İVO ANDRİÇ (9 Ekim 1892- 13 Mart 1975)
9 Ekim 1892’de Bosna-Hersek’te orta sınıf bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşta babasını kaybeden Andriç, teyzesinin yanına Vişegrad’a taşındı. İlköğrenimini burada tamamladıktan sonra 1903 yılında annesinin yanına döndü. Ortaöğrenimine Saraybosna’da başlayan Andriç, ilk şiirini 19 yaşında yazdı. 1913’te Zagreb Üniversitesi’nden Viyana Üniversitesi’ne geçiş yaptı. 1918’te şiirlerini Ex Ponto adlı kitabında derledi. Bu eseri 1920’de Nemiri (Huzursuzluklar) izledi. Eserlerinde, 20. yüzyılın başlarındaki Bosna’dan yola çıkarak tüm insanlığın sorunlarını işledi. 1924’te Slav kültürü ve edebiyatı alanındaki öğrenimini tamamladı ve “Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek’te Kültür Yaşamı” konulu doktora tezini verdi. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ülkesinin özgürlüğü için mücadele etti. Avusturya-Macaristan yetkilileri tarafından bir süre gözaltında tutuldu. 1924 yılında Yugoslav Dışişleri Bakanlığı’nda göreve başladı. Budapeşte, Madrid, Cenevre ve Berlin’de dış görevlerde bulundu. Aynı zamanda çok üretken bir hikâye anlatıcısı olan Andriç, yüzün üstünde hikâye kaleme aldı. 1920-1930 yılları arasında hikâyelerini derlediği kitaplar yayımladı. İlk derlemesiyle Slav Royal Akademi Ödülü’ne layık görüldü. 1941’de Nazilerin Yugoslavya’yı işgal etmesiyle başlayan süreçte inzivaya çekildi ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını yazarak geçirdi. Bu dönemde Drina Köprüsü, Travnik Günlüğü ve Hanımefendi’yi yazdı. Savaştan sonra Nove pripovetke (Yeni Hikâyeler, 1948) ve Lanetli Avlu (1954) adlı kitapları yayımladı. Bosna’nın tarihini anlattığı romanı Drina Köprüsü ile uluslararası üne kavuştu. 1961’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı ve bu ödül edebiyat dünyasında özel olarak Drina Köprüsü’ne verilmiş gibi kabul edildi. Aynı yıl Yugoslavya’da her sene verilen Hayat Boyu Başarı Ödülü’ne layık görüldü.
1975’te Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da hayatını kaybetti.
Yazarın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Lanetli Avlu isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
LANETLİ AVLU
İki gün önce burada, hayatta olan birinden kalan eşyaların dökümünü yapan bu insanların görünüşünde dikkate değer bir şey vardı. Kendi ihtiyaçları doğrultusunda, kendi yolundan giden muzaffer yaşamı temsil ediyorlardı. Mutlu galipler değillerdi. Tek hünerleri merhumdan daha uzun yaşamış olmalarıydı. Ve belli bir mesafeden baktığınızda hırsızları andırıyorlardı biraz; fakat eşyaların sahibinin geri dönemeyeceğini, çalışmalarını sürdürürken karşılarına çıkıp onları şaşırtamayacağını bilen, cezalandırılmayacaklarından emin hırsızları. Büsbütün öyle değillerdi ama vaziyetleri bunu akla getiriyordu.
“Devam et” dedi yaşlı keşiş kaba bir tonda, “Yaz: pense, büyük, Kreševo yapımı. Bir tane.”
Bu şekilde, her aleti tek tek kaydederek devam ettiler. Her cümlenin sonunda listelenen nesne fırlatılarak boğuk bir sesle rahmetli Fra Petar’a ait küçük meşe tezgâhının üstünde duran karman çorman alet yığınının üstüne düşüyordu pat diye.
Böyle bir şey gördüğümüzde tüm düşüncelerimiz ister istemez yaşamdan ölüme, eşyaları sayıp onlara el koyan insanlardan bunları kaybeden ve artık herhangi bir şeye ihtiyacı kalmayan çünkü artık kendisi var olmayan kişiye döner.
Fra Petar, şu an üstünden örtüleri ve döşeği kaldırılmış, yalnızca çıplak iskeleti kalan bu geniş sedirde üç gün öncesine kadar uzanır ya da oturur, hikâyeler anlatırdı. Ve şimdi bu genç adam karın altında kalan mezara bakarken aslında o hikâyeleri düşünüyordu. Üçüncü ya da dördüncü kez, Fra Petar’a hikâye anlatmakta ne kadar usta olduğunu söylemiş olmak istedi. Fakat bu artık söyleyemeyeceği bir şeydi.
Birkaç hafta boyunca İstanbul’da kaldığı dönemden epey bahsetmişti. Uzun zaman önceydi bu. Rahipler zor, karmaşık bir iş için Fra Tadija Ostojić’i İstanbul’a göndermişti. Ostojić onların eski yardımcısı ve eski muhafızıydı (unvanları hep ‘eski’ydi!); yavaş ve ağırbaşlı ve bu yavaşlığı ve ağırbaşlılığı seven biriydi. Türkçe konuşabiliyordu (yavaş ve ağırbaşlı bir şekilde) ama okuyamıyor ya da yazamıyordu. Bu yüzden ona eşlik etmesi için Fra Petar’ı göndermişlerdi, kendisi yazılı Türkçeye son derece hâkimdi.
İstanbul’da bir yıldan biraz az bir süre kaldılar, işleri halledemeden ellerindeki tüm parayı harcayıp borca bile girdiler. Bütün bunlar Fra Petar’ın bir suçu yokken başına gelen bir talihsizlik sonucu yaşandı. Yetkililerin, masumu suçludan ayırmayı bıraktığı sıkıntılı dönemlerde yaşanan hadiselerden biriydi bu.
Polis, şehre varmalarından kısa bir süre sonra İstanbul’daki Avusturya elçisine gönderilen bir mektup ele geçirdi. Arnavutluk’taki Katolik kilisesinin durumuna ve rahiplere ve inananlara zulüm edilmesine ilişkin geniş kapsamlı bir rapordu bu. Mektubu getiren kişi kaçmayı başarmıştı. O sırada İstanbul’da o bölgeden başka bir rahip bulunmadığı için Türk polisi kendine göre bir mantıkla Fra Petar’ı tutuklamıştı. İki ay boyunca hapishanede gerçek anlamda bir sorgulamadan geçmeden “gözetim altında tutulmuştu.”
Fra Petar İstanbul tutukevinde geçirdiği bu iki aydan, başka her şeyden daha sık ve daha canlı bir biçimde bahsederdi. Kopuk kopuk ve parçalar halinde anlatırdı, tıpkı çok hasta birinin çektiği bedensel acıyı ya da sık sık ölümü düşündüğünü saklamaya çalıştığı zaman yaptığı gibi. Bu parçalar birbirini her zaman düzgün bir sırayla takip etmezdi. Hikâyesini anlatırken genellikle bazı şeyleri tekrarlar ya da tüm zaman dilimlerini es geçerdi. Zaman artık kendisi için bir anlam taşımıyormuş gibi konuşurdu, bu yüzden de zamana ya da zamanın başka insanların hayatındaki rolüne bir önem atfetmezdi. Hikâyesi duraklar, devam eder, kendini tekrarlar, tahminde bulunur, geriye döner ve bittikten sonra başka bir şeye eklenir, açıklanır ve genişler; olaylar yer, zaman ve gerçekliği dikkate almadan sonsuza dek gelişirdi.
Bu tip bir anlatım yöntemi elbette birçok şeyi açıklamasız bırakıyordu, fakat genç adam hikâyeyi bölmenin, geri dönüp sorular sormanın uygunsuz olacağını düşündü. En iyisi insanı hikâyesini dilediği gibi anlatması için serbest bırakmaktı.
Levantenler ve muhtelif milletlerden denizcilerin deposito olarak bildiği mahkûm ve gardiyanlardan oluşan küçük bir kasabaydı burası. Fakat, yerel halkın, özellikle de burayla ilişkisi olmuş kişilerin tabir ettiği gibi Lanetli Avlu olarak anılması daha doğru. Bu genişleyen, kalabalık kentte her gün ya bir suç işlendiği için ya da suç işlediğinden şüphe edildiği için tutuklananların getirildiği bir yerdi: Her türden pek çok suça rastlanırdı burada ve dört bir yanı şüphe sarmıştı. Çünkü İstanbul polisinin bağlı kaldığı kutsal ilkeye göre kentin dar sokaklarında suçlu aramaktansa masum birini avludan serbest bırakmak daha kolaydı. Burada uzun ve ayrıntılı bir süreç sonunda elenirdi mahkumlar. Kimi yargılanmadan önce sorguya çekilir, kimi kısa bir mahkûmiyet süreci geçirir ya da masum olduğu net bir şekilde açıklığa kavuşursa serbest bırakılır, kimi de uzak bölgelere sürgüne gönderilirdi. Aynı zamanda polisin, ihtiyacına göre, yalancı şahitleri, “sahte hedefleri” ve ajan provokatörleri seçip çıkardığı bir rezarvuar işlevi de görürdü burası. Dolayısıyla Avlu, çeşit çeşit insandan oluşan sakinlerini sürekli elekten geçirir, içerisi durmadan dolup boşalmasına rağmen her zaman dolu olurdu.
Adi suçlular da buradaydı, azılı suçlular da pazar tezgahından bir salkım üzüm ya da incir çalan bir oğlan çocuğu da, uluslararası dolandırıcılar ve tehlikeli soyguncular da. Bazısı masumdu, bazısı iftiraya uğramıştı, bazısı da zekâ bakımından geri ve alıktı yahut İstanbul'dan veya İmparatorluğun başka bir köşesinden yanlışlıkla getirilmişti. Büyük çoğunluk şehirden geliyordu zaten. Tersane ve pazarlarda hırsız gibi dolanan ya da banliyölerdeki inlerinde sürünen, kötünün kötüsü alçaklar buradaydı. Soyguncular, yan kesiciler, profesyonel kumarbazlar; büyük üçkağıtçılar ve şantajcılar; hayatta kalmak için sahtekarlık ve hırsızlık yapan yoksullar; içtiklerinin parasını ödemeyi unutan şen sarhoşlar ya da meyhane kabadayıları ve belalı tipler; hayattan alamadıklarını uyuşturucuda arayan benzi solmuş, kaypak zavallılar, esrarkeşler, afyon içen ya da yiyenler ve hayatlarını idame ettiren zehre ulaşmak için hiçbir engel tanımayanlar; baştan çıkmış ihtiyarlar ya da bozuk ahlakları yüzünden hayatları geri dönüşsüz şekilde mahvolmuş delikanlılar; her türden sapkın dürtüye ve alışkanlığa sahip, bunları saklamayan ya da süslemeyen aksine tüm dünyanın görmesi için ortaya koyan ve gizlemeye çalışsalar bile bütün bunlar yaptıkları her şeyde görüldüğü için bunu başaramayanlar.
Azılı katiller ve birçok kez hapishaneden kaçtıkları için burada bir daha hüküm giymeden zincire vurulan kişiler vardı. Hem demire hem prangayı icat edene öfkeyle söverken zincirlerini etrafı kışkırtan bir şekilde şakırdatırlardı.
Burası Batı’daki bölgelerden ceza olarak sürgüne gönderilen herkesin geldiği bir yerdi. Kaderlerine burada karar veriliyordu: ya İstanbul’daki tanıdıklarının yardımıyla serbest kalıp evlerine dönüyorlar ya da Küçük Asya’ya veya Afrika’ya gönderiliyorlardı.
(…)
Uzun yıllar içinde inşa edilmiş ve genişletilmiş, bazıları iki katlı bazıları yaklaşık on beş binadan oluşan bu yapı, kocaman, uzun, dik ve asimetrik avluyu çevreleyecek şekilde yüksek bir duvarla birleştirilmişti. Binanın önündeki çakıl taşlı kısım gardiyan ve idari ofis çalışanları içindi; geri kalan her yer gri, üstünde bir ot sapının bile yeşeremeyeceği, sabahtan akşama bir sürü insanın adımlarıyla ezilen sert toprakla kaplıydı. (…) Bu geniş, eğri büğrü avlu gündüzleri her ırktan ve halktan insana ev sahipliği yapan bir panayır yerine benzerdi. Fakat geceleri, bütün bu kalabalık içeri sürülür, on beşli, yirmili ya da otuzlu gruplar halinde bir hücreye tıkılırdı. Ve gürültülü hayatları orada devam ederdi. Huzurlu bir gece nadiren olurdu.
(…)
Makul insanlar günün ağarmasıyla birlikte kendilerini biraz daha iyi hissederdi. Bir nebze daha. Ondan sonra bütün tutuklular basık hücrelerinden ferah avluya akın akın ilerler ve orada, güneşte kafalarındaki bitleri ayıklar, yaralarını sarar, kaba saba esprilerine ve sonu gelmeyen gürültülü kavgalarına devam eder ya da birbirleriyle uğursuz hesaplarını görürlerdi. Oluşturdukları gruplar ya sakin ya şamatacıydı. Her grubun bir odağı olurdu. Bu, bir kumarbaz grubu ya da şakacı bir grup veya belki alçak sesle şarkı söyleyen ya da komik, müstehcen şeyler anlatan biri olabilirdi. Saf bir geveze ya da tarafındaki grubun ucuz, arsız eğlencesi içinde kendi dünyasında kaybolmuş bir meczup olabilirdi.
Fra Petar bunlardan bazılarına yaklaşır, biraz uzaktan dinleyip izlerdi. (Cübbemi giymiyor oluşum ne güzel, kimse bilmiyor kim olduğumu!)
(…)
Lanetli Avlu’nun konumu bir tuhaftı, sanki mahkumlara daha fazla işkence olsun diye tasarlanmıştı. (Bu, Fra Petar'ın tekrar tekrar döndüğü bir konuydu). Avludan şehrin hiçbir tarafı görünmüyordu; ne tersane ne de aşağı kıyıdaki terkedilmiş silah deposu. Yalnızca engin, amansız bir güzelliğe sahip gökyüzü, uzaktan görünmeyen denizin ötesindeki Asya kıyısının küçük bir kısmı ve duvarın ardındaki herhangi minarenin ya da bir selvi bir ağacının ucu görünüyordu. Hepsi belli belirsiz, isimsiz ve yabancıydı.
(Syf 12-22)