İSMET KÜR (26 Eylül 1916-21 Ocak 2003)
Gazeteci-yazar ve Fedakâran-ı Millet Cemiyeti başkanı Avnullah el-Kazımi (Mehmet Selim) ile Ayşe Nazlı Zorluhan'ın kızı olarak İstanbul'da doğdu. Kaptanıderya Müşir Ahmet Paşa dedesi, romancı Pınar Kür ile heykeltıraş Işılar Kür kızları, şair ve yazar Halide Nusret Zorlutuna ablası, romancı Emine lşınsu Öksüz yeğenidir.
Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. Londra’da ve New York Üniversitesi’nde çocuk ve gençlik edebiyatı, çocuk ve gençlik psikolojisi, sorunlu çocuklar, eğitim tarihi, eğitim psikolojisi, yetişkin psikolojisi, 19. yüzyıl Rus edebiyatı konularında eğitim aldı. Zonguldak, Kırklareli, Kars, Bursa ve Bilecik'te çeşitli orta dereceli okullarda yirmi yıla yakın bir süre ile Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. 1949 yılında TRT radyosunda "Çocuk Saati" programının hem yazarlığını hem de yönetmenliğini üstlendi. 1951 yılında Zafer gazetesinde yazmaya başladı. Cumhuriyet, Zafer, Yeni İstanbul, Yeni Gazete, Barış gibi gazetelerde özellikle dil ve çocuklara yönelik yayımlara ilişkin yazılar yazdı. 1967'de Ankara Çocuk Radyosu’nda çalışmaya başladı, bu dönemde kaleme aldığı bir dizi oyun radyoda seslendirildi.
İsmet Kür'ün ilk şiiri, "İsmet Ayten" imzasıyla 1927'de Çocuk Dünyası dergisinde yayımlandı. Çeşitli dergilerde şiirlerini yayımlamaya devam eden İsmet Kür, bu şiirleri Yaşamak (1945) ve 99. Kat Şiirleri (2005) adlı kitaplarında bir araya getirdi. İlk öyküsü "Mesut Tahayyüller", 1931 yılında Muhit dergisinde çıktı. Yazar, hikâyelerini 2001 yılında Kocaman Bir Örümcektir Zaman adı ile kitaplaştırdı.
Şiir ve hikâye türlerinde de eserler vermesine rağmen İsmet Kür, daha çok çocuk edebiyatı alanında kaleme aldığı ürünlerle ön plana çıkan bir yazar oldu. Hatıralarını Yarısı Roman (1995) ve Yıllara mı Çarptı Hızımız (2008) adlı kitaplarında bir araya getirdi.
Yazarın Everest Yayınları tarafından okurla buluşturulan Yarısı Roman isimli kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.
YARISI ROMAN
7 Ağustos 1990 Kuğukent
Burada akşam zeytinlikte başlıyor.
Güneş henüz kızarmaya bile başlamadan, zeytin ağaçları koyulaşmaya koyuluyorlar. Sadece koyulaşmak da değil, her biri, eski filozof tasvirlerinden biri sanki... Öylesine ağırbaşlı, öylesine düşünceli... Bir hayli de kaygılı... Her biri teker teker ve de hep beraber, dünya sorunlarını çözümlemek çabasında gibi.... Ellerinde hiç olanak bulunmamasına karşın, bu çabaya kendini böylesine kaptırmış olanlara hep gülmek gelmiştir içimden... Biraz da acımak belki... Ne ki, zeytin ağaçlarına gülemiyorum; garip bir saygıyla anlamaya çalışıyorum onları.
Sadece biri, evimin sağ yanındaki zeytin ağacı onlardan biri değil sanki... Evet, bu genç ağaç, o biraz ilerdeki zeytinlikte değil, benim bahçemde... Ama olsun, o da zeytin ağacı ya... Bu benimki, günün, akşamın, hatta gecenin, benim görebildiğim her ânında, hiç değilse tepelerindeki yapraklarıyla hep ışıltılı, hep gülümsüyor, gülüyor, kimi zaman da kıkırdıyor.
Hayır, bana öyle gelmiyor, gerçekten böyle...
Geceleri... çevredeki sesler kesilince... küçük, tatlı fısıltılarla bir şeyler anlatıyor gibi... güzel, umutlu bir şeyler... İyice kulak veriyorum ama, neler dediğini, kime söylediğini anlayamadım henüz!!.
(Syf 4-5)
Evlenince, benden beklenen, istenen işler tümden değişti; tam tersine döndü. Yazı, -hele şiir yazarsam, kıskançlık sahneleri, bin bir soru beni bekliyor demekti- öğrencilerin ödev, sınav kâğıtlarını okumak, hatta derslere zamanında gitmek bile suçumsu şeylerdi kocam için... Tartışma konularıydı. Oysa bunlar sevdiğim, benimsediğim, zevkle yaptığım işlerdi... görevimdi de üstelik.
Bu yeni suçların sersemliğini üstümden atamadan, çocuğum doğdu.
Ve ben, tam anlamıyla “deli bir anne” oldum. Bebeğin her işi dakikası dakikasına yapılmalıydı. Örneğin, banyo saati 12 ise, çocuk uykusundan uyandırılıp suya sokulmalıydı. Meme, mama, uyku saati beş dakika oynasa, o beş dakika benim sinirden çıldırdığım, ağlayarak geçirdiğim zaman olurdu. Kocam için de yaşam pek kolay olmuyordu herhalde... Adamcağız “titiz öğretmen”e dayanamazken, bir de delice meraklı bir anne çıkmıştı başına...
Kitapları bile uykumdan çalarak okur olmuştum. Evliliğimizin ilk yıllarında odalarımızı ayırmak için verdiğim savaşın nedenlerinden biri de rahat okuyabilmek idi.
Şimdi bunları yazarken bir yerde daha kendimi aklar gibi oldum: Kızlarım büyüyünceye, kocamdan ayrılıncaya kadar, sürekli emek isteyen önemli bir yapıt veremeyişimin nedeni, yaşadığım bu gerginlik, bu iç ve dış karmaşaydı elbet.
O zamanlarda da hep bir şeyler yazdım. Özellikle, Ankara Radyosu Çocuk Saati'nin başındayken, her hafta kırk-kırk beş dakikalık bir oyun yazmak zorundaydım. Ara sıra şiir, öykü, başka radyofonik oyunlar... Ama bunların hiçbiri sürekli çalışmak, bölüntüsüz çalışmak ve sürekli kafa yormak isteyen yazılar değildi.
Okul, çocuklar, şu bu arasında, bu yaptığım ufak çalışmalardan ötürü, kendimi suçlu hissetmem için -oysa, bunların getirdiği parasal destek hiç de küçümsenecek gibi değildi- dolaylı, dolaysız yolları deneyen kocam... Domuzluk, kötülük olsun diye yapmazdı... Elinden başka türlüsü gelmiyordu. Yıllar sonra bir gün, "İsmet Kür'ün kocası olarak tanıtılmaktan bıktım... Nefret ediyorum bundan" diye bağırmıştı. Bunun böyle olduğunu çoktan fark etmiştim... Ama, yapacağım bir şey yoktu... Gerçekten yoktu... böyle olması için neden de yoktu zaten... Yakışıklı, iki dil bilen, müzik zevki, müzik kulağı iyice gelişmiş olan, okuyan biriydi Behram... Gene de aksayan bir taraf mı vardı?.. Neydi?.. Aile yaşamımızda da aksayan bir şeyler vardı... Yakın, uzak çevresiyle ilişkilerindeki yanlışlık neydi?.. Hatta, var mıydı?.. Bilmiyorum.
(Syf 12-13)
29 Ağustos 1990
Büyük aşk... ne demek ki bu?.. Ne anlama gelir?.. "Sonsuza dek sürecek" demek mi?.. Olur mu canım öyle şey... İnsanlar yaşadıkça, aşk ölecektir... Pınar'ın Bitmeyen Aşk'ta dediği, anlatmak istediği gibi, kadın ya da erkeğin ölmesi gerek aşkın yaşaması için.
Bence, büyük aşk, yıllardan sonra bile, sıcaklığı, güzelliği yüreğin bir köşesinde yaşayabilendir... Bu da ancak, yıpratılmamış sevdalar için mümkündür. Taraflardan biri dünya değiştirmek nezaketini göstermezse eğer, insanlar, aşkı, "en sıcak" diyemeyeceğim, çünkü bu mümkün olamayabilir, ama sıcak bir yerinde bırakabilmek cesaretini gösterebilmelidirler. Bir öykümde kadın, “sevdasını, en sevdalı yerinde koparabilecek” cesareti gösterir... Kaç kişi yapabilir ki bunu?
(Syf 33)
31 Ağustos 1990
Suat Derviş... güzel, zeki, kültürlü, soylu kadın... Ne yazık ki onunla çok geç tanıştık... 12 Mart günlerinde... Beyoğlu'nda benim hep birbirine karıştırdığım, eski, acayip ve tarihsel, anı kumkuması apartmanlardan birinde oturuyordu. (Narmanlı Han mı?.. Belki...) Suat Derviş, yaşamının son yıllarını, bu yarı terk edilmiş binanın harap bir dairesinde ve yarı terk edilmiş olarak tüketti... Gelip giden sadık dostlarının sayısı, eskiye kıyaslanınca... üzülmemek olası mı?..
En sadık ziyaretçileri de, hâlâ, emniyet mensuplarıydı. 12 Mart günlerinde, yaşından da yaşlı ve hasta olması, kimi gecelerini karakolda geçirmemesi için bir neden sayılmıyordu.
Suat Derviş deyince aklıma gelen bir gece vardır, bir de onun ölüm günü...
5 Mayıs 1972 gününü 6 Mayıs'a bağlayan gece... Pınar Ankara'da, Işılar Paris'te... Yalnızım ve dayanılmaz bir çaresizlik içinde kendimi odadan odaya atıyorum... Beş-altı saat sonra üç yiğit delikanlı asılacak... Nedensiz asılacaklar... Tek suçları genç ve etkileyici olmaları... 27 Mayıs hareketinin astığı üç kişinin intikamını, “Gençlik”ten almak isteyen “kuyruk”ların hırsına kurban gidiyorlar... Üçe üç...
22 sularında bir telefon... Sevgili Celâl Sılay'ın sesi: “Biliyorum, berbat haldesin... Divan'da buluşalım, sonrası için bir şeyler düşünürüz.”
Hayatımda hiçbir davet aklımı böylesine başımdan almamıştır. Divan'da, Celâl Sılay'la sustuk uzun bir süre... Tüm halkının her zaman sustuğu bir memleketin böyle bir gecesinde ne yapılabilirdi ki?.. İsyan, acı sözcükleri... küfürler... beddualar... Söylenecek her söz, her söz öyle saçma ve ayıptı ki o gece...
Divan boşalmıştı çoktan... Kapanacaktı, çıktık... Hangimizin aklına geldi, bilmiyorum, Suat Derviş'e gittik. Apartmanın caddedeki kapısı kapanmıştı. Yan kapıdaki kapıcıyı uyandırdık, girdik binaya... Gündüz bile insanın yolunu bulmasını zorlaştıran merdivenler kapkaranlıktı. Uzunca bir çabalamadan sonra, dönüp kapıcıdan yardım istedik... Sonunda daire kapısının önündeydik... "Ya uyumuşsa?.." “Yok canım, uyuyabilir mi hiç?”
Uyumamıştı... Bizi görünce çok sevindi. “Gelin çocuklar, gelin... Büyük acımın üstüne bir de suçluluğa benzer pis bir duygu çıldırtacak beni...” Sonra, hafifçe gülümseyerek, “Bu saatte kapı çalınınca, bu geceyi de karakolda geçireceğimi sandımdı...”
Oturduk...
“Önce biz... Sonra başkaları... Ve nihayet siz... fazla mı yazdik?.. Ama... ortada hiçbir şey yok ki... Yani, suç yok... Başımızdakilerin çevirdikleri kirli, çirkin oyunlardan başka suç yok... Hatta eylem bile yok... Bu çocuklar, halkımızın bu sefaleti üstüne oynanan oyunları hak etmediğini düşünüyorlardı... Ortada ne bir silahlı örgüt var ne de bir damla kan...”
Böyle düşünüyordu Suat Derviş... Böyle düşünüyorduk... Aklı ve yüreği olan herkes böyle düşünecekti elbet.
Ama biz ne düşünürsek düşünelim, az sonra, "Bir çingenenin kıllı parmaklarıyla çekeceği" ipin ucunda... üç yiğit delikanlı... üç güzel insan yaşamlarını yitireceklerdi... nitelemek için sözcük bulamadığım bir yargıcın verdiği, adalet tarihinde bir kara leke, bir yüzkarası olarak kalacak bir kararla...
(Syf 46-47)
2 Eylül 1990
Ruhi Su ile bir maceramız vardır pek kimsenin bilmediği... Hoş mu, tuhaf mı, garip mi?.. “Alışılmadık" desem?.. Aman canım, başına ille de bir niteleme sıfatı koymaya ne gerek var?..
Yıl 1945 ya da 46 olacak... Zonguldak'tayız. Çelikel Lise’sinde öğretmenim. Bir pazar, nasılsa erken kalktım. Uyuyanları rahatsız etmemeye çalışarak, yemek odasındaki küçük radyoyu açtım... Bir ses... tanımadığım olağanüstü bir erkek sesi türkü söylüyordu... Tam anlamıyla çarpılmıştım... Aslında, türkü falan pek sevmem ben... Ama bu türkü, bu yorum, bu ses Söyleyenin kim olduğunu merak etmeyecek kadar büyülenmiştim. Sonunda Ruhi Su olduğunu öğrendim. Ve tabii artık, pazar uykusu diye bir şey kalmamıştı bende... Kaç pazar sonraydı?.. Bilmem ki... Uzun bir mektup gönderdim... Şurada burada şiirlerim, öykülerim çıktığı için adımı vermedim. Genellikle iyi mektup yazanım. Böyle derler yani... Sanırım bu mektup, hiç yazmadığım kadar güzel oldu.
İkincisini ne kadar sonra yazdım?.. Bunu da bilmiyorum, Mektuplarımı aldığından emin gibiydim. Önce, adres kesin doğruydu. Benim için çok önemli olan kanıt, her iki mektupta sözünü ettiğim türküleri yeniden söylemesiydi. Elbette rastlantı olabilirdi; ama ben, o zamanlar, üstüme alınmaktan hoşlanmıştım.
"Evlerinin önü mersin” türküsünü hep sevmişimdir; Ruhi'nin yorumuyla büsbütün tutuldum... Sonra nasıl oldu bilmem, bu türkü onunla aramızda... “ne” oldu desem... bağ gibi... dostluk gibi... asıl da barışıklık simgesi gibi bir şey oldu. Benim bulunduğumu bildiği yerde bu türküyü okumazsa, bir nedenle bana biraz da olsa küs olduğunu anlardım... Zaten büyük küslükler için bir neden de olmazdı aramızda.
(Syf 55-56)
23 Mayıs 1991
“Keşke ölüm hakkında, ölüm sonrası hakkında kesin bir şeyler bilebilseydik,” diye düşünüyorum… Öldükten sonra doğayı, hiç değilse şu yağmurun sesini duymak olası mıdır?... Ya, sevdiklerimizin seslerini?
(Syf 165)
24 Ocak 1993
Uğur Mumcu’yu öldürdüler.
Bu korkunç ayıp karşısında söylenecek bütün sözler güçsüz… abes…
(Syf 224)
26 Ekim 1993
Geçenlerde verdiğim izni geri aldım. Yarısı Roman’ı bitirmeden ölmek istemiyorum. Hem canım neden ölecekmişim ki, hep beraber yaşayıp gidiyoruz işte.
(Syf 31)