Joseph Conrad: Karanlığın Yüreği

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Joseph Conrad ile devam ediyor

10 Ocak 2025 - 11:40

JOSEPH CONRAD (3 Aralık 1857- 3 Ağustos 1924)

1857’de Polonya’da doğdu. Babası politik oyunlar yazan bir aydındı. Polonya’daki 1863-1864 Ocak Ayaklanması’nın liderlerinden olduğu için sürgüne gönderildi. Sürgün sırasında eşi ve kendisi ölünce, on bir yaşında yetim kalan Conrad, dayısının yanında büyüdü. On altı yaşında Marsilya’ya giden Conrad denizci oldu ve deneyimlerini eserlerine aktardı. Denizle iç içe olan yapıtlarında insan ruhunun, görev ve onur duygularıyla hesaplaşmasını dile getirdi. En önemli yapıtları arasında, Karanlığın Yüreği, Lord Jim, Nostromo, Gizli Ajan, Batı Gözüyle, Talih, Zafer, Gölge Hattı, Maceralar Beldesi sayılabilir. Conrad’ın eserleri, zamanla sadece denizcilik ve macera edebiyatı değil, aynı zamanda modernist edebiyatın bir parçası olarak kabul edilmiştir. Eserlerinde derin psikolojik çözümlemeler, anlatıcı bakış açıları arasındaki geçişler ve sembolizm ön plana çıkar.

Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan Karanlığın Yüreği isimli kitabından kısa bölümler paylaşıyoruz.

KARANLIĞIN YÜREĞİ

Çift direkli gezi teknesi Nellie, yelkenlerini kıpırdatmadan demir atmış, suyun üzerinde hareketsiz bekliyordu. Nehrin akıntısı durmuş, rüzgâr az çok dinmişti ve ırmağın aşağısına doğru seyahat eden yelkenlinin, gelgitin yön değiştirmesini beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu.

Thames'in denize açılan ağzı, sonsuz bir suyolunun başlangıcı gibi önümüzde uzanıyordu. Ufukta, deniz ve gökyüzü, aralarındaki çizgi kaybolmuşçasına kaynaşmış, akıntıyla sürüklenen teknelerin güneşten kararmış yelkenleri, verniklenmiş serenlerinin parlaklığıyla, ışıltılı bir boşlukta, sivri uçları dimdik duran kıpırtısız kızıl branda kümelerini andırıyorlardı. Giderek gözden kaybolan bir düzlükte denize doğru uzanan alçak kıyıların üzerinde hafif puslu bir hava asılı kalmıştı. Gravesend'in üzerindeki hava kararmış ve daha da gerilerde, dünyanın en büyük, en görkemli kentinin üzerinde, hüzünlü bir matem yoğunluğunda, adeta derin düşüncelere dalmışçasına hareketsiz kalmıştı.

Bizi ağırlayan Şirketlerin Yöneticisi aynı zamanda kaptanımızdı. Pruvada durup gözlerini denize diktiği sırada, dördümüz sevecen hislerle sırtına bakıyorduk. Tüm nehrin üzerinde, onun kadar denize ve denizciliğe yakışan biri yoktu. Bir kılavuzu andırıyordu; bu da bir denizcinin gözünde güvenilirliğin simgesi demekti. Yaptığı işin ilerdeki aydınlık nehir ağzında değil de, sırtını çevirdiği kasvetli ve durgun karanlığın içinde olduğuna inanmak zordu.

Daha önce de bir yerlerde bahsettiğim gibi, aramızda denizin yarattığı bir bağ vardı. Uzun ayrılık dönemlerinde bu bağ gönüllerimizi bir arada tutmuş ve yanı sıra birbirimizi anlattığımız hikâyelere -hatta inançlarımıza- karşı hoşgörülü kılmıştı. Eski dostların arasında en iyisi olan Avukat, yaşının getirdiği kıdem ve sahip olduğu birçok erdem sayesinde güvertedeki tek yastığı sahiplenmiş ve teknedeki tek halının üzerine uzanmıştı. Muhasebeci daha şimdiden bir domino kutusu çıkarmış ve kutunun içindeki kemikten taşlarla bir mimar titizliğiyle oynayıp çeşitli şekiller yapmaya başlamıştı. Marlow bağdaş kurmuş vaziyette gemi direğine sırtını yaslamıştı. 

(…)

Güneş battı, nehre karanlık çöktü ve ışıklar sahil boyunca bir bir yanmaya başladı. Bir çamur düzlüğü üzerine kurulu üç ayaklı Chapman Feneri güçlü bir parlaklık yayıyordu. Gemilerin ışıkları suyolunun üzerinde hareket ediyorlardı - kâh aşağıya, kâh yukarı doğru akan büyük bir ışık karmaşasıydı bu. Ve daha da batıda, yüksek tepelerde, devasa kentin yeri, gün ışığında derin bir loşluk, yıldızların altında dehşetli bir parlaklık gibi gökyüzünde uğursuzca göze çarpıyordu.

Ve Marlow birdenbire sessizliği bozarak, "Burası da, dünyanın en karanlık yerlerinden biriydi," dedi.

Aramızda bir tek o, hâlâ “denizin peşinden gidiyordu”. Onun hakkında söylenebilecek en kötü şey, sınıfını özümsememiş olmasıydı. Bir denizciydi ama aynı zamanda bir gezgindi; oysa birçok denizcinin -şayet bunu böyle ifade etmek doğruysa- durağan bir hayatı vardır. Sürekli evde oturmayı düşünürler ve evleri de -gemileri-hep yanlarındadır; tıpkı ülkelerinin, yani denizin hep yanlarında olması gibi.

(…)

“Başıma neler geldiğinden bahsederek sizi sıkmak istemiyorum,” diye söze başlaması, karşısındakilerin esas ne dinlemek istediklerinin farkında olmayan birçok hikâye anlatıcısının zayıflığını ortaya koyuyordu; “yine de bunun üzerimde bıraktığı izleri anlamanız için, oraya nasıl gittiğimi, orada neler gördüğümü, o zavallı adamla tanıştığım yerdeki o nehir kaynağına nasıl ulaştığımı bilmeniz gerekiyor.”

(…)

Küçük bir çocukken, haritalara tutkum vardı. Saatlerce gözümü dikip Güney Amerika, Afrika ya da Avustralya'ya bakarak, keşfin ihtişamı içinde kendimi kaybederdim. O dönemde dünyada birçok boş yer vardı ve haritada özellikle çekici bir nokta yakaladığımda (zaten hepsi çekici değil mi?), üzerine parmağımı basıp büyüyünce işte buraya gideceğim, derdim. (…)Ama gitmeyi şiddetle arzuladığım bir yer vardı -deyim yerindeyse bilinmeyenlerin en büyüğü, en boşu.

“Kuşkusuz, artık o dönemlerde pek de boş bir yer değildi orası. Çocukluğumdan beri nehirler, göller ve yer isimleriyle dolmuş, haz veren gizemli bir boşluk, bir çocuğun zevkle düş kurabileceği beyaz bir leke olmaktan çıkıp karanlık bir yer olmuştu. Fakat özellikle bir nehir vardı. Haritada görebileceğiniz, güçlü, büyük bir nehir. Kafası denize uzanmış, geniş ülke boyunca yaydığı gövdesini dinlendiren ve kuyruğu karanın içlerine doğru yitip gitmiş bir yılanı andıran bir nehir. Bir dükkânın vitrininde bu nehrin haritasına bakarken, adeta yılan görmüş bir kuş gibi -küçücük, aptal bir kuş gibi- büyülenmiştim. Sonra o nehrin üzerinde ticaret yapan büyük bir kuruluşun, bir şirketin olduğunu hatırladım. Kafama dank etti birdenbire! O tatlı suyun üzerinde gemi ya da buharlı vapur kullanmadan ticaret yapamazlar! Neden ben de bu gemilerden birinin sorumluluğunu üstlenmeyeyim? Fleet Caddesi boyunca yürüdüm, fakat bu düşünceyi kafamdan bir türlü silip atamıyordum. Yılanın büyüsüne kapılmıştım.

“O ticaret şirketi, Avrupa'ya ait bir şirketti, anlatabiliyor muyum? Kıta'da yaşayan birçok yakın tanıdıklarım vardı ve dediklerine göre orası hem ucuz hem de göründüğü kadar berbat bir yer değilmiş. (…) Başlarına musallat oldum. (…) Sevimli ve meraklı bir yengem vardı. Bana yazdığı mektupta 'Harika olur, senin için her ne gerekiyorsa yapmaya hazırım. Fevkalade bir fikir. Hükümette önemli bir makam işgal eden bir adamın karısını tanıyorum. Ayrıca nüfuzlu bir başka adamı da,' diye yazıyordu. Kadıncağız beni bir nehir gemisine kaptan tayin ettirmek için her türlü şeyi yapmaya kararlıydı. Bunun benim hayalim olduğunu anlamıştı belki de.

“Tabii ki, tayin edildim gemilerden birine; çok da çabuk oldu. Anlaşıldığına göre, Şirket, kaptanlarından birinin, yerlilerle girdiği bir itiş kakış sırasında öldürüldüğü haberini almış. Şans yüzüme gülmüştü ve gitmek için daha da büyük bir şevk verdi bu bana. Aradan uzun aylar geçtikten sonra, kaptanın çürüyen cesedinden geriye kalanları bulmaya teşebbüs ettiğimde, kavganın esasen birkaç tavuk yüzünden meydana gelen bir yanlış anlamanın sonucunda çıktığını öğrendim. Evet, iki kara tavuk yüzünden.”

“Hazırlanmak için delicesine koşturdum ve daha aradan kırk sekiz saat bile geçmeden, işverenlerimin karşısına çıkıp sözleşmeyi imzalamak için Manş Denizi'ni aşıyordum. Birkaç saat içerisinde, bana hep beyaza boyanmış bir mezarı hatırlatan şehre vardım. Önyargıdan başka bir şey değil tabii. Şirketin ofisini bulmakta güçlük çekmedim. Şehirdeki en heybetli şey oydu ve kime rastlasam ondan bahsediyordu. Şirket denizaşırı bir imparatorluğu işletip, ticaret yoluyla, hesabını tutamayacakları kadar para kazanacaktı.

(…)

“Bir Fransız vapuruna binip oradan ayrıldım ve anladığım kadarıyla askerleri ve gümrük memurlarını indirmek amacıyla, ne kadar lanet olası liman varsa hepsine uğradık. Kıyıyı seyrettim. Gemi uzaklaştıkça gözden yiten bir kıyıyı seyretmek, bir gizeme kafa yormak gibidir. İşte orada karşınızdadır; güler, somurtur, davetkâr, ihtişamlı, acımasızdır ve sıkıcı veya vahşi olsa da suskundur; fısıldarcasına, gel ve keşfet, der. Bu seferkinin neredeyse hiçbir özelliği yoktu. Sanki daha tam oluşmamış gibi ve bir yandan da tekdüze bir ürkütücülüğü vardı.”

(…)

“Büyük nehrin ağzına varana dek otuz günden fazla zaman geçti. Başkent açıklarında demir attık. Fakat çalışacağım geminin olduğu yerden henüz iki yüz mil uzaktaydık. Ben de elimden geldiğince çabuk, otuz mil ilerdeki bir yere doğru yola koyuldum.”

“Küçük, buharlı bir deniz teknesinde seyahat ettim. Kaptanı İsveçliydi. Benim de denizci olduğumu öğrenince, kaptan köşküne davet etti. Uzun saçlı, ayaklarını sürüyerek yürüyen genç, ince yapılı, açık tenli, somurtkan biri. İçler acısı, küçük iskeleden uzaklaşırken küçümseyici bir baş hareketiyle kıyıyı işaret edip, ‘Orada mı yaşıyorsunuz?’ diye sordu. ‘Evet,’ dedim. Akıcı ve bir hayli keskin bir İngilizceyle ‘Şu hükümet görevlileri kıyak adamlar, değil mi?’ diye devam etti konuşmaya. ‘Bazı insanların ayda birkaç frank karşılığında neler yaptıklarını düşününce komik geliyor. Köylere gittiklerinde bu tip insanlara ne olduğunu merak ediyorum.’ Yakında bunu anlamayı umduğumu söyledim ona. ‘Yaa, öyle mi!’ dedi sesini yükselterek. Bir gözüyle ufku süzmeye devam ederek ayaklarını sürüyüp öte yana doğru gitti. ‘O kadar emin olmayın. Geçen gün tekneye aldığım adamlardan biri yolculuk sırasında kendini astı. O da İsveçliydi’ dedi. ‘Astı kendini ha! Tanrı aşkına neden?’ diye bağırdım. Dikkatli gözlerle ufka bakmaya devam edip ‘Kim bilir?’ dedi. ‘Belki güneş çarptı ya da köy dayanılmaz bir yerdi onun için.’

"Nihayet önü açık bir suyoluna vardık. Sarp bir kayalık çıktı karşımıza. Kıyıda altüst olmuş toprak yığınları, tepede evler, yapılan kazıların artıkları arasında, ya da yamaçlara tutunmuş demirden çatılı daha başka evler. İnsanların yaşadığı bu yıkık ve harap manzaranın tepesinde bir akarsuyun kesintisiz gürültüsü asılı kalmıştı. Çoğu kara derili ve çıplak bir sürü insan, karıncalar gibi dolanıp duruyorlardı. Nehrin içine uzanmış bir dalgakıran vardı. Zaman zaman kör edici bir güneş ışığı aniden nükseden kızgın bir parıltıyla tüm bu manzarayı yok ediyordu. İsveçli, kayalık yamaçta baraka gibi duran üç ahşap yapıyı işaret ederek, ‘İşte sizin Şirket'in istasyonu,’ dedi. ‘Eşyalarını oraya göndereceğim. Dört sandık demiştin öyle mi? Haydi bakalım. Güle güle.’

(Syf 35-56)

 

ARŞİV