James Joyce: Araby

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta James Joyce ile devam ediyor

19 Ağustos 2021 - 12:52

JAMES JOYCE (1882- 13 Ocak 1941)

James Joyce, 1882 yılında Dublin'de doğdu. Cizvit okullarında eğitim gördü; Dublin'deki University College'de felsefe ve modern diller okudu. 1900'de, henüz üniversite öğrencisiyken Ibsen'in bir oyunu üzerine kaleme aldığı yazı Fortnightly Review dergisinde yayımlandı.

Chamber Music (Oda Müziği) adlı kitapta toplanacak olan lirik şiirlerini yazmaya başladı. 1902'de Dublin'den ayrılıp Paris'e gitti; ama ertesi yıl tekrar İrlanda'ya döndü. 1904'ten sonra Nora Barnacle'la yaşamaya başladı. 1905'ten 1915'e kadar Trieste'de yaşadılar. 1906 yazında Roma'ya giden Joyce yaklaşık dokuz ay boyunca bir bankada çalıştı. 1907 kışında tekrar Trieste'ye döndü. Trieste'de Berlitz School'da İngilizce öğretmenliği yaptı. Dublinliler, 1914 yılında İngiltere'de yayımlandı. Joyce, 1915'te tek oyunu olan Sürgünler'i yazdı.

Zürih'te en büyük eseri olan Ulysses üzerine çalıştı ve bu kitap Little Review adlı bir Amerikan dergisinde dizi halinde yayımlanmaya başladı. Ulysses kitap olarak ilk kez 1922'de Paris'te basıldı. Dublin'de geçen 24 saati anlatan roman Homeros'un Odysseia'sı üzerine kuruludur. Pek çok yeni tekniğin kullanıldığı roman yayınlandığında büyük yankı uyandırmıştır.

13 Ocak 1941'de hayatını kaybeden yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından okurla buluşturulan Kısa Öykünün Büyük Ustaları öykü kitabında yer alan “Araby” öyküsünden kısa bölümler paylaşıyoruz.

ARABY

North Richmond, çıkmaz sokak olduğundan, Hıristiyan Biraderler Okulu'nun oğlanları salıverdiği saat dışında dingin sayılırdı. Sokağın çıkmazında, dört köşe bir alanda, komşularından bağımsız, kimsenin oturmadığı iki katlı bir ev vardı. Sokaktaki öteki evler ise, içlerinde yaşanan dürüst hayatın ayırdında, kahverengi, vakur yüzleriyle birbirine bakıyorlardı.

(…)

Kışın gittikçe kısalan günleri geldi mi, daha akşam yemeği yenirken hava kararırdı. Sokakta buluştuğumuzda evlerin yüzüne kasvet çökmüş olurdu. Tepemizdeki gökkubbe menekşenin her türlü rengine bürünür, sokak lambaları ölgün fenerlerini ona uzatırlardı. Isırıcı soğukta bedenlerimiz kıpkırmızı oluncaya kadar oyun oynardık. Bağırışlarımız suskun sokakta yankılanır dururdu. Oynaya oynaya, kendimizi evlerin arkasındaki karanlık, çarılçamur patikalarda bulur, hoyrat insanların oturduğu kulübelerin arasından geçmeyi göze alır; çöp çukurlarından kokuların yükseldiği ıslak, karanlık bahçelerin arka kapılarına, arabacının birinin bazen beygiri yatıştırıp kaşağıladığı, bazen de koşum takımlarının halkalarını çıngırdattığı karanlık, kokak ahırlara varırdık. Bizim sokağa döndüğümüzde, mutfak pencerelerinden vuran ışık evlerin bodrumlarının önündeki açıklıkları ışıtmış olurdu. Amcamın köşeyi döndüğünü görür görmez gizlenir, eve girdiğinden emin oluncaya kadar orada beklerdik. Yahut, Mangan’ın ablası kardeşini çayını içsin diye içeri çağırmak için kapının önüne çıkacak olsa, saklandığımız gölgeden onun sokağa bir uçtan bir uca göz atışını izlerdik. Kapının önünde mi kalacak, yoksa içeri mi girecek diye bekler; kalırsa, gölgeden çıkar, boynumuz eğik, Mangan'ların evinin basamaklarına doğru yürürdük. Kapının aralığından süzülen ışıkta seçilebilen endamıyla, bizi bekliyor olurdu. Kardeşi her seferinde içeri girene kadar onu şaka yollu kızdırır, ben de parmaklığın yanı başında ona bakakalırdım. Elbisesi gövdesinin her kıpırdanışıyla savrulur, yumuşacık saçları bir o yana bir bu yana salınırdı.

Her sabah, ön taraftaki oturma odasında yere uzanır, kapısını gözlerdim. Görünmemek için de, pancuru indirir,  pencerenin pervazıyla arasında iki santimlik bir aralık bırakırdım. Kapının önünde göründü mü, kalbim duracak gibi olurdu. Hemen hole koşar, kitaplarımı kaptığım gibi peşine takılırdım. Gözümü kahverengi siluetinden ayırmaz, yollarımızın ayrılacağı yere yaklaşırken adımlarımı açar, yanından geçip giderdim. Bu her sabah yinelenirdi. Aslında, öylesine birkaç lakırdı etmek dışında onunla hiç konuşmamıştım, ama adının geçmesi bile kanımı kaynatmaya yetiyordu.

(…)

Bir gün onunla konuşup konuşmayacağımı da, konuşursam perişan hayranlığımı ona nasıl anlatacağımızı da bilemiyordum. Ne ki, sanki bedenim bir arp, onun sözleri ve jestleri de arpın tellerinde gezinen parmaklardı.

(…)

Sonunda bir gün benimle konuştu. İlk sözler ağzından dökülünce o kadar şaşkına döndüm ki ne diyeceğimi bilemedim. Araby'ye gidip gitmeyeceğimi sormuştu. Evet mi demiştim, hayır mı, unuttum doğrusu. Harika bir kermes olacakmış; gitmek için neler verirmiş.

“Peki, neden gidemiyorsun ki?” diye sordum.

Konuşurken gümüş bir bileziği bileğinde çevirip duruyordu. Gidemezmiş, bağlı olduğu manastırda o hafta inzivaya çekilmesi gerekiyormuş. Kardeşi ve iki çocuk kasket kavgasına tutuşmuşlardı, ben parmaklığın orada yalnızdım. Başını bana doğru eğerek parmaklığa tutunmuştu. Bizim kapının karşısındaki lambanın ışığı boynunun bükümüne vuruyor, boynuna dökülen saçlarını aydınlatıyor, oradan parmaklığın üzerindeki eline ağıyordu. Elbisesinin bir yanına düşüyor, oradan, o teklifsiz duruşuyla iç etekliğinin belli belirsiz görünen beyaz bordürüne vuruyordu.

“Senin için iyi olur,” dedi.

“Gidersem,” dedim, “sana bir şey getiririm.”

O akşamdan sonra uykuda ve uyakken düşüncelerime ne çılgınlıklar üşüştü! Araya giren o bıktırıcı günler yok olsun istedim. Dersle ve ödevlerden usanç getirdim. Geceleri yatak odamda gündüzleri de sınıfta onun hayali okumaya çalıştığım sayfayla arama girdi durdu. Ruhum sessizliğin keyfini sürerken Araby sözcüğünün heceleri kulağımda yankılanıyor, Doğu’nun sihriyle sarmalıyordu beni.  Cumartesi gecesi o kermese gitmek için izin istediğimde, teyzem çok şaşırdı; sakın işin içinde farmasonluk olmasındı. Derste sorulan soruları zar zor yanıtlayabiliyordum. Hocamın dostça bakışlarının sertleştiğini fark ediyordum; avarelik etmeye başlıyor olmayayımdı. İkide bir dalıp gitmeme engel olamıyordum. Tutkumla arama girdiği için çocuk oyuncağı, sıkıcı tekdüze çocuk oyuncağı gibi görmeye başladığım hayatın ciddi işleri canıma yetmişti artık.

Cumartesi sabahı amcama akşam o kermese gitmek istediğimi hatırlatacak oldum. Holdeki portmantonun orada söylenip duruyor, şapka fırçasını arıyordu; kestirip attı:

“Tamam, oğlum, biliyorum.”

Amcam holde olduğu için, öndeki oturma odasına gidip pencerenin önüne uzanamıyordum. Ben de canım sıkkın evden çıktım, ağır ağır okulun yolunu tuttum. Acı bir soğuk vardı ve daha şimdiden içime kurt düşmüştü.

Akşam yemeği için eve geldiğimde amcam henüz dönmemişti. Erkendi daha. Oturup bir süre öylece saate baktım, tiktakları asabımı bozmaya başlayınca odadan çıktım.

(…)

Yeniden aşağıya indiğimde, baktım, Bayan Mercer şöminenin karşısında oturuyor. Bir tefecinin dulu olan bu kadın ihtiyar çaçaronun tekiydi, dindarca bir amaçla kullanılmış pul toplardı. Çay masası başında sürüp giden dedikodulara dayanmak zorunda kaldım. Yemek bir saatten fazla geciktirilmiş, ama amcam hâlâ görünmemişti. Bayan Mercer gitmek için ayğa kalktı: Daha fazla beklemediği için özür diliyordu, gel gör ki saat sekizi geçmişti, gece havası iyi gelmediği için geçe kalmak istemiyordu. Bayan Mercer gittikten sonra yumrukların sıkılı, odayı bir aşağı bir yukarı adımlamay başladım. Teyzem dedi ki:

“Öyle görünüyor ki, bu mübarek gece o kermese gitmeyi ertelemen gerekecek.”

Saat dokuzda, amcamın anahtarının kapının kilidinde döndüğünü duydum. Kendi kendine söylendiğini ve portmantonun paltosunun ağırlığıyla sallandığını işittim. Bu sesleri çözebiliyordum. Yemeğinin ortasında kermese gitmek için para istedim ondan. Unutmuştu bile.

“Bu saatte herkes yatmış, çoktan uyumuştur,” dedi.

Hiç gülmedim. Teyzem atılıverdi:

“Şu parayı versen de gitse n’olur. Zaten bu saate kadar beklettin çocuğu.”

(…)

Buckingham Sokağı'ndan istasyona doğru inerken bir florini elimde sımsıkı tutuyordum. Alışveriş yapanlardan geçilmeyen, gaz lambalarının ışığında göz kamaştıran sokaklar yolculuğumun amacını aklıma getirmişti. Bomboş bir trenin üçüncü mevki vagonuna oturdum. Tren insanın sabrını tüketen bir gecikmeden sonra istasyondan ağır ağır hareket etti. Harap evlerin arasından, göz kırpıştıran nehrin üzerinden sürünerek ilerledi. Westland Row İstasyonu'nda bir yığın insan vagon kapılarına yüklendiyse de, vagon görevlileri bunun kermese giden özel bir tren olduğunu söyleyerek onları geri püskürttüler. Bomboş vagonda bir başımaydım. Birkaç dakika sonra tren eğreti kurulmuş ahşap bir sahanlığa yaklaşıp durdu. Trenden inip yola çıkınca bir saatin ışıklı kadranının ona on kalayı gösterdiğini gördüm. Karşımda o sihirli adı taşıyan bir bina duruyordu.

Altı penilik bir giriş bulamayınca, kermes kapanır korkusuyla, bitkin görünen bir adamın eline bir şilin tutuşturup turnikeden çabucak geçtim. Kendimi yarı yüksekliğinde bir balkonla çevrili büyük bir salonda buldum. Hemen bütün tezgâhlar kapanmış, salonun büyük bölümü karanlığa gömülmüştü. Salondaki sessizlik aklıma ayinden sonra kiliseyi kaplayan sessizliği düşürdü. Kermesin orta yerine kadar ürkerek yürüdüm. Hâlâ açık olan tezgâhların etrafında birkaç kişi toplanmıştı. Üzerinde ışıklı lambalarla Cafe Chantant yazan bir perdenin önünde iki adam bir tepside para sayıyorlardı. Bozuklukların şıkırtısına kulak verdim.

Oraya neden geldiğimi belli belirsiz anımsayarak, küçük tezgâhlardan birine yanaşıp porselen vazolar ve çiçekli çay takımlarına göz atacak oldum. Tezgâhın girişinde genç bir hanım iki genç beyle gülüşüp yarenlik ediyordu.

(…)

Genç hanım beni fark edince yanıma gelip bir şey satın almak isteyip istemediğimi sordu. Sesinin tonu pek yüreklendirici sayılmazdı; benimle vazife icabı konuşur gibiydi. Tezgâhın karanlık girişinin iki yanında Doğulu muhafızlar gibi dikilen kocaman küplere eziklik içinde bakarak mırıldandım:

“Yok, teşekkür ederim.”

Genç hanım vazolardan birinin yerini değiştirip yeniden iki genç beyin yanına gitti. Yine aynı konuda konuşmaya daldılar. Genç hanım bir iki kez dönüp omzunun üzerinden bana baktı. Orada durmanın hiçbir gereği olmadığını bilmeme karşın, porselenleriyle gerçekten ilgileniyormuşum gibi görüneyim diye, tezgâhın önünde biraz daha oylandım. Sonra usulca kermesin ortasına doğru yürüdüm. İki peniyi cebimdeki altı peninin üstüne bıraktım. Galerinin bir ucundan ışıkların kapatıldığını söyleyen bir ses duydum. Salonun yukarı bölümü karanlığa gömülmüştü artık.

Karanlığa dalıp gitmişken, kendimi boşunalıkta sürüklenen ve alaya alınan bir yaratık gibi hissettim; keder ve öfkeden gözlerim yanıyordu.

Etiketler; James Joyce

ARŞİV