İrfan Yalçın: Fareyi Öldürmek

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta İrfan Yalçın ile devam ediyor.

20 Temmuz 2024 - 12:10

İRFAN YALÇIN

Zonguldak'ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Kozan, Çarşamba ve Zonguldak’ta altı yıla yakın Fransızca öğretmenliği yaptı. 1972'de öğretmenliğinden ayrılıp İstanbul'a geldi ve kitapevi açtı. 1965’te yazdığı "İnce Memed" başlıklı eleştiri yazısıyla, Yeni Dergi eleştiri yarışmasında ikincilik ödülünü; 1977’de Milliyet Roman Yarışmasında Fareyi Öldürmek romanıyla mansiyon ödülünü;  1980’de Ölümün Ağzı ile TDK Roman Ödülünü ve 2009’da Yorgun Sevda ile Cevdet Kudret Roman Ödülünü aldı. Sanatçının Genelevde Yas romanı, 1985'te Sinan Çetin tarafından 14 Numara adıyla; Fareyi Öldürmek adlı romanı ise Aydın Sayman tarafından 2015'te İçimdeki İnsan adıyla sinemaya uyarlandı.

İlk romanı, Milliyet gazetesinin roman yarışmasında ikinciliği kazanan, kendisinin ''düşkünleşmiş bir küçük burjuvanın romanı'' olarak tanımladığı Pansiyon Huzur'dur (1975). Roman, ailesini Zonguldak’ta bırakarak İstanbul'a gelen yazarın, bir yıl kadar kaldığı Beyoğlu’ndaki bir pansiyondan izler taşır. Bu pansiyondaki farklı sosyokültürel yapılardan insanlar roman kahramanı olarak esere dahil olur. Daha sonraki eserlerinde de ilk romanındaki çevre ve kişileri tercih eden yazar, eserlerinde sıradan insanların sıradan hayatlarının ayrıntılarına yoğunlaşmıştır.

29 Haziran 2024’te hayatını kaybeden yazarın h2okitap tarafından yayımlanan “Fareyi Öldürmek” isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

FAREYİ ÖLDÜRMEK

Sabri çok eski bir arkadaşımdı. Yıllar yılı aynı binada çalışmıştık. O vergi dairesindeydi, ben Tarım Müdürlüğü'nde. Hemen her akşam, iskele kahvesine gider, satranç oynardık. Ben ona Sabri dememe karşılık, o bana Necmi Bey derdi. "Bırak şu beyi," falan diye söylensem de dinletemezdim. Bildiğini okurdu hep. Masaya oturur oturmaz, ilk söylediği “Bir parti ama” ydı. Yense de yenilse de, ikinci partiyi oynamaz, kahveden uçarcasına çıkar giderdi. Pek bilmezdi satrancı. Çabuk oynayınca da durmadan yanlışlar yapar, yenilirdi. Öyle bir huyu vardı ki, yense sevinmez, yenilse üzülüp öfkelenmezdi. Oyun biter bitmez, teşekkür eder, yenilmişse “Sen çok iyi biliyorsun bu oyunu, senle oynanılmaz,” der, yenmişse “Bir terslik oldu galiba,”  deyip utangaç utangaç gülümserdi.

Sabri'nin ağabeyi Murat, maden mühendisiydi. Ta ortaokuldan arkadaşımdı o da. Onu cumartesi günleri görürdüm yalnız. İskele kahvesine gelir, kimi bulursa satranç oynardı. Sabri, Murat'ı görür görmez, oyun da oynasa, ayağa kalkar, saygılı davranışlarla ağabeyinin iki yanağından öperdi. Hiç değişmezdi bu. Murat, gerek iş çevresinde, gerek şehirde, çok sevilen sayılan, ağırbaşlı, efendi biriydi. Doğruluğuna, namusluluğuna diyecek yoktu. Sinirlendi mi tam sinirlenirdi ama! Kafası atmaya görsün, gözü hiçbir şeyi görmezdi. Bir keresinde ben, Murat, Sabri, limana doğru yürürken, can sıkıcı bir şey oldu. Önümüzde, şişman mı şişman, iriyarı bir kız yürüyordu. Gençten bir adam, tam yanımızda, kızın şişmanlığıyla alay edip abuk sabuk bir şeyler söyledi. Sonra da bize bakıp pis pis sırıttı. Deliye döndü Murat! Delikanlının yakasından tutup verdi veriştirdi! Neredeyse tokatlayacaktı. İskele kahvesine dönüp satranç oynamaya başlayıncaya kadar yenemedi hırsını!

Murat, Sabri'ye benzese de başkaydı tabii. Daha yakışıklıydı. Üstüne başına özen gösterir, iki dirhem bir çekirdek gezerdi. Sabri üstüne başına bakmazdı pek.

Yaz kış, aynı pantolon ceketle dolaşırdı. Pantolonu ayakkabılarının üstünde kıvrım kıvrım dururdu. Uzun gelirdi biraz. Ceketi de öyleydi. Bir yakaları vardı yelpaze gibi. Kolları parmaklarının ucuna varırdı ta. Bazı bazı ağabeyinin elbiselerini mi giyiyor acaba diye düşünürdüm. Ayakkabıları koca kocaydı. Otuz dokuz numara ayakta kırk bir numara ayakkabı nasıl durursa, öyle dururdu ayağında. Gözlükleri yusyuvarlaktı. Öyle camları vardı ki, Sabri bir kavanozun arkasından bakıyor gibiydi hep.

Aşağı yukarı Sabri'nin dış görünüşü buydu. Birisinin selâmını alırken bakamazdı yüzüne nedense. Gözlerini kaçırı kaçırıverirdi. Oldum olasıya aceleci, hemen görülecek bir işi var gibiydi. Başının üstündeki üç beş tel saçı durmadan geriye geriye iterdi. Bir şey sordun mu yapardı daha çok bunu. Gülümseme; ağzı, burnu, dişi, gözü, kaşı gibi başının bir organı olmuştu. Ne dersen gülümserdi. Acıma uyandıran, insanın yüreğini ezim ezim ezen bir gülümsemeydi bu. Bir garip huyu da olur olmaz her şeye teşekkür etmesiydi. Bazıları "Teşekkür Bey" koymuştu adını bu yüzden. Yerli yersiz söylediği de olurdu arada. Sözgelimi birisi, "Bugün yağmur yağacak galiba," dese, o “Teşekkür ederim efendim,” diyebilirdi. Öylesine alışmıştı ağzı çünkü.

Sabri'yi alaya almak, onunla eğlenmek isteyenler çıkardı sık sık. Ama o hiç oralı olmaz, onların söylediklerini duymazlıktan gelirdi. Gülümsemeyi hiç elden bırakmaz, kendisiyle alay etmek isteyene "Tamam tamam, anladık," gibilerden kafasıyla bir şeyler yapardı. Karşısındaki ne kadar ti'ye almak isterse istesin, başarıya ulaşamazdı artık. Kaygan bir yüzeyde yürür gibi olur, kâh yüzüstü kâh sırtüstü düşerdi. Kiminle olursa olsun, “Beyefendi”siz konuşmazdı!

“İnanılmaz olay” bir nisan günü olmuştu. Bugünkü gibi aklımda hâlâ. Sabri, geleli daha üç gün olan şefini, kağıtlar uçmasın diye üstlerine konan yuvarlak bir demirle komaya sokmuştu. Adam üç dört gün kendini bilmeden yatmış, sonra da ölüvermişti. Şaşmış kalmıştık hepimiz. Bir anlam verememiştik. Karıncayı incitmekten korkan Sabri, nasıl olur da insan öldürebilirdi? Kimsenin aklı, havsalası almıyordu. Doğrusu ya ben de inanmadım önce. Bir bit yeniği vardır diye düşündüm. Ama o an yanında olanlar, hep onun öldürdüğünü söylüyorlardı. Kendisinin de suçunu sakladığı yoktu zaten. “Ben öldürdüm,” diyordu. Olaydan bir kaç dakika sonra, Sabri'nin çalıştığı odaya girdiğimde, ana baba günüydü ortalık. Şef, upuzun yatıyordu yerde. Suratı irin sarısıydı. Sabri elinde demirle çalıştığı masanın yanında ayakta durmuş, herkese, “Ben öldürdüm, ben öldürdüm,” diyordu. Her zaman nasılsa öyleydi suratı yine... Gülümsüyordu. Beni görünce, eliyle yerde yatan adamı gösterip “Ben öldürdüm,” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Çalıştıkları yerde dört kişiydiler. Şef, Sabri, Hulusi bir de Necla... Hulusi benden daha iyi arkadaşıydı Sabri'nin. Ona sordum. “Evet, demirle vurdu arkadan,”dedi. “Yıldırım gibi fırlayıp yerinden, küt diye yapıştırdı demiri şefin kafasına. Soluk soluğaydı. Korku telaş doluydu gözlerinin içi. Delirdi herhalde... Muhakkak delirdi! Nasıl yapar böyle bir şeyi yoksa? Aralarında hiçbir şey geçmemişti ki.”

Hulusi şaşkın, perişandı. Ağzı dili kurumuş, durmadan yutkunuyordu. Neclâ da aynı şeyleri söyledi. Hem ağlıyor hem “Nasıl yapar böyle bir şeyi ortada fol yok yumurta yokken?” diye mırıldanıyordu.

(…)

Sabri’nin ağabeyi Murat, deli divane gibiydi. Hiç konuşası gelmiyor, “Nasıl olur, nasıl olur?” deyip susuyordu. Sabri’nin karısı Şükran, gözlerinin akını devirerek, “O öldürmemiştir, valla o öldürmemiştir, küçük bir fındık faresini bile ayağıyla ezememişti bir zamanlar,” diye bağırıyordu.

(…)

Mahkeme başkanı ak saçlı, oldukça yaşlı bir adamdı. Durmadan gözüyle oynuyor, sonra burnu tıkanmış gibi “hu hu” yapıyordu.

“Sen mi öldürdü, şefin Ahmet Dinçer’i?”

“Evet, sayın başkanım, ben öldürdüm.”

“Bu demirle mi vurdun kafasına?”

“Evet, o demirle vurdum!”

“Neden vurdun peki? Bir şeye kızmıştın? Seni sinirlendirecek, öfkelendirecek bir şey mi yapmıştı?”

“Hayır. Beni kızdıracak, beni sinirlendirecek hiçbir şey yapmamıştı. Geleli üç gün olmuştu zati...”

“Nasıl yaptın bunu peki? Durup dururken nasıl öldürdün? Deli bile, ortada bir neden yokken adam öldürmez!”

“Öyle değil mi konuşsana!”

“Evet, öyle…”

“Eee?”

“Bilmiyorum…”

Sabri, birden sanık sandalyesine oturdu, başını ellerinin arasına alıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Mahkeme salonunda çıt çıkmıyordu. Sessizliği bozan, başkan, oldu yine ilk.

“Ayağa kalk da, konuş bakalım. Benim sorduklarıma karşılık ver... Niye öldürdün, niçin öldürdün?”

 

Sabri hiçbir şey demedi. Ayağa kalkıp düşünceli düşünceli bir süre durdu öyle.

“Konuşsana oğlum! Konuşsana! Dilini mi yuttun?”

Başkan kızmıştı. Yiyecek gibi bakıyordu Sabri'ye. Bu sıra, tutanak yazan kadın hapşırdı. Üç yargıç, kafalarını eğip bir süre bayan memura baktılar. Sabri ağzını açıp tek söz söylemedi.

Bir gün hapishaneye Sabri'yi görmeye gittim. Başgardiyan komşumuzdu. Onun odasında konuştuk. Durmadan sigara içiyordu.

(…)

Sigarasından çekip uyurgezer gibi “Yalnız sana söylüyorum bunu Necmi bey,” dedi.

(…)

Gözlerimin içine bakıyordu tuhaf tuhaf. “Çok çalışmıştım o gün ben, diye inledi. Beynim uyuşmuştu çalışmaktan adeta... Bir ara şeften yana baktım ki, şef yok... Babam oturuyor şefin yerinde. Rüya mı görüyorum acaba dedim. Gözlerimi ovuşturup bi da baktım. Babam yok olmuş, yerine Fethi Bey gelmişti... Hatırlarsın bizim eski şefi. Aklım almıyordu bir türlü... Nasıl işti bu? Hiç böylesi gelmemişti başıma... Korkmuştum. Yüreğim güm güm vuruyor, soluk alamayacak gibi oluyordum. Hani insan gece kâbus falan görür de yüreği dışarı çıkacakmış gibi çarpar ya, öyle aynı... Bakmaya korkuyordum şefin masasına... Gözlerimi üç beş boy ovuşturup bir Hulusi beye, bir Necla hanıma baktım... İkisi de önlerine eğilmiş, çalışıyorlardı. Ne olursa olsun deyip şefin masasından yana bi da çevirdim kafamı. İnanmayacaksın, yalan diyeceksin belki ama bizim hanımdı gördüğüm. Bağırmak istiyor, bağıramıyordum. Gözlerimi yumup bir süre bekledim. Geçer herhalde, düzelirim diye düşündüm. Ayaklarıma bir titreme gelmişti. Başımı kaldırıp yine baktım. Babam vardı masada. Kafamı çevirip çevirip bakıyordum artık. Sıra hiç değişmiyordu. Önce babamı, sonra Fethi beyi, daha sonra da Şükran'ı görüyordum. Bir ara, koca bir fareyi oturur gördüm masada. Nah, upuzun bıyıkları vardı. Gülümsüyordu bana... Çocukluğumda, nefes darlığına tutulduğum zamanlar görürdüm bu fareyi ben. Öyle görünürdü gözüme. Gece tutardı daha çok hastalığım. Soluk alamaz, tıkanır gibi olurdum. Hele sıcak yaz geceleri! Boğulacak sanırdım kendimi! Her şeyi fare gibi görürdüm. Rüyalarımı fareler doldurmuştu! Ciyak ciyak bağırırdım karanlıkta uyanıp. Bütün ev kalkar, üstüme yürürdü. Onlar da korkardı tabii. Düşün ki uykularının en tatlı yerinde, bas bas bağırıyor birisi! Ne olmaz insan!

“Korktuğum az geliyor gibi, bir de annemle babam döverdi niye bağırıyorsun diye. İşte şefin masasında oturan, küçüklüğümde sık sık gözüme görünen ya da uykularıma giren o farenin aynısıydı! Onu öldürmek istedim ben! Şefi değil! Kâğıt demirini kapıp kafasına indirmeseydim, ölebilirdim. Vurur vurmaz rahatladım! Üstümden tonlarca ağırlığında bir yük kalkmış gibi oldu. Babamı, Fethi beyi, çocukluğumda gözüme görünen fareyi görmem, yarı uyanık bir rüyaydı belki de. Ama kana bulaştırdı benim elimi.”

 

ARŞİV