Italo Calvino: Mayın Tarlası

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Italo Calvino ile devam ediyor

07 Ekim 2021 - 09:58

ITALO CALVINO (15 EKİM 1923- 19 EYLÜL 1985)

Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Oğulları iki yaşındayken, Calvino ailesi İtalya’ya yerleşti. İkinci Dünya Savaşı sırasında direniş hareketine katılan Calvino’nun ilk öyküsü 1945 yılında yayımlandı. Yazarlığın yanı sıra gazetecilik yapan, editör olarak çalışan Calvino, çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarıyla savaş sonrası İtalyan edebiyatının önemli isimlerinden biri haline geldiği gibi, eserleriyle bütün dünyada 20. yüzyılın en önemli yazarlarından sayıldı.

Savaş dönemine ve partizan hareketine odaklanan kitaplarını (Örümceklerin Yuvalandığı Patika, Karga Sona Kaldı, Savaşa Giriş), derlediği masallardan oluşan “İtalyan Masalları” izledi. Ardından Torino dönemine ait: “Emlak Vurgunu”, “Kirli Hava Bulutu”, “Arjantinkarıncası”, “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü” yayımlandı. Bunları “Kozmokomik Öyküler”, “Sıfır Zaman”, “Görünmez Kentler”, “Kesişen Yazgılar Şatosu”, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”, “Palomar” izledi. Roman ve öykülerinin yanı sıra, edebiyat üzerine de makaleler yazdı. “İkiye Bölünen Vikont”, “Ağaca Tüneyen Baron” ve “Varolmayan Şövalye” adlı romanlarının çocuklara yönelik resimli olarak hazırlanmış baskıları da çıktı.

Calvino’nun Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluşturulan Öyküler kitabından Mayın Tarlası isimli öyküsünü paylaşıyoruz.

MAYIN TARLASI

Yaşlı adam sanki buğulu bir camı temizlermiş gibi, açık elini gözlerinin önünde döndürerek, “Mayınlı,” demişti. “Bütün oralar, tam olarak neresi olduğu bilinmiyor. Geldiler ve mayınlandılar. Biz gizlenmiştik.”

Zuhaf askerleri gibi paçası büzgülü pantolon giymiş olan adam, bir süre dağın yamacını seyretmiş, bir süre de eski kapıya dikmişti gözlerini.

“Ama savaşın bitiminden bugüne,” demişti, “önlem almak için zamanımız vardı. Bir geçiş yeri de olmalı. Bunu iyi bilen birileri olmalı.”

“İhtiyarsın, sen iyi bilirsin,” diye de düşünmeden edememişti, çünkü bu yaşlı adam
mutlaka kaçakçılık yapmış ve sınırları piposunun ağzı gibi iyi tanımış olmalıydı.

İhtiyar, karşısındaki adamın, yamalı pantolonuna, sökük ve perişan azık çantasına ve saçlarından ayakkabılarına kadar yayılmış o toz kabuğuna bakmış ve onun ne kadar uzun bir yolu yürüyerek gelmiş olduğunu hayal etmeye çalışmıştı. “Nerede olduğu iyi bilinmiyor,” diye yinelemişti. “Bir mayın tarlası.”  Ve sonra gene kendiyle bütün dünya arasındaki o buğulu camı temizlemek istermiş gibi, aynı el hareketini yaptı.

“Diyorum ki, acaba gidip bir mayına basacak kadar talihsiz miyimdir?” Bunu söyler ve gülümserken, ağzı ham bir hurma yemiş gibi büzüşmüş, dişleri kenetlenmişti.

“Eh!” demişti ihtiyar. Sadece bu kadar: “Eh!” Şimdi, adam bu -Eh’in- vurguyu anımsamaya uğraşıyordu. Çünkü bu bir bu eksikti eh’i de olabilirdi, kimbilir eh’ ya da bu kadar kolay mı eh’i anlamına da gelebilirdi. Ama ihtiyar adam kendi bakışları gibi, kısa ve sert otların bile kötü traş olmuş bir adamınkileri gibi büyüdüğü şu dağların toprağı gibi çorak, hiçbir vurgusu olmayan bir ‘Eh!’ demişti.

Dağın eteklerindeki otlar çalıların boynunu aşamıyorlardı, arada bir de günün hiçbir saatinde gölge yapmayacak biçimde büyümüş, reçineli ve çarpık bir çam ağacı göze çarpıyordu. Şimdi adam yıllar içinde çalılara yenik düşmüş, sadece kaçakçıların pek de iz bırakmayan yabanıl adımlarıyla ezilmiş ve yamaçlara doğru tırmanan patikalarda yürüyordu.

“Lanetli topraklar,” diyordu kısa pantolon giymiş adam. “Öteki yamaçta olmaya can atıyorum.” Neyse ki bu yolu savaştan önce de aşmıştı ve şimdi bir rehbere ihtiyaç duymuyordu. Geçidin yokuşta büyük bir vadiye açıldığını ve her yere birden mayın döşenemeyeceğini de biliyordu.

Zaten insanın ayağını nereye basacağına dikkat etmesi yeterliydi: Mayınlı bir noktanın ötekilerden daha değişik bir görünümü olması gerekirdi. Bir şeyler değişik olmalıydı, toprak
yerinden oynamış, taşlar özellikle dizilmiş, ot daha taze bitmiş olabilirdi. Sözgelimi şurada mayın olamayacağı çok belliydi. Olamaz mıydı? Ya şu yerinden oynatılmış gri kaya? Ya şu çayırın tam ortasındaki kel yol? Durmuştu. Ama geçit hâlâ çok uzaktaydı, bundan sonra mayın olamazdı, yoluna devam etti.

Belki de mayınlı toprakları gece karanlıkta sürünerek geçmeyi yeğlerdi; şu anda orada bulundukları kesin olan sınır devriyelerine yakalanmamak için değil, mayınlar uyuklayan dev hayvanlarmış ve o geçerken uyunabilirlermiş gibi düşünerek mayın korkusundan sıyrılabilirdi. Porsuklar, evet yer altı dehlizlerinde kıvrılıp yatmış ve derin uykuya dalmış dev porsuklar düşünülebilirdi ve bunlardan biri bir taşın üstünde nöbet tutup onu görünce bir ıslıkla arkadaşlarına haber verebilirdi.

“İşte o ıslıkla,” diye düşünüyordu adam, “mayınlı tarla havaya uçardı; dev porsuklar bana doğru koşarlar ve beni kemirmeye başlarlardı.”

Adam şimdiye dek hiçbir porsuk tarafından ısırılmamıştı, ama mayınlar onu havaya uçurabilirdi. Bu düşünceleri kafasına sokan açlıktı; bunu biliyordu, açlığı iyi tanıyordu, açlık
günlerini hayalleri ile görülen ve duyulan her şey, ya bir besini ya da ısırmayı çağrıştırırdı.

Evet, porsuklar vardı. Taşların üstünden ıslıkları işitiliyordu: giii, giiii... “Taşla bir porsuk
vurabilsem,” diye düşündü adam, “sonra onu bir dala geçirir, ateşte pişirirdim.”

Sonra porsuk yağı kokusunu düşündü, ama midesi bulanmadı; açlık porsuk yağma bile
heveslenmesine neden oluyordu, çiğnenebilecek her şeye razıydı. Bir haftadan bu yana kulübeleri dolaşıyor, biraz çavdar ekmeği, bir tas süt için çobanlara yalvarıyordu.

“Keşke olsa. Hiçbir şey yok,” diyorlar ve tek süsü iç içe örülmüş sarımsaklar olan isli ve
çıplak duvarları gösteriyorlardı.

Geçit, beklediğinden daha erken çıktı karşısına. Ansızın neredeyse korkuyu andıran bir
şaşkınlığa kapıldı: Zakkumların çiçek açmış olmasını beklemiyordu. Karşısına çıplak bir
vadinin çıkacağını umuyor, adım atmadan önce her bir taşı, her bir çalıyı inceleyeceğini
sanıyordu; oysa kendini dizlerine kadar bir zakkum denizine batmış buldu; bu, belirgin bir
biçimi olmayan, sadece gri taşların sivri uçlarının göründüğü girilemez bir denizdi.

Ve altında mayınlar vardı. “Nerede oldukları biliniyor,” demişti ihtiyar. “Hepsi orada.” Ve eliyle havada o işareti yapmıştı. Kısa pantolonlu adam, sanki o ellerin zakkumların üzerine uzandığını görür gibi oluyordu şimdi.

Kendine yürüyüş yolu olarak vadiye paralel giden dolambaçlı bir yol seçmişti; yürümesi pek rahatsızdı, ama mayın döşeyenler için de rahatsız bir yol olmuş olduğu kesindi. Daha yukarılarda zakkumlar seyreliyor ve taşların arasından porsukların giii giii diye
bağırmaları, ensesine vuran güneş ışını gibi hiç kesilmiyordu.

“Porsukların olduğu yerde,” diye düşünüyordu o yöne kıvrılırken, “mayın olması olanaksız.”

Ne var ki bu, yanlış bir düşünceydi: Mayınlar insanlara-karşı döşenmişlerdi; bir
porsuğun ağırlığı onları patlatmaya yetmiyordu. Ancak o zaman mayınların ‘insana-karşı’ adını taşıdığını anımsadı ve bu, onu ürküttü.

“İnsana- karşı,” diye yineliyordu, “insana karşı.”

Bu ad birdenbire onu korkutmuştu. Elbette bir geçide mayın döşerlerse, bütün geçidi kullanılmaz kılmak için yaparlardı bunu; en iyisi geriye dönmek, çevredeki insanlara sorup soruşturmak, başka bir yol denemekti.

Geriye gitmek için döndü. Ama az önce nereye basmıştı ki ayağını? Zakkumlar arkasında
bir bitki denizi gibi uzanıyor, içlerine girilmez gibi görünüyordu ve bütün ayak izleri yok
olmuştu. Belki de mayınlı tarlanın tam ortasındaydı, yanlış bir adım atarsa havaya uçabilirdi, en iyisi yola devam etmekti.

“Lanetli toprak,” diye düşündü. “Sonuna dek lanetli toprak.”

Keşke bir köpeği olsaydı, bir insan kadar ağır bir köpeği olsaydı, onu önden yürütürdü. Sanki köpeğini koşturmak ister gibi dilini şaklattı. “Kendi kendime köpeklik etmek zorundayım,” diye düşündü.

Belki bir taş da yeterli olurdu. Yanı başında bir tane vardı, büyüktü, ama kaldırabilirdi; bu işine yarayabilirdi. Taşı iki eliyle yakaladı ve olabildiğince ileriye, yokuşa doğru fırlattı. Taş
pek uzağa düşmedi, gerisin geriye onun yanına yuvarlandı. Böyle olmayacaktı.

Vadinin en yüksek yerine güvenlik duygusu vermeyen taşlığa gelmişti sonunda. Porsuk sürüleri adamı duymuş, alarma geçmişlerdi. Hava onların bağırışları yüzünden
kaktüs dikeni gibi batıyordu adama.

Ama adam artık onları avlamak düşüncesinden vazgeçmişti. Girişte alabildiğine
geniş olan vadinin giderek daraldığını ve artık kayalardan ve çalılardan oluşmuş bir kanaldan başka bir şey olmadığını fark etmişti. İşte adam o anda anladı: Mayınlı tarla buradan başka bir yer olamazdı. Ancak o noktada belli bir sayıda mayın, gerekli uzaklıklarla yerleştirilmiş olabilir ve her türlü zorunlu geçişi engelleyebilirdi. Bu buluşu onu dehşete düşüreceği yerde, onda tuhaf bir dinginliğe yol açtı. İyi, artık mayınlı tarlanın ortasındaydı, bu kesindi. Artık rastlantısal olarak tırmanmaktan, canı istediği gibi yürümekten başka bir umarı yoktu nasıl olsa. Eğer alın yazısında o gün ölmek varsa, ölecekti; yoksa, bir mayınla öteki arasından geçecek ve de kurtulacaktı.

Bu yazgı düşüncesi de pek inandırıcı gelmemişti kendine, alın yazısına inanmazdı. Elbette, bir başkasını değil de bu adımı atıyorsa, bu kaslarının deviniminin, onu o adımı atmaya götüren düşüncelerinin sonucuydu. Ama öyle bir an vardı ki, düşüncelerinde kuşkuya kapılabilir, gergin kasları yönünü seçemez ve o da herhangi bir adım atabilirdi. Sonunda düşünmemeye, bacaklarını bir robot gibi hareket ettirmeye ve taşların üstünde adımlarını rastlantısal olarak atmaya karar verdi; ama gene de sağa mı sola mı döneceğine ya da şu taşa mı bu taşa mı basacağına karar verenin kendi seçimi olduğunda kuşkuluydu.

Durdu. Açlık ve korku tuhaf bir huzursuzluk yaratmıştı ve bunu nasıl dindireceğini bilemiyordu. Ceplerini karıştırdı; yanında bir kadının anısı olan küçük bir ayna vardı. Belki de istediği buydu; kendini biraz aynada seyretmek. Buğulu cam parçasında şiş ve kızarmış bir göz belirdi; sonra toz ve kılla kaplı bir yanak; sonra soyulmuş, çatlamış dudaklar, dudaklardan daha kırmızı dişetleri, dişler... Aslında adam kendini daha büyük bir aynada,
bütün olarak görmeyi arzu ederdi. Bir gözünü, bir kulağını görebilmek için o minik ayna parçasını yüzünün çevresinde dolaştırmak ona yetmiyordu.

Yoluna devam etti. “Şu ana dek mayın tarlasına rastlamadım,” diye düşündü. Şurada kırk elli adım kalmış olmalı.”

Her adım atışta, ayağının altındaki katı ve sabit toprağı hissediyor, derin bir soluk alıyordu.
Bir adım attı, bir adım daha ve bir adım daha. Bu killi toprak şeridi bir tuzağa benziyordu, oysa son derece sağlamdı; bu sarmaşık çalısı hiçbir şeyi gizlemiyordu, bu taş... ağırlığının altında iki parmak derine battı. “Giiii, gi....” diye bağırıyordu porsuklar. Haydi, bir adım daha.

Toprak güneşe dönüştü, hava toprağa, porsukların giii sesi bir gök gürültüsüne. Adam onu saçlarından, ensesinden yakalayan demir bir el hissetti. Bir değil, saçının her telinden yakalayıp ayaklarına kadar, bir kağıdı yüzlerce minik parçaya böler gibi lime lime eden yüzlerce eldi onu yakalayan.


ARŞİV