşününce gülümsemeden edemedi.
(…)
Bir zaman sonra otelin bahçesini geçti. Açık hava ve güneş gözlerini kamaştırmış, rahatsız edici ve inatçı bir baş ağrısına neden olmuştu. Ağır ağır yürüyor, âdeta kirpiklerinin arasında kalmış olan ve Paris'in yarı karanlık göğüne alışık bakışlarını rahatsız eden bütün o korkunç ışıktan kurtulmayı başaramadan gözlerini kırpıştırıp duruyordu. Hole girdi ve seçtiği ilk şey ona kum fırlatan, beyazlar giymiş bir beyefendinin dizlerinde yüksek perdeden kahkahalar atarak sıçrayan o çocuk oldu. Yves adama baktı; sanki onu bir yerden tanıyordu. Asansörü çalıştırmakla görevli otel görevlisine adamın adını sordu.
- Mösyö Jessaint, diye cevap verdi oğlan.
Yves o adamın plajda gördüğü o güzel yaratığın kocası olduğundan bir an bile şüphe etmedi. Fakat kendisinin kadınla böylesine basit, hızlı ve rahat bir şekilde tanışabilmesini sağlayacak bu tesadüfe sevinmek şöyle dursun, insana has bütün o mantıksızlık yetisiyle şöyle homurdandı:
- Tüh be! Yine oradan birtakım tipler... İnsan hiç olmazsa bir on beş gün yalnız ve huzurlu kalamaz mı canım?