KÂMURAN ŞİPAL (24 EYLÜL 1926 - 19 EYLÜL 2019)
Hikâyeci, çevirmen Kâmuran Şipal 24 Eylül’de Adana’da doğdu. İlk ve ortaokulu Adana’da okudu. 1946'da İstanbul Pertevniyal Lisesi'nden, 1955’te ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. İki yıl asistanlık yaptıktan sonra Almanya’ya gitti ve orada iki yıl akademik araştırmalar yaptı. 1960 yılında dönüş yaptıktan sonra başladığı İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’nda Almanca okutmanlığı yaptı.
Yazın yaşamına 1949’da Varlık dergisinde yayımlanan bir şiiriyle giren Şipal’in ilk öyküsü de Haziran 1951’de yine Varlık’ta çıktı. Sonraki yıllarda hikâye, inceleme ve çevirileri Varlık, Yelken, Türk Dili, Araç, Dönem, Yeni Dergi, Dönem (1949-1970) gibi dergilerde yayımlandı. Adını TDK’nın açtığı öykü yarışmasında aldığı ödülle duyurdu (1953). Öykülerinde genellikle orta tabaka ve çevrenin baskısına karşı tepkileri olmayan insanları, umursamazlıkları, savaşma gücünden ve eylemden yoksunlukları işledi.
Aynı zamanda çeviriler de yapan yazar, çağdaş Alman edebiyatından önemli çeviriler yaptı. Eserlerini çevirdiği yazarlar arasında Alfred Adler, Ingeborg Bachmann, Wolfgang Borchert, Heinrich Böll, Alfred Brauchle, Bertolt Brecht, Max Brod, Elias Canetti, Sigmund Freud, Gustav Hans Graber, Günter Grass, C. G. Jung, Thomas Mann, R. M. Rilke, Robert Musil, Bernhard Zeller, Hans Zulliger ve Hermann Hesse yer aldı.
Elbiseciler Çarşısı ile 1965 Sait Faik Hikâye Armağanı, Köpek İstasyonu ile 1988 TYB Hikâye Ödülü’nü kazandı.
19 Eylül 2019’da 93 yaşında iken çoklu organ yetmezliği nedeniyle hayatını kaybeden yazarın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Gece Lambalarının Işığında – Toplu Öyküler kitabından Sucu İsmail isimli öyküyü paylaşıyoruz.
SUCU İSMAİL
Yeni işine başlayalı çok olmamıştı. Ramazan gelene kadar günde üç-beş, Allah ne verdiyse kazanmıştı. Ama artık Ramazana girmiş, havalar da bu zamanı beklemiş gibi serin, rüzgârlı gitmeye başlamıştı. Köprübaşındaki otobüs durağının yanına atılmış eski kanepede oturup müşteri beklerken, çok vakit, işe başladığı ilk günler geliyordu aklına: Boğucu, insanı buram buram terleten, müşterilerin su bardaklarını ellerinden kolay kolay bırakamadığı sıcak günler. Ama yine de halinden memnundu. Bütün işi, kuşluk vakti iki su güğümünü alıp yola koyulmak, akşam yine bunlarla eve dönmekti. Sabahları evden çıkınca, yol kenarındaki akasya ağaçlarından kopardığı yapraklarla ve dallarla güğümleri süslemeyi unutmuyordu. Gideceği yerler belliydi: Sabahtan öğleye kadar Tophane rıhtımı, öğleden akşama kadar Atatürk Köprüsü başındaki otobüs durağı. Bu durağa vardı mı, güğümleri kaldırımın üzerine bırakıyor, kanepeye oturup gelip geçenleri izliyor, aklına geldikçe de, “Hamidiye, buz!” diye, bir bağırıveriyordu. Su içmek için gelen oldu mu ağır ağır yerinden kalkıyor, bardağı acele etmeden çalkalayıp dolduruyor, bu arada susuzluktan yanmış müşterinin bardağa uzanan eli, bir süre havada beklemek zorunda kalıyordu. Yanında, verilen bütün parayı bozacak ufaklık bulunmadığı zamanlar, görmüş geçirmiş, “Kalsın!” diyordu; arkasından da “Helal olsun!”
Asıl işi deri boyacılığıydı. Çalıştığı fabrika işlerin durgunluğu yüzünden bir süre için kapanmıştı. Ama açıldığı zaman İsmail’i yeniden işe alacaklarına söz vermişlerdi.
Bugün, bir haftadır sürüp giden serinlik kaybolmuştu; boğucu, acı bir sıcak genizleri yakıyordu. İkindi yaklaşmıştı. Ama güneş bir türlü tepeden inmek bilmiyordu. İsmail az önce gelmiş, güğümleri köprübaşındaki otobüs durağının gölgesine koyup sıcaktan ateş gibi yanan kanepenin ucuna ilişivermişti. Daha demin doldurduğu güğümlerdeki su bitmek üzereydi. Duraktaki birkaç kişi sıcaktan hareketsiz, köprü yönünden gelecek otobüsü gözlüyordu. Az ilerde iki taksi duruyor, karşı iskelede, belden yukarısı çıplak hamallar büyük bir mavnadan kömür çekiyorlardı. Yoldan geçenlerin yüzleri terden ışıl ışıldı. İsmail, bir ara, o gün verdiği buz paralarını hesapladı. Sıcak havalarda kazancının yarısının buza gitmesine içerliyordu. Kalkıp güğümleri yeniden doldurmayı düşündü. Hamidiye çeşmesi oldukça uzaktaydı. Yer yer eprimiş keten pantolonunun cebinden bir cıgara çıkarıp yaktı.
Bu sırada, “Sucu!” diye tiz bir ses duydu. Arkasından bir daha: “Sucu!” Başını sesin geldiği yöne çevirdi. Hamalın biri iskeleden işaret ediyordu. İsmail ağır ağır kalktı, güğümleri alıp karşı kaldırıma geçti, iskeleye doğru yürüdü. Hamallar, kâhyanın bağırıp çağırmasına aldırmadan kömür sepetlerini bırakıp hep birden İsmail'in başına üşüştüler. İsmail’in yalnızca iki bardağı vardı. Bunları hiç çalkalamadan doldurup doldurup susuzluktan ağızları kurumuş işçilerin kömür tozundan kara kuru ellerine bırakıyordu. İşçiler sularını içip yeniden işlerinin başına dönünce kâhya, “Hepsi kaç bardak?” diye sordu. İsmail, “On beş!” dedi. Uzatılan yirmi beş kuruşu alıp on kuruş geri verdi. Bunun üzerine kâhya da işinin başına döndü.
İsmail tam elini güğümlere uzatmıştı ki, yerde bir gazete parçası gördü. Üzerinde güzel bir kadının fotoğrafı vardı. Eğilip dikkatle baktı, sonra eline aldı. Kadının kolları, göğsü çıplaktı; artiste benziyordu. Gazete parçasını dürüp büküp arka cebine soktu. Boş güğümlere yapıştı. Hamidiye çeşmesi köprünün öbür başındaydı. Bu sıcakta iki dolu güğümle dönüp yeniden buraya gelmeyi gözü kesmiyordu. Hamidiye çeşmesinden, güğümlerden yalnızca birini doldurmaya karar verdi. Öbürünü yakındaki Terkos çeşmesinden doldururum, diye düşündü.
Henüz köprünün ortasına gelmişti ki, arkasından, “Sucu!” diye telaşlı bir ses işitti. Geri dönüp bakıncaya kadar birkaç kere tekrarlandı ses. İsmail durdu, güğümleri yere bırakıp köprünün korkuluğuna yaslandı. İlerden iki kişi koşar adım kendisine doğru geliyordu. Az sonra bunları tanıdı: Biri kâhyaydı, öbürü kömür çeken hamallardan biri. Kâhya daha birkaç adım uzaktan, şişman vücuduyla koşmaktan nefesi tıkanmış, “Bu adamın yirmi lirasını sen almışsın!” dedi. İsmail ilk anda biraz şaşırdı, sonra kendisini toparlayarak, her zamanki soğukkanlılığıyla, “Yoo!” dedi, “Ben para falan görmedim.”
“Sen almışsın!” diye dayattı kâhya. “Bu adam su içerken düşürmüş, sen de almışsın.” Sonra sesinin tonunu alçaltarak, biraz yumuşak, “Aldınsa ver!” dedi; “Bak, bu adam fakir... Sabahtan akşama kadar kömür çekecek de üç-beş kuruş kazanacak. Yazık, Ramazan günü, aldınsa ver!”
Derken parası kaybolan adam söze karıştı; çökmüş, bitkin bir hali vardı. Pek üzgün, nerdeyse ağlamaklı, “Müslümansan...” dedi, “sendeyse ver. Kaç gündür yemedim, içmedim, biriktirdim. Bu akşam götürüp ev kirası verecem.”
İsmail, adamın haline acıdı; sakin, “Para bende yok!” dedi. “Ben almış olsam veririm. Ama ben almadım. Yazık, üzüldüm... Yanımda iki buçuk lira bir para var, istersen onu vereyim, ama ben para falan görmedim. Yazık, Ramazan günü... Alsam veririm.”
Kâhya, bu işin güzellikle hallolmayacağını anlamış gibi, sesini yükseltti.
Diklenerek, sertçe, “Görmüşler!” dedi, “Sen almışsın! Yere eğilip almışsın!”
“Kim görmüş?”
“Görmüşler... Karakolluk olmadan bu işi tatlılıkla bitirelim.”
İsmail para sende, diye dayatılmasına, hele de karakol sözüne pek içerledi. Kızmış, “Gidelim karakola!” dedi; “Kim görmüşse o da gelsin, gidelim! Ben, evet, yere eğildim. Eğildim ama bir gazete parçası vardı, onu aldım. Para falan almadım.”
Sonra yine kızgın, “Gidelim!” diye devam etti. “Kim görmüşse gelsin, yüzleşelim!”
Parası kaybolan adam, “Laz Ahmet görmüş!” diye atıldı.
“Laz Ahmet maz Ahmet, gelsin yüzüme karşı söylesin. Söylesin bakalım, parayı ben mi almışım?”
İsmail güğümlere yapıştı. Hep birlikte iskelenin yolunu tuttular. Kâhya, iskeleye gelince mavnaya doğru seslendi: “Ulan Laz Ahmet! Laz Ahmet!”
Laz Ahmet hiç istifini bozmadan ağır ağır geldi, arkasındaki boş kömür sepetini yere bıraktı, elinin tersiyle alnındaki teri sildi. Zayıf, ufak tefek bir şeydi. “He ne türsün?” dedi kâhyaya, sonra gözlerini İsmail ’e çevirdi.
İsmail, “Ben mi aldım parayı!” diye sertçe sordu.
Laz Ahmet, “Ha pen çörtüm!” dedi. “Haçan eçültün, altuntu almatuntu pilemem.”
“Eh, eğildim, gördün mü sen beni yerden parayı alırken?”
“Haçan eçültün çörtüm.”
“Aldım mı?”
“Altun!”
“Almadım!”
“Altun!”
“Almadım!”
“Altun!” İsmail iyice kızmıştı. “Aldım!” dedi en sonunda; “Eğildim, aldım.”
Kâhyaya dönerek, “Madem,” dedi, “inanmıyorsunuz parayı almadığıma, arayın üzerimi. Yirmi lira varsa alın.”
Bu sözler üzerine, parası kaybolan adam bir adım yaklaştı. İsmail’in üzerini aramak için ellerini uzatır gibi yaptı. Üstünü arayacak olmaları, ansızın İsmail’in ağırına gitmişti. Kelimeleri tek tek konuşarak, tok bir sesle, “Ama,” dedi, “şimdi üzerimde para yok. Demek yirmi liradan fazla para olsa, bizim diye alacaksınız, öyle mi? Sizin gibi bir hamalda yirmi lira bulunur da, benim gibi sucuda niye bulunmasın!”
Kâhya, paranın İsmail’de olmadığına inanmış gibi, tatlılıkla, “Biz sana parayı aldın demiyoruz!” dedi. “Demek istediğimiz, hani aldınsa... ver!”
Sonra parası kaybolan adama döndü, “Eh, ne yapalım Haso!” dedi. “Canın sağ olsun. Allah sana başka bir taraftan verir. Anlaşılan kısmet değilmiş.”
Fakat İsmail dayattı. Sesini yükselterek, “Yok!” dedi. “Karakola gidelim. Orda kim almış, kim almamış ortaya çıkar. Mademki şüphe ediyorsunuz, karakola gidelim... Bakalım ben mi almışım?”
Kâhya, İsmail’i yatıştırmaya çalışarak, “Yok ” dedi, “sen almadın, biliyoruz, sen almadın. Ama adam fakir... hani sabahtan akşama kadar kömür çekecek de üç-beş kuruş kazanacak.”
Haso ile Laz Ahmet’e döndü, “Ne duruyorsunuz yahu!” dedi. “Yallah, iş başına!”
Sonra gözlerini yine İsmail’e çevirdi; eliyle İsmail’in sırtına bir-iki defa okşar gibi vurarak, “Hadi!” dedi. “Hadi, kusura kalma!” Sonra hamalların peşi sıra mavnaya doğru yürüdü.
İsmail iftiraya uğramış olmanın kızgınlığı içindeydi. Şu Laz Ahmet’i adamakıllı bir dövmek geçiyordu içinden. Elini yeniden güğümlere uzattı. Birkaç adım atmıştı ki, biraz ilerde, iri iki kömür parçasının arasına sıkışmış meşin bir cüzdan gördü. Çevresine acele bir göz gezdirdi. Sonra eğilip cüzdanı aldı. Güğümlerin yanına gelince, acaba dolu mu, diye bir merak uyandı içinde. Çevresine acele bir göz gezdirdikten sonra cüzdanı cebinden çıkarıp baktı. Bir gözünde acar bir onluk, öbür gözünde iki beşlik duruyordu.