JOHN FOWLES (31 Mart 1926 - 5 Kasım 2005)
İngiliz romancı, hikâyeci, şair ve denemeci Fowles, yüzyılın önemli yazarlarındandır. 31 Mart 1926’da Londra yakınlarındaki Essex, Leigh-on-Sea'de doğdu. Oxford Üniversitesi'nde gördüğü Fransızca eğitiminin ardından Fransa ve Yunanistan'da öğretmenlik yaptı. İlk romanı olan Koleksiyoncu büyük ilgi gördü. İkinci kitabı Aristos-Yaşam Üzerine Notlar’da sanat, din, siyaset ve toplum hakkındaki düşüncelerine yer verdi. Fransız Teğmenin Kadını, Fowles’un en başarılı ve yenilikçi romanı olarak değerlendirildi. Roman, Harold Pinter'in yazdığı senaryo ile filme çekildi, Karel Reisz yönetimindeki filmin başrollerinde Jeremy Irons ve Meryl Streep oynadı.
1965’te yayımlanan romanı “Büyücü” Fransız Teğmenin Kadını ile birlikte yazarın en güçlü kitapları olarak kabul edilir.
1968 yılından itibaren Fowles İngiltere’nin güneyinde, küçük bir liman kasabası olan Lyme Regis’te yaşadı. Yaşadığı yerin yerel tarihine duyduğu ilgiden dolayı 1979’da Lyme Regis Müzesi’nin kuratörlüğüne atanan Fowles, 5 Kasım 2005’te yaşama veda etti.
John Fowles’in Ayrıntı Yayınları tarafından basılan Fransız Teğmenin Kadını romanından kısa bölümler paylaşıyoruz.
FRANSIZ TEĞMENİN KADINI
Lyme Körfezi’nde –Lyme Körfezi İngiltere’nin güney batıya uzanan bacağının altındaki en büyük gediktir– en sert rüzgâr, doğu rüzgârıdır; 1867 Mart’ının sonlarında, havanın böyle sert olduğu bir sabah, körfeze adını veren küçük ama tarihi Lyme Regis rıhtımında yürüyüşe çıkan çifti gören meraklı biri, onlar hakkında bir sürü isabetli tahminde bulunabilirdi.
(…)
O meraklı kişi -ki, böyle biri vardı- bu ikisinin yabancı olduklarını, zevkli insanlar olduklarını ve sadece sert bir rüzgârın onları Cobb'un keyfini çıkarmaktan alıkoyamayacağını tahmin edebilirdi. Öte yandan, teleskobu daha iyi ayarlayınca, onları buraya deniz mimarisinden çok, ortak bir yalnızlığın çektiğini ve dış görünüşlerine bakarak da çok ince bir zevkleri olduğunu anlayabilirdi.
Genç hanım son modaya göre giyinmişti; çünkü, 1867'de başka bir rüzgâr daha esmekteydi: Kadınlar kabarık etek ve geniş kenarlı şapkalara başkaldırmaya başlamıştı. Teleskopta göze çarpan erguvan rengi etek neredeyse cüretkar denebilecek kadar dardı.
(…)
Ama kara, kıvrımlı dalgaların üzerinde duran diğer kişi bizim teleskopçuyu bile şaşkına çevirdi. Tam en uçta duruyor, iskele babası gibi kullanılan, tersyüz edilmiş bir topa yaslanıyordu. Karalara bürünmüştü. Rüzgâr giysilerini savuruyordu, ama o hiç kıpırdamadan, denize bakıyor, bakıyordu; taşrada sıradan bir günün olağan bir parçasından çok, efsanevi bir şeye, boğulanlar anısına dikilmiş canlı bir anıta benziyordu.
(Syf 9-11)
Charles yolun sonunda duran kişinin cinsiyetini anladı, daha doğrusu fark etti.
“Şu işe bak, ben de onu balıkçı sanmıştım ama kadınmış değil mi?”
Ernestina gözlerini kıstı; o pek güzel gri gözleri miyop olduğundan, gördüğü kara bir şekilden ibaretti.
“Genç mi?
“Bu kadar uzaktan anlaşılmıyor.”
“Ama ben kim olduğunu tahmin ettim. Zavallı Trajedi olmalı.”
“Trajedi mi?
“Takma isim. Ona takılan isimlerden biri.”
“Diğerleri neler?”
“Balıkçılar ona çok kaba bir ad takmışlar”
“Tina hayatım, lütfen çekinme!”
“Ona, Fransız Teğmeninin… Kadını diyorlar”
“Anladım, Toplumdan dışlandığı için günlerini burada geçiriyor yani, hı?”
“Biraz… deli. Hadi dönelim. Yanına gitmek istemiyorum”
Durdular. Charles gözlerini karartıya dikmişti.
“Ama meraklandım. Kimmiş bu Fransız Teğmen?”
“Deniyor ki o adama…”
“Aşık mı olmuş?”
“Daha kötüsü.”
“Adam onu terk mi etmiş. Çocuk filan var mı?
“Yok. Galiba çocuk yok. Hepsi dedikodu.”
“Peki orada ne yapıyor?”
“Onun dönmesini bekliyormuş, öyle diyorlar.
(…)
Toptan bozma iskele babasına yaslanmış duran kadına biraz daha yaklaştılar. Bonesini çıkarmış, elinde tutuyordu; saçlarını siyah mantosunun içine sımsıkı sokmuştu -mantosu son kırk yıl içinde moda olmuş olan herhangi bir kadın mantosundan çok bir binici ceketini andırıyordu. O da kasnaklı etek giymemişti; ama bunun, en son Londra modasını izlediğinden değil de, unutkanlıktan kaynaklandığı aşikârdı. Artık yalnız olmadığını anlasın diye Charles yüksek sesle, basmakalıp bir şeyler söyledi, ama kadın dönüp bakmadı bile. Charles’la Ernestina, profilden kadının yüzünü ve bakışlarının nasıl bir tüfek gibi ufka doğrultulduğunu görebilecekleri bir yerde durdular. Aniden rüzgâr sertleşince, Charles, Ernestina'yı tutmak için beline sarılmak, kadın da iskele babasına daha sıkı tutunmak zorunda kaldı. Neden olduğunu kendisi de bilmeden, belki de Ernestina'nın yüreğini ağzına getirmek için rüzgâr hafifler hafiflemez ileri atıldı Charles.
“Bakın bayan, sizi burada görüp de güvenliğiniz için endişelenmemek mümkün değil. Daha güçlü bir esinti…”
Kadın dönüp ona baktı; daha doğrusu bakışı onu delip geçmiş gibi geldi Charles’e. O ilk karşılaşmadan sonra o yüzden aklında kalan, gerçekten de o yüzde olanlar değil, onun o yüzde bulmayı ummadığı şeyler oldu; çünkü, o çağda bir kadından ağır başlı, uysal ve utangaç bir görüntü sergilemesi beklenirdi. Charles birden yasak bölgeye girmiş gibi hissetti kendini; sanki Cobb, Tarihi Lyme Kasabasına değil de o yüze aitti. Ernestina'nınki gibi güzel bir yüz değildi. Hiçbir devrin ölçülerine ya da zevklerine göre güzel sayılmazdı. Ama unutulmaz bir yüzdü, trajik bir yüz. Bir dağ kaynağından çıkan su gibi saf, doğal ve engel tanımazcasına fışkırıyordu hüzün bu yüzden. Hiçbir yapaylık, ikiyüzlülük, histeri, maske yoktu orada; hele delilik hiç yoktu.
(…)
Öğle yemeğinden sonra Beyaz Aslan Hanı’ndaki odasına çekildiğinde Charles aynada yüzüne baktı. Düşünceleri anlatılamayacak kadar belirsizdi. Ama esrarlı öğeler içeriyordu; Cobb’daki olaydan ziyade, Trantcr Teyze’nin verdiği yemekte söylediği önemsiz şeyler yüzünden, paleontolojinin doğal yeteneklerine uygun olup olmadığı, Ernestina’nın da onu, onun Emestina’yı anladığı kadar iyi anlayıp anlayamayacağı yollu sorulara her zamanki gibi kaçamak cevaplar vermiş olması yüzünden ve -sonunda hükmettiği gibi- önünde geçirmesi gereken uzun ve yağışlı bir öğleden sonra olmasından kaynaklanan genel bir amaçsızlık hissi yüzünden, üstü kapalı bir yenilgi duygusu vardı içinde. Ne de olsa henüz yıl 1867’ydi. O da topu topu otuz iki yaşındaydı. Hayata haddinden fazla soru sormuştu hep.
Gerçi Charles kendine genç bir bilim adamı gözüyle bakardı, hattâ ileride uçak, jet motoru, televizyon ve radar gibi icatlar yapılacağını öğrenecek olsa belki şaşırmazdı bile: Ama zamana yönelik tavırdaki değişiklik onu hayrete düşürürdü. Çağımızın sözde en büyük tasası zaman kıtlığıdır: Toplumlarımızdaki zekâ ve paranın son derece büyük bir bölümünü işleri daha hızlı yapmak için harcamamızın nedeni, bilime, ve bilgeliğe karşı duyduğumuz çıkar tanımaz sevgi değil, budur; insanoğlunun nihai amacı mükemmel bir insanlığa değil de şimşek olup çakmaya, ışık hızına ulaşmaktır adeta. Ama Charles ve hemen hemen bütün çağdaşları ve sosyal eşitleri için varoluşun üzerindeki tempo işareti kesinlikle Adagio'ydu (19. Yüzyılda İngiltere’de reformcuların kurduğu parti). Mesele insanın yapmak istediği her şeyi sahip olduğu zamana sığdırması değil, önünde uzanan uçsuz bucaksız boş zaman revaklarını yaptığı işi uzatarak doldurmasıydı.
Günümüzde en çok rastlanan zenginlik belirtilerinden biri yıkıcılık nevrozudur; onun çağındaysa dinginliğin getirdiği sıkıntıydı. 1848’deki devrim dalgasının, artık tümüyle yok olmuş Chartistlerin anısının heybetli bir gölge gibi o dönemin arkasında durduğu doğrudur; ama çoğu kişiye -ve Charles’a- göre o uzak gümbürtünün en kayda değer yanı bir patlamaya dönüşememesiydi. Altmışlar su götürmez bir biçimde bolluk dönemiydi; evrim olasılığını, en azından Büyük Britanya’da, neredeyse akıllardan silen bir bolluk gelmişti zanaatkar ve işçi sınıfına. Tesadüf bu ya, aynı öğleden sonra British Museum Kütüphanesi’nde sessizce çalışıp duran ve bu loş duvarlar arasındaki çalışması kıpkırmızı bir meyve verecek olan sakallı Alman Yahudisi hakkında Charles’ın hiçbir şey bilmediğini söylemek yersiz. Bu meyveyi ya da rastgele tüketilmesinin sonradan doğuracağı sonuçları anlatsaydınız Charles size kesinlikle inanmazdı - hem de 1867 Mart’ından sadece altı ay sonra Kapital'in ilk cildinin Hamburg’da çıkacak olmasına rağmen.
(Syf 15-21)
O öğleden sonra papaz geri dönüp adayı açıkladığında Bayan Poulteney’in yüzünde dikkate değer bir bilmezlik ifadesi belirdi. Onun gibi hanımlar için bilmemek çoğunlukla beğenmemek anlamına gelir.
(…)
“Onu tanımıyorum”
“Papaz küçümsendiğini hissetti ve İncil’de anlatılan o iyi yürekli Samiriyeli, o yoksul yolcu yerine Bayan Poulteney’le karşılaşsaydı ne olurdu diye düşündü.
“Tanıdığınızı sanmıyordum zaten. Charmoutlu bir kız.”
“Kız mı?”
“Yani yaşından emin değilim, bir kadın, otuz yaşlarında bir hanım. Belki de daha fazla. Yanlış bir tahminde bulunmak istemem”. Papaz, ortada bulunmayan sanık adına kötü bir başlangıç yaptığının farkındaydı. “Ama çok kötü vaziyette. Sizin hayırseverliğinize fazlasıyla muhtaç”
“Okumuş mu?”
“Evet mürebbiyelik eğitimi görmüş. Mürebbiyeymiş.”
“Şimdi ne yapıyor?”
“Sanırım işsiz”
“Neden?
“Bu uzun bir hikâye.”
“İşe girişmeden önce bu hikâyeyi kesinlikle dinlemek isterim”
Bunun üzerine papaz tekrar oturup Sarah Woodruff hakkında bildiklerini anlattı; daha doğrusu bildiklerinin bir kısmını (çünkü Bayan Poulteney'in ruhunu kurtarmak uğruna kendisininkini tehlikeye atmaya karar vermişti).
“Kızın babası Beanminster yakınlarındaki Lord Mariton’un kiracılarındanmış. Basit bir çiftçi; ama muazzam prensip sahibi ve etrafta çok sayılan bir adammış. Akıllıca davranarak kıza umulmayacak kadar iyi bir öğrenim sağlamış.”
“Ölmüş mü?”
Birkaç yıl önce. Kız Charmouth’ya Yüzbaşı John Talbot’ın ailesi yanında mürebbiyeliğe başlamış.”
“Bir tavsiye mektubu verecek mi?”
“Sevgili Bayan Poulteney, eğer deminki konuşmamızı yanlış anlamadıysam, iş verecek değil, iyilik yapacak birini arıyordunuz.” Yaşlı kadın başını hafifçe öne eğdi, yapabileceği özür dilemeye en yakın hareket buydu. “Kuşkusuz böyle bir mektup istenebilir. Kız evden kendi isteğiyle ayrılmış. Başına gelen şu. Geçen aralık çıkan korkunç fırtınada Stoncbarrow civarında karaya vuran -sanırım St. Malo’dan demir almıştı- Fransız gemisini hatırlıyorsunuz değil mi? Mürettebattan üç kişinin kurtarılıp Chamouthluların evlerine yerleştirildiğini de hatırlıyorsunuzdur kuşkusuz. İkisi rütbesiz denizcilerdi. Birisi, anladığım kadarıyla geminin teğmeniymiş. İlk çarpmada bir bacağı kırılmış; ama bir tahtaya tutunup kıyıya vurmuş. Bunu mutlaka okumuş olmalısınız.”
“Büyük olasılıkla. Fransızları sevmem.”
“Yüzbaşı Talbot kendisi de bir deniz subayı olduğundan, büyük bir incelik göstererek ev halkını... yabancı subaya bakmakla görevlendirmiş. Adam hiç İngilizce bilmiyormuş. Bayan Woodruff da tercümanlık yapmak ve teğmenin ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendirilmiş”
(…)
Hemen ilave etmeliyim ki Yüzbaşı Talbot’ın evinde hiçbir uygunsuz vaziyet cereyan etmemiş. Hiç değilse, Bayan Woodruff’ın söz konusu olduğu herhangi bir yer veya zamanda. (…) Ama Fransız, Bayan Woodruff’un ilgisini çekmeyi başarmış. Adam bacağı iyileştiğinde Weymouth'a gitmek üzere bir araba tutmuş, herkes oraya bir gemiyle ülkesine dönmek üzere gittiğini tahmin ediyor. İki gün sonra da Bayan Woodruff, Bayan Talbof tan en kısa zamanda işinden ayrılmasına izin vermesini istemiş. Bayan Talbot kadının bunu neden yapmak istediğini öğrenmeye çalışmış. Ama işe yaramamış.
(…)
Hikâyeyi uzatmayacağım. Bayan Bayan Woodruff Fransız’la Wcymouth’da buluşmuş. Bu hareketi ahlâk kurallarına aykırı; ama anladığım kadarıyla yanında kuzeni olan bir hanım da varmış.”
“Bu onu benim gözümde temize çıkarmaz.”
“Tabii öyle! Ama unutmayın ki o bir hanımefendi olarak doğmamış. Alt- sınıflar görünüşe bizim kadar dikkat etmez. Dahası, size söylemeyi unuttuğum bir şey var, Fransız kıza söz vermiş. Bayan Woodruff, Weymouth’a evleneceği inancıyla gitmiş.
(Syf 39-43)