JOHN CHEEVER (27 Mayıs 1912-18 Haziran 1982)
1912’de ayakkabı satıcısı Frederick Cheever ile Mary Cheever'ın oğlu olarak Quincy, Massachussetts’te dünyaya geldi. 1926'da Thayer Academy'ye gitmeye başladı, fakat 1930'da notları zayıf olduğu için okuldan atıldı. Ve yazın hayatına, liseden kovulmasını öyküleştirerek başladı. Birkaç yıl boyunca Boston'da kardeşiyle birlikte yaşadı. Yirmi yaşında tek başına New York'a taşındı. Sonraki on yıl boyunca çeşitli yazı işleriyle geçimini sağladı. 1941'de May Winternitz'le evlendi, üç çocuğu oldu.
İlk öykü derlemesi 1943’te yayımlandı, ilk romanı Wapshot Kayıtları ise 1958’de Ulusal Kitap Ödülü’nü aldı. Eserlerinde çoğunlukla Amerikan taşrasını ele alan Cheever, “banliyönün Çehov’u” olarak anılmaya başlandı. 1979’da yayımlanan toplu öyküleri Pulitzer Ödülü, Ulusal Kitap Eleştirmenleri Birliği Ödülü ve Ulusal Kitap Ödülü’ne layık görüldü. 1982’de kanserden ölmeden birkaç ay önce Ulusal Edebiyat Madalyası’yla ödüllendirildi.
20. yüzyılın en önemli kısa kurgu yazarlarından biri olarak kabul edilen yazarın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan Nasıl da Cennete Benziyor isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.
NASIL DA CENNETE BENZİYOR
Yağmurlu bir gecede, eski bir evde, yatakta okunacak bir hikâye bu. Köpekler uykuda, binek atlarının -Dombey ve Trey-meyve bahçesinin ilerisindeki toprak yolun karşısındaki ahırdan sesleri duyuluyor. Yağmur hafif ve gerekli, fakat olmazsa olmaz değil. Taban suyu seviyesi makul, yakındaki nehrin suyu bol, bahçeler ve meyvelikler -mevsim dönümünde- en iyi şekilde sulanıyor. Uzun yıllar önce imalathanenin pötikare kumaş ürettiği şelalenin yakınlarındaki küçük kasabada neredeyse tüm ışıklar sönük.
İmalathanenin granit duvarları hâlâ geniş nehrin kıyısında duruyor, imalathane sahibinin dört Korint sütunlu evi de hâlâ kasabadaki tek tepenin üzerinde dikiliyor. Buranın değişen dünyayla bağlantısı kopuk, miskin bir kasaba olduğunu düşünebilirsiniz ama haftalık gazetede UFO haberleri çok sık yer alıyor. Sadece çamaşır asan ev kadınları ve sincap avcıları tarafından ihbar edilmekle kalmıyorlar, bankanın müdür yardımcısı ve polis şefinin karısı gibi, halkın ileri gelenleri tarafından da görülmüş durumdalar.
Kasabada kuzeyden güneye doğru yürürken, ister istemez köpeklerin sayısını, hiçbirinin yerinde duramadığını, istinasız hepsinin melez, ancak karma soyların ve çiftleşmelerin belirgin özelliklerini taşıyan melezlerden olduğunu fark ederdiniz.(…) Kasabaya, imalathane sahibinin ilk karısına ithafen Janice adı verilmişti.
Kasabaya ve tarihteki yerine dair en sıra dışı şeylerden biri, herhangi bir fast food bayiliği vermemesiydi. Bu o zamanlar çok alışılmadık bir durumdu ve kasabanın büyük yoksulluk ya da insanları arasında macera yoksunluğu gibi bir illetten mustarip olduğunu düşündürüyordu ama fast food şubelerinin yerlerini seçme konusunda yetkili olan bilgisayarlar tarafında yaşanan bir hataydı sadece. Buranın diğer bir tarihsel özelliği ise, başka bir zamanın kalıntıları olan büyük malikânelerinin, çığır açan tıbbi buluşlarla insafsızca canlı tutulan komadaki ve ölüm döşeğindeki geniş kesim için bakımevleri olarak hizmet verecek şekilde restore edilmemiş olmasıydı.
Kasabanın kuzey ucunda Beasley Göleti vardı – yoğun ormanlık kıyılarıyla, bükülmüş bir kol şeklindeki derin bir su kütlesi. Burada su ve yeşillik vardı, bir 19. yüzyıl ressamı olsa ön plana katır sırtında, kucağındaki çocuğun üzerine biraz eğilmiş, yanında da değnekli bir adam olan güzel bir kadın koyardı. Bu da sanatçının resmi, “Mısır’a Kaçış” diye isimlendirmesine imkân verirdi, oysa kastettiği tek şey, bir yaz günü güzel bir manzaradan aldığı şaşırtıcı zevkti.
(…)Adam Janice’te yaşayan en büyük kızını aradı ve orada buz pateni yapılıp yapılmadığını sordu. Arkadaşlıkları son derece objektif bir ilişkiye dayanıyordu, temel özelliğini belirleyen şeyse şüphecilikti. Kadın havanın çok soğuk olduğunu söyledi, kar yoktu ve büyük gölette patenciler görmemiş olsa da göletin donduğunu tahmin ediyordu. Adamın patenlerinin, büyük boy Piranesi kitabı ve çerçevelenmiş kelebek koleksiyonuyla beraber tavan arasında durduğunu biliyordu. Ocak ayının sonlarında bir pazar sabahıydı ve adam kızının yaşadığı taşraya giden bir banliyö trenine bindi.
Adı Lemuel Sears’tı. Dediğim gibi, yaşlı bir adamdı ama henüz elden ayaktan düşmemişti. Birinin, karşıdan karşıya geçmesine yardım etmesi gerekmezdi. Ülkesinin ufkuna güzel ve hüzünlü, şarap kadehi biçimli karaağacın hâkim olduğu ve içine girilen küvetlerin çoğunda aslan ayaklarının bulunduğu zamanları hatırlayacak yaştaydı. Zeplinle seyahat umudunu hatırlayacak yaştaydı ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nun başkentlerinden birine girişini hiç unutmazdı. Nöbetleşe bombardıman, insan omzundan daha yüksek olan bu büyük kavşaktan geriye hiçbir şey bırakmamıştı. Harabeye dönmüş katedralde gömülmemiş ölüler yatıyordu. Güzel bir yaz günüydü. Gaz geri tepmeli tüfeklerin en eskilerinden birini taşıyordu; düşmanı öldürmeye ve ifade, din, seyahat özgürlüklerini canı pahasına savunmaya hazırdı.
Kızı onu hafifçe öptü. Dediğim gibi, ilişkileri şüpheci ama oldukça derindi. İlk karısı merhum Amelia’nın kızıydı bu. Adama patenlerini verdi ve onu arabayla gölete götürmeyi teklif etti ama o yürümeyi yeğledi. Yol yaklaşık altı kilometreydi, adam ise yelekli takım elbise ve bir bilgisayar konteyner üreticisi için sık sık iş seyahatine gittiği Doğu Avrupa ülkelerinin birinden alınmış kürklü bir şapka giymişti. Beyaz saçları ayrıkotu gibi uzamış ve cildi tek direkli küçük yelkenlide bronzlaşmıştı. Pardösüyü çaresiz bir son önlem olarak gören o kuşaktan ve sınıftandı. Elbette eldiven takmıştı. Yürüyerek gittiği göletin adı Beasley Göleti’ydi ama kimse Beasley’lerin kim olduklarını hatırlamıyor gibiydi. Göletin bir ucundan öbür ucuna mesafe dört buçuk-beş kilometreydi. Gölet donmuş gibiydi; oysa buzun üzerinde sadece dört-beş patenci vardı ve ılık bir pazar öğle sonrasıydı.
Manzaraya göz gezdiren Sears, 18. ve 19. yüzyılda Hollandalı ressamların paten manzarasını nasıl da tekellerine aldıklarını ve sanat piyasasının değerleri altüst olmadan önce, genellikle sanat müzayedesinin sonunda, istenmeyen klavsenin yanındaki satılmamış şemsiyeliğe yaslanmış yarım düzine satılmamış Hollandalı paten tablosu kaldığını düşündü.
(…)
Patenlerini giydi ve kaymaya başladı. Bu onun için yüzmek kadar doğaldı. Buzun üzerinde neden bu kadar az patenci olduğunu merak etti ve genç bir kadına sordu. Kadın evlenme çağına yeni girmişti, koyu renk saçları ve kulaklarında altın küpeleri vardı, bir hokey sopasını güneş şemsiyesi gibi taşıyordu. “Biliyorum, biliyorum,” dedi, “ama bir yüzyılı aşkın süredir böyle donmamış. Kar yağmadan bu kadar soğuk olalı bir yüzyıldan fazla olmuş. Cennet gibi değil mi? Bayılıyorum, seviyorum, seviyorum, bayılıyorum.” Sears uzun yıllar önce, ismini, saçının rengini ya da tam olarak hangi erotik akrobasi hareketlerini icra ettiklerini hatırlayamadığı bir sevgiliden aynen bu nidayı duymuştu
Uzun uzun paten kaydı. Uçarcasına hareket etmenin verdiği haz, kadının da dediği gibi, ulvi geliyordu. Uzun, kara bir buz düzlüğünü salınarak geçmek Sears’a eve dönüş hissi verdi. Nihayet, soğuk ve uzun bir yolculuğun sonunda, isminin bilinip sevildiği, odalarda lambaların ve ocakta ateşin yandığı bir yere geri dönüyordu. Bütün patenciler eve gittiklerinin mutlu inancıyla buzun üzerinde hareket ediyorlar gibi geldi ona. Ev, Sears dahil çoğu kişi için boş bir oda ve boş bir yatak olabilirdi ama siyah buzun üzerinde salınmak Sears’ı eve gittiğine inandırdı. Daha şüpheci biri bunun, eve dönüş algımızın ne kadar gelip geçici olduğunu aydınlattığına işaret edebilirdi. Bir kış günbatımı vardı, bu müthiş ışık ve renk gösterisinde patenlerinin bağcıklarını çözüp şehirdeki dairesine geri döndü
Ama ertesi pazar günü tekrar buzun üzerindeydi ve bu kez daha çok insan vardı. Belki elli kişi vardı – bu kadar geniş bir buz sahası için az. Basit bir hokey pisti yapılmıştı ve bunun solunda bir yerlerde, patencilerin çoğunun zor figürlerde usta gibi göründüğü bir alan vardı ama halkın çoğu, Sears gibi, bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı gidip gelmekle yetiniyordu, çeviklikle zarafetin onların elinde olduğu ve sadece açığa vurulması gerektiği yanılsamasına kendilerini kaptırmışlardı. Sears bir-iki kez düştü ama neredeyse herkes düşüyordu zaten. Akşamüstüne doğru başarılı bir dönüş yaptı ve patencilerin seslerini dinlemek için durdu.
Geç olmuştu. Bir tepenin gölgesi buzun yarısını karartmıştı. Hokey maçının son anlarıydı ve artistik patinajcılar teçhizatlarını çıkarıp eve gitmişlerdi. Gecenin yaklaştığı düşünülürse, seslerde olağanüstü bir hafiflik vardı, bu da ona bir Akdeniz plajından gelen sesleri hatırlattı, kirlilik vahşeti yüzünden o sahili artık kaybetmiştik. O ve buzun üzerindeki arkadaşları, karanlık çökmeden önce bir plajdaki insanların gömüldükleri o olağanüstü masumca meşguliyetin tadını çıkarıyor gibiydiler. Böylece günbatımına kadar yine paten kaydı, şüpheci ama sevecen kızına veda öpücüğü verdi ve şehirdeki evine döndü
İki hafta ya da daha uzun süre sonra patenleriyle geri döndüğünde, buzun erimiş olduğunu ve Beasley Göleti’nin çöplük olarak kullanıldığını gördü. Beklenmedik bir şoktu bu. Neredeyse üçte biri şimdiden talan edilmişti ve Sears sağında on yıllık bir otomobilin iskeletini, biraz daha yakınında ise ölü bir köpek gördü. Kalbinin kırılacağını düşündü.
Bir çöplük neden övülür, bir sapkınlık neden tanımlanmaya çalışılır ki? Taşınabilir eşyaya olan tutkusunu azaltmadan göçebeliğe eğilim gösteren bir toplumun döküntüsüydü bu. Çoğu gezgin halk bir çadır, semer ve seyyar ocak kültürü geliştirir ama burada devasa karyolalarla muazzam buzdolaplarına tutku duyan bir gezgin halk vardı. Onların hareketliliği –sürüklenişi– ile kalıcılık sevgisi arasındaki çatışma, kargaşasını Beasley Göleti’ne boşaltmıştı.
Neden bir felaket üzerinde durulur ki - Sears’ın gördüğü de mutlak bir felaketti ama melankoli gücüne sahip bir felaket. Çoğu erkek sevgilisine ekmek kızartma makinesi ya da elektrik süpürgesi almış ve mutluluktan havalara uçularak ödüllendirilmiştir. Eski aşklarımızdan kalma bu hatıraların, onları başından atan güç tarafından yere serildiğini, paslandırıldığını ve altüst edildiğini görmek son derece melankolik bir deneyim olabilir. Binlerce, binlerce tel elbise askısı tek tanıdık ve sahici sesi veriyordu. Sears şehre döndüğünde avukatlık bürosunu aradı ve Beasley Göleti’nin trajedisini araştırmalarını istedi. Gazeteye de mektup yazdı.
(Syf 11-17)
(…)
Sear avukatlık bürosunun genç bir üyesinden- tanışmadığı bir adam- mektup aldı; Sears’ın Beasley Göleti’ndeki kirliliği araştırmasını istediği öldüğünü öldürüldüğünü bildiriyordu. Avukat öldürülmeden önce, Janice, Planlama Dairesi’nin göleti “dolum” için tahsis ettiğini ve müstakbel bir savaş anıtından dolayı mülke vergi muafiyeti tanıdığını ortaya çıkarmıştı. Seras konuyu takip etmek istiyorsa, genç avukat ona Horace Chisholm adında bir çevreciyi tavsiye ediyordu.
(Syf 29-30)
Kalelerimizin zapt edilemez olması amaçlandığından kadim dünyanın kaleleri geçmişin pazaryerlerinden daha uzun yaşamış, korku ve kavgacılığın en eski topluluklarımızın temel taşları olduğu izlenimini uyandırmıştır; aslında insanların balığı sepetle, yeşilliği etle ve altını gelinle takas etmek için buluştukları o kavşaklar birbirimizi ilk tanıdığımız ve iletişim kurduğumuz yerlerdi.
(Syf 52)