Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta İstván Örkény ile devam ediyor.
İSTVÁN ÖRKÉNY (5 Nisan 1912- 24 Haziran 1979)
Macar edebiyatının en önemli yazar ve dramaturglarından olan İstván Örkény 1912 yılında Budapeşte'de doğdu. İlk öyküleri Keresztmetszet dergisinde yayınlandı. 1941'de basılan ilk kitabı Deniz Dansı nedeniyle politik odakların dikkatini üzerine çekti. 1942'de gönderildiği Rus cephesinden 1946'da dönebildi. Cephedeyken yazdığı Voronej adlı oyunda dünyayı saran savaş, işgal ve esaret atmosferini sert ve gerçekçi bir üslupla yansıttı. 1949'dan itibaren Gençlik Tiyatrosu'nun, 1951'den sonra Macar Halk Ordusu Tiyatrosu'nun dramaturgluğunu üstlendi. 1956 ayaklanması sırasındaki siyasal tutumu nedeniyle metin yayınlaması beş yıllığına yasaklandı. Yayın yasağından sonra çıkan ilk kitabı Kudüs Prensesi sansasyon yarattı. Bu dönemden sonra ürettiği metinlerde radikal bir üslup değişikliği kendini gösterdi. Kedi Oyunu, Tót'lar ve Bir Dakikalık Öyküler'i yazarın son dönemde ürettiği en bilindik eserleridir.
“Yazarın varı yoğu yazdıklarıdır. Serveti, kaderi, namusu, pul koleksiyonu, evi barkı yazılarıdır. Böylece yazdıklarının kaymağını toplamaya başlarken aslında hayatı boyunca elde ettiklerinin envanterini çıkarmış olur” sözleriyle yazma serüvenini anlatan İstván Örkény’in Sel Yayınları tarafından yayımlanan “Bir Dakikalık Öyküler” kitabından birkaç öyküyü paylaşıyoruz.
BİR DAKİKALIK ÖYKÜLER
Kullanım Kılavuzu
İlişikteki öyküler, kısa olmakla birlikte çok değerlidir. Öncelikle okura zaman kazandırdıkları için. Öyküleri okumak öyle haftalarca, aylarca dikkat harcamayı gerektirmez.
Bir Dakikalık Öyküler rafadan yumurta kaynarken ya da aradığınız kişi telefona yanıt verene dek (eğer telefon meşgulse tabii) okunabilir.
Moral bozuklukları, kaygılı ruh halleri, öykülerin okunmasına kesinlikle engel değildir.
Öyküler, oturarak ya da ayakta; rüzgârda, yağmurda, karda, balık istifi bir otobüste hatta birçoğu yolda yürürken bile okunabilir.
(…)
Önce başlık, sonra öykü. Önerilen tek okuma yöntemi budur.
Dikkat! Anlamadığınız öyküyü tekrar okuyun lütfen! Hâlâ anlamıyorsanız sorun okurda değil öyküdedir. Okur aptal olamaz, olsa olsa öyküler kötüdür!..
(Syf 15-16)
Yeni Bir Şey Yok
Bir öğleden sonra, Budapeşte şehir mezarlığındaki 27. parsel 14. sıradaki mezarda, 300 kilogram ağırlığındaki granit dikilitaş büyük bir patlamayla parçalandı. Ardından mezar ikiye ayrıldı; içinde yatan Bayan Mihály Hajduska, kızlık adıyla Stefánia Nobel (1827-1848) mezarından fırladı.
Mezar taşında kocasının adı da yazılıydı ancak her nedense koca dirilmemişti. Hava kötü olduğundan, mezarlık pek de kalabalık değildi. Orada olanlar da patlamayı duyunca mezarın başına toplanmıştı. Mezardan çıkan genç kadın, üzerindeki toprağı silkeledi, çevredekilerden bir tarak rica etti ve saçlarını taradı.
Yüzünde siyah yas tülü olan yaşlı bir teyze ona nasıl olduğunu sordu. Bayan Hajduska da iyi olduğunu söyledi ve teşekkür etti.
“Susamışsınızdır,” dedi bir taksi şoförü.
“Pek değil,” dedi ölü.
“Peşte’nin bu kötü suyunu önermem zaten,” dedi şoför.
“Peşte’nin suyuna ne oldu ki?” diye sordu Bayan Hajduska.
“Klorlanıyor,” dedi taksi şoförü.
“Kloru basıyorlar,” diye destekledi mezarlıkta çiçek satan Bulgar bahçıvan Apostol Barannikov. O da bu yüzden hassas bitkilerini yağmur suyuyla suluyordu.
Başka biri lafa girerek suların artık bütün dünyada klorlandığını söyledi. Konuşma yerini sessizliğe bıraktı.
Bir süre sonra, “Başka ne var ne yok?” diye sordu ölü.
“Yeni bir şey yok,” dediler hep bir ağızdan. Ortalık yeniden sessizliğe büründü. İşte tam bu sırada yağmur başladı.
“Islanacaksınız, üşütmeyin sonra,” dedi ölüye, olta kamışı üreticisi Dezsö Deutsch.
“Benim için sorun olmaz,” dedi Hajduska. Yağmuru sevdiğini de ekledi.
“Bu, yağmuruna göre değişir,” dedi yaşlı teyze.
“Ilık yaz yağmurunu kastediyorum,” dedi Bayan Hajduska. Bahçıvan Apostol Barannikov, yağmuru sevmediğini çünkü ziyaretçilerin yağmurda mezarlığa gelmekten kaçındığını anlattı.
“Bu gayet anlaşılır bir şey,” dedi olta kamışı üreticisi.
Sohbete yeniden ara verildi.
“Hadi ama...” dedi genç kadın, “anlatacak bir şeyleriniz olmalı,” ve yalvarır gözlerle çevredekilerin yüzüne baktı.
“Ne anlatabiliriz ki?” diye sordu yaşlı teyze.
“Özgürlük Savaşı’ndan (1848’de Habsburglara karşı başlatılan Macar özgürlük savaşı) beri hiçbir şey olmadı mı?”
“Olmasına oldu tabii ama Almanların dediği gibi: “Selten kommt etwas Besseres nach...” (Güzel şeyler nadiren gerçekleşir) dedi balıkçı.
“Aynen öyle,” dedi taksi şoförü ve müşteri bulmak için aracına yöneldi.
Herkes susuyordu. Dirilen kadın düşünceli düşünceli mezarına baktı. Zemin henüz toprakla örtülmemişti. Bir an duraksadı. Çevredekilerin söyleyecek hiçbir sözü olmadığına ikna olmuştu. Hepsine teşekkür etti. “Hoşçakalın,” dedikten sonra kara toprağa geri döndü. Olta kamışı üreticisi, ayağı kaymasın diye kadına kibarca elini uzattı ve iyi dileklerde bulundu.
Mezarlığın kapısında bekleyen taksi şoförü, “Ne oldu?” diye sordu. “Mezara geri dönmedi ya?”
“Döndü!..” dedi başını sallayarak yaşlı teyze. “Şurada ne güzel dertleşiyorduk.”
(Syf 19-20)
İnatçı Baskı Hatası
DÜZELTME
Gazetemizde, geçtiğimiz Salı günü yayımlanan bir haberde, İsveç Bilimler Akademisi tarafından, fahri doktora unvanı verilen Macar bilim adamının adı yanlışlıkla “Dr. Péter Pál Pálpéter” olarak aktarılmıştır. Üstelik yalnız haberde değil, haberin başlığında da “Péter Pál Pálpéter” adı yanlış kullanılmıştır.
Değerli Macar bilim adamının adı “Dr. Péter Pál Pálpéter”dir
(Syf 26)
Danışma
Tam on dört yıl, girişte, küçücük bir sürgülü camın ardında oturup durdu. Kendine sorulacak o bildik iki soruya yanıt verebilmek için.
“Montex ofisleri ne tarafta?”
“Birinci katta, solda.”
Ve ikinci soru:
“Lastik Atıkları İşleyicisi nerede?”
İkinci katta, sağdan ikinci kapı.”
Bu işi on bir yıl başarıyla sürdürdü. Her gelene teklemeden bilgi verdi. Ta ki bir gün camın önüne dikilen bir kadın, sorusunu yöneltene dek:
“Montex ofislerine nasıl gidebilirim?”
İşte o an birden uzaklara daldı ve dudaklarından şu cümleler döküldü…
“Hepimiz hiçlikten geldik ve o lanetli hiçliğe döneceğiz!...”
Kadın onu şikâyet etmekte gecikmedi. Ancak şikâyet dilekçesi incelenerek geçersiz bulundu.
Olay da büyütmeye değmezdi hani.
(Syf 30)
Kişilik Testi
Çıkrıklı kuyunun yanında arabadan indim. Oradan fabrika kapısı en fazla yüz adımdı. Fabrikanın etrafı dağlarla çevriliydi. Dağın tepesinde asmalar, ormanlar, çayırlık alanlar ve bir yüksek gerilim hattı vardı.
Taşrada fabrikaları köpekler korur. Tıpkı patates tarlalarını korudukları gibi.
Bir anda öfkeden ağzı köpüklenen, sivri mi sivri dişlerini hınzırca gösteren bir köpek hırlayarak bekçi kulübesinden bana doğru koşmaya başladı. Birden durdu, ısıracağı yeri gözüne kestirmeye çalışır gibi kafasını iki yana sallayarak süzdü beni.
Beni daha önce bir puli (Özel bir Macar köpeği) ısırmıştı zaten. Üstelik de arkadaşımın safkan pulisi. Feci canım yanmıştı. Bir an düşündüm. Yabancı bir köpek, hem de kırma bir puli tarafından ısırılmak nasıl olacaktı? Bunun yalnızca küçük bir kısmı puliydi, büyük kısmı ise kana susamışlıktan, kinden, sinsice kovma isteğinden ibaretti.
Köpeğe dikkatle baktım ve geri adım attım. Tekrar arabaya bindim. O sırada puli, bütün sevecenliğiyle, kuyruk sallayarak yanıma geldi. Onu sevmem için hayran hayran baktı bana. Arabam olduğunu görmüştü tabii. Kaşımam için kafasını uzattı ben de okşadım.
Rüşvetçi it, diye geçirdim içimden.
Rüşvetçi herif, diye geçirdi köpek de içinden.
(Syf 41)
Her Zaman Umut Vardır
“Tabii ki bir yeraltı mezarı size pahalıya patlar, özellikle de anacadde üzerinde olacaksa,” diye uyardı satıcı yeni müşterisini.
“Anacadde üzerinde olması şart değil. Yeter ki betondan olsun,” dedi müşteri.
“Betondan mı dediniz? Bu pek sık rastlanan bir talep değil ama yine de yapılabilir.”
Adam standart ücretler listesini kenara itti, yeni bir hesap çıkardı: “Betondan bir mezar, mezar taşı olmayacak, ara yolda da olabilir. Maliyeti oldukça yüksek olacak.”
Müşteri, “Sorun değil,” dedi uzaklara dalarak tırnaklarını kemirirken. “Ancak,” diye ekledi, “mezarda bir de boru olmalı.”
“Boru mu? Nasıl bir boru?” diye sordu siyah takım elbiseli satıcı.
“Ben de bilmiyorum,” dedi müşteri. “Söyle şömineninki ya da ne bileyim gemilerdeki gibi bir baca. Ya da şarap mahzenlerindeki gibi… Anlatabildim mi?”
Satıcı müşterinin anlattıklarından hiçbir şey anlamamıştı. Anlayabilmek için bir mühendis çağırdı. Ancak çağırdığı mühendis de pek kıvrak zekâlı sayılmazdı. Her şeyi tekrar anlattırdıktan sonra kem küm ederek sordu:
“Bu baca hangi maddeden yapılacak?”
“Bunu sizin bilmeniz gerek. Uzman sizsiniz,” diyen müşteri yavaş yavaş sabırsızlanmaya başlamıştı.
“Arduvaz olmaz mı? Yoksa tuğlayı mı tercih edersiniz, metal de olabilir?”
“Siz ne dersiniz?” diye sordu müşteri.
“Aslında ben bu işlerden anlamam, ama en doğalı arduvaz olurdu…” dedi mühendis.
“Arduvaz olsun öyleyse,” dedi müşteri ve kıt anlayışlı mühendise bakarak yeniden düşüncelere daldı. “Bir de,” dedi, “mezara elektrik hattı çekilecek.”
Mühendis ve satıcı hep bir ağızdan, “Elektrik mi?” diye hayretle sordu. “Mezarda elektriğin işi ne?”
“Bu da soru mu!” dedi müşteri sinirlenerek. “Karanlıkta mı duracağız!”
(Syf 43-44)