Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Jack London ile devam ediyor.
JACK LONDON (12 Ocak 1876 - 22 Kasım 1916)
Amerika’nın ikonik romancısı, kısa hikâye yazarı ve aktivist Jack London (John Griffith Chaney) 12 Ocak 1876’da California eyaletinin San Francisco şehrinde dünyaya geldi. Bir işçi sınıfı ailesi çocuğu olan yazar, daha 10 yaşındayken çalışmaya başladı. Düzensiz eğitim gördü ve yaşamı boyunca çok farklı işlerde çalıştı.
Denizcilik, altın avcılığı gibi işler yaparak hayatının büyük bir kısmı seyahat halinde geçen London’ın yazarlığı, altın avının patladığı 1800’lü yılların sonunda şekillendi.
Mançurya’da savaş muhabirliği yapan London, 1893 yılında Japonya yakınlarındaki bir tayfunu anlatan haberiyle gazetecilik ödülü kazandı. 1897’de Klondike’de altın arayıcılığı yaptı. Dinlenme zamanlarında ilk yazılarını yazdı. İlk kitabı Kurt Kanı (1900) geniş bir okur kitlesine ulaştı. Ona kalıcı bir ün sağlayan eseri Vahşetin Çağrısı (1903) oldu. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş Amerikalı yazarlardan biri olan London, 22 Kasım 1916’da ardında çok sayıda eser bırakarak hayata gözlerini yumdu.
Mücadele içinde geçen yaşamın etkilerinin yazdığı roman ve öykülerde derinden hissedildiği yazarın Martin Eden, Demir Ökçe ve Vahşetin Çağrısı önemli eserlerindendir.
Jack London’un İthaki Yayınları tarafından okurla buluşturulan ve işçi hareketini anlattığı Demir Ökçe isimli romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
DEMİR ÖKÇE
Göklere tırmanan çamlar ılık yaz esintisiyle dalgalanmakta ve Wild Water Nehri, yosunlu taşlarına çarpıp köpükler yaparak akmakta. Kelebekler güneşi görünce yerlerinde duramaz olmuşlar. Arıların mahmur vızıltıları her yeri dolduruyor. Öylesine kendi halinde, öylesine asude ki ortalık… Bense, burada oturmuş, düşünüyorum; huzursuzum. Gerçek değilmiş her şey. Bütün dünya durgun, ama, bu, fırtına öncesinin ürkütücü durgunluğu. Kulaklarımı ve bütün duyularımı zorluyorum, yaklaşmakta olan fırtınaya kıskıvrak yakalanmak istemiyorum çünkü. Ah, vaktinden önce patlamasa fırtına! Hazırlıksız bastırmasa!..
Ben huzursuz olmayacağım da kim olacak. Düşünüyor, düşünüyorum, duramıyorum şu beynimi. Hayatın gürültüleri içinde öyle uzun süre yaşamışım, buna öyle alışmışım ki, durağanlık tedirgin ediyor beni. Çılgın bir ölüm fırtınasının kopacağı düşüncesinden kurtulamıyorum bir türlü. Evet, evet yaklaşıyor fırtına, koptu kopacak. Kulaklarım işkence gören insanların çığlıklarıyla uğulduyor. Geçmişte olduğu gibi, şimdi de, biçimli, kusursuz et yığınlarının allak bullak edildiğini, ezilip parçalandığını, mağrur gövdelerden vahşetle çekilip alınan ulu ruhların Tanrı’ya doğru uçtuğunu görüyorum. Gözlerimle görüyorum bunları evet. Demek biz insanlar, kan döküyor, yakıp yıkıyor ve ebedi barış ve mutluluğu ancak böyle yeryüzüne getirmeye uğraşıyoruz. Demek başka yolu yok bunun.
Ve de yalnızım. Gelecek olanları düşünmediğimde, geçmişi, bir vakitler olanı, şimdi yok olan Kartalımı düşünüyorum. Yorulmaz kanatlarıyla boşluğu döve döve yükselen, yukarıya, güneşine, insanlığın alev alev yanan özgürlüğüne doğru uçup giden Kartalımı düşünüyorum. Burada bomboş oturup, onun yarattığı bu büyük olayı elim kolum bağlı seyredecek değilim ya. O, benim böyle oturup durduğumu görmüyor artık, ama olsun, böyle bomboş oturmamalıyım. Bütün gençlik yıllarını ona adadı benim Kartalım ve canını bu uğurda verdi. Bu, onun emeğidir. Onun eseridir.
Bu, bitmek tükenmek bilmeyen bekleme günlerimde, kocam üzerine yazmak istiyorum. Onun kişiliğini, herkesten iyi ben aydınlatabilirim, ancak onun öylesine köklü bir kişiliği var ki, hiçbir vakit yeterince ışıklandırılmış olamaz. O, erişilmez bir adamdı; ona karşı duyduğum sevgi, kimi vakit bencilliğini yitiriyor ve onun, yarın doğacak güneşi göremeyeceğini düşünerek büyük acı çekiyorum. Başaracağız. Mutlaka başaracağız. Çünkü o, çok sağlam bir iskelet hazırladı, başarmamamız olanaksız. Lanet olsun sana Demir Ökçe. Altında ezdiğin insanlık ayaklandı ayaklanacak. Bütün dünya işçileri ayaklanmak için bir işarete bakıyorlar! Öyle bir yükselecek ki başlar, dünya tarihinde eşi görülmedik bir diriliş olacak. İşçi tam bir dayanışma içinde: Yeryüzünde ilk kez, bütün dünyayı saran bütün ulusları içine alan bir devrim olacak.
Görüyorsunuz ya, yaklaşmakta olan fırtınanın heyecanıyla doluyum. Fırtına öncesini yaşadım, her saniyesini geceli gündüzlü öylesine hissettim ki, başka hiçbir şey düşünemiyorum.
(…)
Burada, Ernest Evehard’ın hayatıma nasıl girdiğini, onunla nasıl karşılaştığımı, yani hangi aşamalardan geçerek onun bir parçası olduğumu ve hayatıma getirdiği büyük değişiklikleri sade bir dille anlatmaya çalışacağım. Böylece, onu benim gözlerimle görmüş, benim onu tanıdığım gibi tanımış olacaksınız ancak, anlatamayacağım kadar özel ve tatlı şeyleri kendime saklayacağım elbet.
Onunla ilk kez 1912 şubatında babamın misafiri olarak Berkeley’deki evimize akşam yemeğine geldiğinde karşılaştım. Bende bıraktığı ilk izlenimin çok olumlu olduğu söylenemez. Yemekteki birçok kişiden biriydi; oturma odasına toplanılmış, herkesin gelmesi beklenirken, baktım da, oraya yaraşmayan bir görünümü vardı. Babamın gizlice söylediği gibi, o gece papazlar gecesiydi ve Ernest bu dün adamlarının arasında kuşkusuz sırıtıyordu.
Bir kere, üstündekiler dar geliyordu. Koyu renk, hazır alınma bir elbise giymişti, bedenine tam oturmamıştı. Aslında, hiçbir hazır elbise onun bedenine olmazdı. Ve bu gece, her vakit olduğu gibi, kumaş, adalelerinin girinti çıkıntılarını ele veriyor, ceket, o geniş, fazla gelişmiş omuzları üzerinde kırış kırış duruyordu. Boynu, para için dövüşen bir boksörün boynu gibi kalın ve güçlüydü. Demek babamın keşfettiği yeni sosyolog ve eski nalbant bu, diye düşündüm. İri adaleleri ve bir boğanınki gibi kalın ensesi, nalbant olduğunu saklamıyordu. Kafamda, onun hemen yerli yerine yerleştirdim: Bir hilkat garibesiydi bu; işçi sınıfının Kör Tom’u (Tom, Hristiyanlık çağında ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında fırtınalar yaratan kör siyahi bir müzisyendir) dedim kendi kendime.
(…)
Ötekilerle tanışıp konuşmaya da dalınca, zaten bende pek iyi izlenim bırakmamış olan bu işçi sınıfı filozofu aklımdan çıktı, gitti. Yalnız, bir ara gözüm ilişti ona; masada parlak gözlerle dikkat kesilmiş, konuşulanları dinliyordu. Şakacı bir adam, dedim kendi kendime. Neredeyse kötü giysileri gözüme görünmez oldu. Ama vakit geçiyor, yemek sona eriyor, bizimki daha ağzını açmıyordu. Papazlar susmak bilmedi, işçi sınıfı ve bu sınıfın kiliselerle ilişkisi üzerine, bu ilişkiler konusunda kilisenin ne yaptığı ve daha neler yapacağı üzerine sayıp döktüler durmadan. Ernest’in ağzını açmaması babamın canını sıktı sanıyorum. Bir keresinde babam, bir sessizlik anından yararlandı da Ernest’e bir şeyler söyle, der gibilerinden takıldı; Ernest omuz silkti. “Söyleyecek bir şeyim yok,” diyerek, tuzlu bademleri atıştırmaya devam etti.
Ama babam, arkasını bırakmadı. Biraz sonra, “Burada işçi sınıfının bir üyesi var,” dedi. “Kendisinin bizi bazı konularda yeni bir görüş açısıyla aydınlatabileceğini ve onun görüşlerinin yararlı olabileceğin sanıyorum. Bay Everhard’dan söz ediyorum.”
Ötekiler, nezaketen ilgi gösterip, Ernest’ten görüşlerini anlatmasını istediler. Hani, onu hoşgörüyle karşılıyorlar da, konuşmasına izin veriyorlar onu himaye ediyorlar, havasındaydılar. Ernest’in onların bu duygusunu sezdiğini ve bundan çok hoşlandığını gördüm. Şöyle yavaştan bir göz gezdirdi çevresindekilere, bıyık altından güldü. Gözleri pırıl pırıldı; bakışları alaycıydı.
“Din konusunda tartışmaya girecek kadar güzel konuşmasını bilmiyorum,” diye söze başladı. Alçak gönüllü, kararsız ve çekingendi.
“Devam et,” diye üstelediler.
“Doğru duygu ve düşünceleri dinlemek isteriz, “ dedi Dr. Hammerfield. “Yeter ki, samimi olalım.”
“Demek doğru ile samimiyi birbirinden ayrı tutuyorsunuz,” diye gülüverdi Ernest birden.
Dr. Hammerfield ne diyeceğini şaşırdı bir an, sonra “İnsan yanılabilir, delikanlı, insan hata yapar,” diye bocaladı.
Ernest bir anda değişti, başka bir adam oluverdi.
“Pekâla öyleyse,” diye yanıt verdi. “Hepinizin yanıldığını söylemekle başlamama izin veriniz. Hiçbir şey bilmiyorsunuz. Sizin sosyolojiniz, düşünme yönteminiz gibi yanlış, boş bir bilim.”
Söylediği sözlerin ağırlığı bir yana, söyleyiş biçimi öyle aşağılayıcıydı ki... Daha ağzını açar açmaz sıçradım yerimden.
(Syf 13-19)