Joseph von Eichendorff: Bir Aylağın Hayatından

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Joseph von Eichendorff ile devam ediyor

05 Nisan 2024 - 08:32

JOSEPH VON EICHENDORFF (10 Mart 1788-26 Kasım 1857)

1788’de Yukarı Silezya’da, bugün Polonya sınırlarında bulunan Ratibor’daki Lubowitz Şatosu’nda doğdu. Alman romantizminin en önemli şairlerindendir. Babası Prusya Kraliyet Ordusu mensubu bir baron, annesi ise Silezya soylularından bir baronesti. Şövalye hikâyeleri, efsaneler ve macera romanlarıyla büyüdü. Aristokrat bir ailenin çocuğu olarak iyi bir eğitim aldı.Yazma sevgisini 1801’de kardeşi Wilhelm’le birlikte gittiği yatılı okulda keşfetti. 1805’te Halle’de hukuk öğrenimi görmeye karar verdi. Goethe ve Schiller’in oyunlarıyla bu sırada tanıştı. Öğrenimine devam etmek üzere önce Heidelberg’e, ardından da Viyana’ya gitti. Daha sonra Berlin’e geçerek burada Alman filozof Fichte’nin özel derslerine katıldı. Çalışmalarının ve eğitim amaçlı gezilerinin bir parçası olarak, Achim von Arnim ve Heinrich von Kleist gibi zamanının bazı önemli yazar ve şairleriyle tanıştı. Napoléon Savaşları’nda Prusya tarafında savaştı. Prusya kamu hizmetine girdi ve Berlin’e taşındı. Sağlık sorunları nedeniyle 1843’te emekli oldu ve kendini tamamen yazmaya adadı. Eichendorff, eserlerinde daima insanın iç dünyasını ele almıştır. Şiirleri, doğayla ilişkilendirdiği özlem, yolculuk tutkusu ve hayallerle ilgilidir. Bugün pek çok şiiri, oyunu ve öyküsü klasikler arasında yer alır. Bir Aylağın Hayatından, Alman romantik edebiyatının temel eserlerinden biridir. 

Yazarın Can Yayınları tarafından yayımlanan “Bir Aylağın Hayatından” isimli kitabından kısa bölümler aktarıyoruz.

 BİR AYLAĞIN HAYATINDAN

Babamın değirmeninin çarkı, gene neşeli neşeli çağlayarak, uğuldayarak dönüyordu, damdan aşağı şıp şıp kar suları damlıyor, serçeler cıvıldayarak etrafta dolaşıyordu; ben kapının eşiğine oturmuş, uyku mahmuru gözlerimi ovuşturuyordum, güneşin sıcağında kendimi öyle iyi hissediyordum ki! O sırada babam evden dışarı çıktı; gün ağardığından beri değirmende epeyce gürültü yapmıştı; yan giydiği uyku kukuletası başında, bana, “Seni işe yaramaz, aylak seni!” dedi. “Ooh, gene kendini güneşe vermiş, miskin miskin gerinerek oturuyor, bütün işleri bana bırakıyorsun! Ben artık seni burada daha fazla besleyemem! Bahar kapıda! Çık dışarı, dünyaya karış, kendi ekmeğini kendin kazan!” – “Mademki işe yaramaz, aylağın biriyim, pekâlâ, ben de buradan giderim, dünyaya karışıp kısmetimin peşine düşerim!” dedim. Bu durum aslında hoşuma bile gitmişti, çünkü sarı kiraz kuşunun bütün güz ve kış boyunca penceremizde hüzünlü bir sesle, “Köylü, beni evine al! Köylü, beni hizmetine al!” diye ötmesine kulak verirken, şimdi bu güzel bahar mevsiminde, ağacın dalında yine son derece mağrur ve neşeli, “Köylü, evin de, hizmetin de senin olsun!” diye cıvıldamaya başladığını duyduğumda evden ayrılıp yollara düşmeye niyetlenmiştim bile.- Böylece hemen eve girdim maharetle çaldığım kemanımı duvardan aldım, babamın verdiği birkaç meteliği de cebime atıp yola çıktım, aheste aheste yürüyerek uzun köy yollarından geçtim. Ben böyle hür dünyaya doğru yola koyulurken sağda solda, dün, evvelki gün ve her zaman olduğu gibi bugün de işlerinin başına giden, kimi toprak kazan, kimi çift süren bütün eski tanıdıklarımı ve dostlarımı gördüğümde, içimde aşinası olduğum bir sevinç duydum. Dört bir yandaki bu zavallı insanlara, kendimden emin ve hoşnut bir tavırla, “Tanrı’ya emanet olun!” diye seslenerek veda ettiysem de kimsenin pek umurunda olmadı. Yüreğimde sanki sonsuz bir Pazar gününü yaşıyormuş hissini duyuyordum. Sonunda köyü geride bırakıp açık araziye çıkınca, sevgili kemanımı elime aldım ve şose yolda yürümeye devam ederken hem çaldım hem söyledim.

(…)

Bir aralık şöyle başımı çevirip baktığımda, enfes bir yolcu arabasının bana çok yaklaşmış olduğunu gördüm; sanırım bu araba uzun zamandan beri beni izlemekteydi, ama yüreğim ezgilerle öylesine dolup taşıyordu ki onu hiç fark etmemiştim, çünkü çok yavaş ilerliyordu; iki kibar hanımefendi, başlarını arabanın pencerelerinden dışarıya uzatmış bana kulak veriyorlardı. Biri diğerinden daha gençti, üstelik de olağanüstü güzeldi; ama aslında her ikisi de benim hoşuma gitmişti. Ben şarkı söylemeyi kesince, yaşça büyük olan hanımefendi arabayı durdurdu ve gönül çelen bir tavırla bana, “Ay ne şen şatır delikanlı! Ne de güzel şarkılar biliyor!”1 diye seslendi. Ben de hiç duraksamadan cevap verdim: “Saygıdeğer asil hanımefendilere sunacak çok daha güzel şarkılar da bilirim.” Bunun üzerine bana, “Peki delikanlı sabahın bu erken saatinde nereye gidiyor böyle?” diye sordu. Nereye gittiğimi kendim de bilmediğim için utandım ve bütün cesaretimi toplayarak, “Viyana’ya,” dedim; iki hanımefendi kendi aralarında anlamadığım yabancı bir dilde konuştular. Genç olanı, birkaç kez olumsuz anlamda başını salladı, diğeri ise sürekli gülerek ona karşılık verdi ve sonunda bana seslendi: “Haydi, delikanlı atlasın bakalım arabanın arkasına! Biz de Viyana’ya gidiyoruz!” Benden mutlusu var mıydı! Reverans yapıp bir sıçrayışta arabanın arkasına atladım; arabacı kırbacını şaklattı, ışıl ışıl parlayan yolda uçarcasına öyle bir ilerliyorduk ki rüzgâr şapkamın kenarlarında ıslık çalıyordu.

Köy, bahçeler, kilise kuleleri arkamda gözden kaybolurken önümde yeni köyler, şatolar, dağlar beliriyordu; altımda ekili tarlalar, meralar, fundalıklar bir renk cümbüşü içinde, tepemde sayısız tarlakuşları aydınlık masmavi gökyüzünde uçuşarak geçip gidiyorlardı. – Sevincimi haykırmaya utanıyordum; gene de içim içime sığmıyor, arabanın arkasındaki basamakta ayaklarımı yere vuruyor, dans ediyordum, az kalsın kolumun altına sıkıştırdığım kemanımı düşürecektim. Ama güneş giderek yükselirken öğle saatlerinde ağır, beyaz bulutlar ufukta belirmeye başlayınca, havadaki ve geniş düzlükteki her şey, usul usul dalgalanan buğday tarlalarının üstünde öylesine boş, bunaltıcı ve hareketsiz hale gelince, birdenbire gene kendi köyüm, babam ve değirmenimiz, gölün gölgeli kıyısının öylesine aşina olduğum serinliği aklıma geldi; şimdi hepsi uzakta, çok uzaklarda, artık ardımda kalmıştı. Garip bir ruh hali içindeydim, o kadar ki bir ara gerisingeri dönmeyi bile aklımdan geçirdim; kemanımı ceketimle yeleğimin arasına sıkıştırdım, düşüncelerle dolu olarak arabanın arkasındaki basamağa oturdum ve uykuya daldım.

Gözlerimi açtığımda, araba yüksek ıhlamur ağaçları altında durmaktaydı; ağaçların gerisinde görülen, sütunlarla çevrili geniş bir merdiven üzerinden muhteşem bir saraya ulaşılıyordu. Yan taraftaki ağaçların arasından Viyana’nın kuleleri seçiliyordu. Anladığım kadarıyla, hanımefendiler çoktan arabadan inmiş, atlar çözülmüştü. Birdenbire böyle yalnız başıma oturduğumu fark edince içime bir korku düştü; hemen arabadan atladım ve koşarak saraya girdim; o sırada yukarıdaki pencereden bir kahkaha sesi duydum.

Bu sarayda bazı şeyler garibime gitti. Önce kendimi geniş, serin bir sofada buldum; çevreme bakınırken, biri bastonuyla omzuma dokundu. Hemen arkama döndüm. Karşımda, resmî giysiler içinde, uzun boylu bir beyefendi duruyordu; sırma ve ipekten yapılmış geniş bir kılıç kayışı omzundan kalçalarına kadar iniyor, elinde gümüş topuzlu bir değnek tutuyordu, olağanüstü uzun, kemerli burnu yüzüne haşmetli bir görünüm veriyordu. Bu iriyarı, ihtişamlı adam, hindi gibi kabararak karşıma dikilip burada ne aradığımı sorunca, öyle bir afalladım ki korkudan ve şaşkınlıktan dilim tutuldu, ne diyeceğimi bilemedim. O sırada hizmetkârlar merdivende bir aşağı bir yukarı koşuşturuyorlar, hiçbir şey söylemiyorlar, sadece tepeden tırnağa beni süzüyorlardı. Sonradan oda hizmetçisi olduğunu öğrendiğim bir genç kız yanıma geldi; sevimli bir genç olduğumu ve saygıdeğer ev sahiplerinin, bana burada bahçıvan yamağı olarak çalışmayı isteyip istemediğimi sorduğunu söyledi. – Elimi yeleğimin cebine attım; yanımdaki birkaç metelik de uçup gitmişti. Tanrı bilir, herhalde arabada hoplayıp zıplarken cebimden düşmüştü; kemanımdan başka servetim yoktu, üstelik elinde değnek tutan o beyefendi yanımdan geçerken bunun da “beş para etmez” olduğunu söylemişti. Böylece yüreğime düşen endişenin etkisiyle oda hizmetçisine, “Evet,” dedim; hâlâ gözucuyla, bir kule saatinin sarkacı gibi sofada bir aşağı bir yukarı hiç durmadan gidip gelen ve o sırada gene haşmetli ve ürpertici görünümüyle arka taraftan yaklaşmakta olan o tekinsiz adama bakıyordum. Sonunda bahçıvanbaşı da yanıma geldi ve “sokak serserileri, işe yaramaz köylü takımı” gibi birtakım sözler homurdanarak beni bahçeye götürdü, yolda da bana uzun bir vaaz çekti: Daima edepli ve ayık yaşayıp çalışkan olmalıymışım, serseriler gibi dünyayı gezip dolaşmaya heveslenmemeliymişim, ekmek getirmeyecek sanatlara, boş ve faydasız uğraşlara rağbet etmemeliymişim, ancak böyle davranırsam, hayatta iyi bir yere gelebilirmişim. – Bahçıvanbaşı başı, bunun gibi daha bir sürü güzel, yerinde ve yararlı tavsiyede bulunduysa da, hemen hemen hepsini unuttum. Aslında olayların nasıl geliştiğini de tam olarak hatırlamıyorum, sadece bana her söylenene, “Peki,” dediğimi biliyorum, çünkü kendimi kanatları ıslanmış bir kuş gibi hissediyordum. – Gene de, Tanrı’ya şükür, ekmeğimi kazanacağım bir iş bulmuştum. –

Bahçede yaşam güzeldi, her gün bolca sıcak yemek yiyebiliyordum, kazandığım para da içeceğim şaraba yetiyor, artıyordu bile! Ama ne yazık ki işim bir hayli fazlaydı. Köşkler-pavyonlar, kameriyeler, güzel yemyeşil gezinti yolları, hepsi de gerçekten çok hoşuma gidiyordu; keşke ben de her gün oraya gelen beyefendiler ve hanımefendiler gibi buralarda rahat rahat dolaşıp akıllıca konuşmalar yapabilseydim! Bahçıvanbaşının işinin başından uzaklaştığı ve yalnız kaldığım zamanlarda, hemen kısa pipomu cebimden çıkarıp bir yere oturuyordum ve beni bu saraya getiren genç ve güzel hanımefendinin kavalyesi olduğumu hayal edip onunla birlikte buralarda gezinerek sohbet ederken söyleyeceğim güzel ve zarif sözleri tasarlıyordum. Bazen de bunaltıcı öğleden sonraları her yer sessizliğe gömüldüğünde, ortalıkta arıların vızıltısından başka hiçbir ses duyulmadığında, sırtüstü uzanıyor ve tepemdeki bulutların ağır ağır köyüme doğru gidişlerini, otların ve çiçeklerin bir o yana, bir bu yana hafif hafif sallanışlarını seyrediyor, bir yandan da o hanımefendiyi düşünüyordum. Çoğu zaman o güzel genç kadının elinde gitarıyla veya bir kitapla, öylesine sessiz, yüce ve şefkatli bir melek gibi, bahçenin uzağında gerçekten de dolaştığını görüyor, onu izlerken rüyada mıyım, uyanık mıyım ayırt edemiyordum.

Bir gün işimin başına gitmek üzere sefa köşklerinden birinin önünden geçerken gene böyle kendi kendime bir şarkı mırıldanıyordum:

Gezip gördüğüm her yerde, 

Kırda, vadide, ormanda 

Dağdan bakıp da göklere

O güzel hanımefendiye

Selam yollarım bin defa

O sırada karanlık ve serin sefa köşkünün yarı aralık duran jaluzileri ve önündeki çiçeklerin arasından genç ve güzel, terütaze bir çift gözün parladığını gördüm. Birdenbire öyle ürktüm ki şarkımı yarıda kestim ve hiç arkama bakmadan hızlı adımlarla oradan uzaklaşıp işimin başına döndüm.

Akşamüzeri –günlerden cumartesiydi– ertesi günün pazar olduğuna sevinerek kemanımı alıp bahçıvan kulübesindeki pencerenin dibinde durmuş, hâlâ o parlak gözlerin hayalini görürken, oda hizmetçisi alacakaranlığın içinden ansızın bana doğru yaklaştı. “Saygıdeğer güzel hanımefendi size bunu gönderdi ve onun sağlığına içmenizi söyledi! İyi geceler!” dedi ve çabucak pencerenin kenarına bir şişe şarap bırakıp adeta bir kertenkele gibi çiçeklerin ve çalı çitlerinin arasında gözden kayboldu.

Bense uzun süre o büyüleyici şişeye bakakaldım; bana neler olduğunu bilmiyordum.

(Syf 9-17)

 

ARŞİV