KATHERINE MANSFIELD (14 Ekim 1888- 9 Ocak 1923)
Yeni Zelanda’nın Wellington kentinde doğdu. Wellington’da başladığı öğrenimini Londra’da sürdürdü. Okulu bitirdikten sonra kısa bir süre Yeni Zelanda’da yaşadı, ardından 1908’de Londra’ya yerleşti. Bu kentteki ilk yılları kısa süren mutsuz bir evlilikle ve geçim derdiyle geçti. Öykülerini yayımlatmakta zorluk çekiyor, bir yandan da sağlık sorunlarıyla uğraşıyordu. Almanya’ya gitti. İlk düş kırıklıklarını, karamsar öykülerinin yer aldığı Bir Alman Pansiyonunda (1911) kitabında dile getirdi.
Londra’ya döndükten sonra kimi edebiyat dergilerinde yazmaya başladı. 1915’te çok sevdiği erkek kardeşini savaşta kaybedince yazdığı Yeni Zelanda’daki aile anılarıyla çok güzel çağrışımlar içeren bir dizi öyküyü Prelüde adıyla 1918’de yayımladı. Bunları ve öteki öykülerini bir araya getiren Mutluluk adlı kitabıyla ününü pekiştirdi. 1922’de yayımlanan Bahçe Partisi adlı kitabıyla yeteneğinin doruğuna ulaştı. Yaşamının son beş yılında veremle mücadele ettikten sonra 9 Ocak 1923’te Fransa’nın Fontainebleau kentinde öldü. Son öyküleri ölümünden sonra Kumru Yuvası (1923) ve Çocukça Bir Şey (1924) adlı kitaplarda toplandı.
Şiirsel öğelerle süslü farklı bir düzyazı üslubu geliştiren Mansfield, psikolojik çatışmalar üzerine odaklanan, incelikle işlenmiş öyküleriyle kısa öykünün bir edebiyat türü olarak gelişmesine önemli katkıda bulundu.
Yazarın Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Albüm Yaprağı isimli kitabından aynı isimli öyküyü paylaşıyoruz.
ALBÜM YAPRAĞI
Yaklaşılması imkânsız biriydi. Fazla utangaçtı. Kendisiyle ilgili söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Bir de tam bir yüktü. Dairenize geldiğinde gitmeyi bilmez, oturdukça otururdu. Sonunda güç bela gittiğinde siz neredeyse çığlık atıp arkasından fırın gibi kocaman bir şey atmak isterdiniz. En garip olanıysa en başta ilginç biri gibi görünmesiydi. Herkes buna katılıyordu. Bir akşam bir kafeye uğrardınız ve önünde bir fincan kahveyle köşede oturan bu adamı görürdünüz―zayıf, esmer, mavi bir kazak ve üzerine düğmelerini kapattığı gri flanel bir ceket giymiş bir genç. Ve garip bir biçimde mavi kazak ve kolları ona kısa gelen gri ceket, ona denize açılmaya karar vermiş bir oğlan havası verirdi. (…) Kısa kesilmiş siyah saçları, gri gözleri ve uzun kirpikleri, beyaz bir yüzü ve ağlamamaya kararlıymış gibi büzdüğü dudakları vardı. Kim ona karşı koyabilirdi ki? Onu gördüğünüz an kalbinizden vurulurdunuz. Bunlar yetmezmiş gibi bir de şu kızarma numarası vardı. Garson ne zaman yanına gelse kıpkırmızı olurdu. Sanki hapishaneden kaçmış bir mahkûmdu ve garson bunu biliyordu.
“O kim canım? Tanıyor musun?”
“Evet. Adı Ian French. Ressam. İnanılmaz zeki diyorlar. Bir kadın onunla bir anne gibi ilgilenmişti. Evden ne sıklıkla aradıklarını, yeterli battaniyesi olup olmadığını, günde ne kadar süt içtiğini soruyordu. Bir gün çoraplarına bakmak için dairesine gittiğinde kapıyı çalmış, çalmış, ama içeride birinin nefes aldığını duymasına rağmen kapı açılmamış. Umutsuz...”
Bir başkası adamın âşık olması gerektiğine karar verdi. Onu yanına çağırdı, ona genç adam, diye hitap etti, saçına sıktığı büyüleyici parfümün kokusunu alsın, diye ona doğru eğildi, koluna girdi ve biraz cesareti olsa hayatın ne kadar inanılmaz olabileceğinden bahsetti. Sonra bir akşam dairesine gitti, kapıyı çaldı, çaldı... Umutsuz.
“Zavallı çocuğun ne istediğini gerçekten merak ediyorum," dedi bir üçüncüsü. Kafelere, gece kulüplerine, danslara, içtiğinde tadı su katılmış kayısı suyu gibi gelen, ama şişesi yirmi yedi şilin olan şampanya dedikleri şeyi içtikleri yerlere, kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük heyecan ve korkunç bir kasvetle dolu, aynı yerde muhtemelen dün gece birilerinin vurulduğu pek çok yere daha gittiler. Ama adamın kılı bile kıpırdamadı. (…)
Kim bilir kaç denemeden sonra -kadınlarda merhamet çok zor öldüğünden- ondan vazgeçtiler. Tabii hepsi hâlâ son derece çekici görünüyor, onu gösterilerine çağırıp kafede muhabbet ediyorlardı, ama sadece o kadardı. İnsan sanatçı olunca cevap vermeyecek insanlara ayıracak vakti olmuyor, değil mi?
“Ayrıca bence bu işin içinde kesinlikle bir bit yeniği var. Sana da öyle gelmiyor mu? Göründüğü kadar masum olamaz. Koca bir tarlada bir papatya olmak istiyorsan neden Paris'e gelirsin ki? Şüphelendiğimden değil ama―”
Nehre bakan, mahzun görünümlü, yüksek bir binanın en üst katında yaşıyordu. (…) O yüksekteki dairesinin inanılmaz bir manzarası vardı. Nehre bakan iki kocaman pencereden tekne ve mavnaların bir yukarı bir aşağı gittiklerini ve bir adanın köşesinde yuvarlak bir buket gibi duran ağaçlık alanı görebiliyordu. Yandaki pencere başka bir eve bakıyordu. Daha küçük, daha eski. Aşağıda bir çiçek pazarı vardı. Kenarlarından onlara sığmayan parlak çiçeklerin göründüğü kocaman şemsiyeleri, kutu kutu çiçek sattıkları çizgili tenteleri olan dükkânları, toprak kapların içindeki ıslak elleri görebiliyor dunuz. Yaşlı kadınlar, çiçeklerin arasında bir o yana bir bu yana yengeçler gibi koşturuyorlardı. Genç adamın dışarı çıkmak için hiçbir nedeni yoktu. Sakalları ağarana kadar camın önünde otursa yine de çizecek bir sürü şey bulurdu...
O zarif kadınlar kapıyı zorla açsalar ne kadar şaşırırlardı. Çünkü dairesi çok düzenliydi. Her şey belli bir düzene göre, bir tablo edasında yerleştirilmişti; kapakları kapalı tencereler gaz ocağının arkasında duvara asılıydı, bir kâse yumurta, süt şişesi ve çaydanlık rafın üzerinde duruyordu; kitaplar, lamba ve buruşmuş kâğıt güneşlik masanın üzerindeydi. Yatağının üzerinde, kenarlarında kırmızı leoparların resmedildiği bir Hint örtüsü vardı. Ve yatağın yanındaki duvarda, uzandığınızda gözünüzün önüne gelecek şekilde yapıştırılmış ve üzerine düzgün bir yazıyla “HEMEN UYAN!” yazılmış bir kâğıt vardı.
Her gün aynı sayılırdı. Dışarıdan iyi ışık gelirken sadece resim yapardı. Daha sonra yemeğini hazırlar ve evi düzeltirdi. Akşamları da ya kafeye gider ya evde oturup kitap okur ya da “Bunları Nerede Kullanabilirim” başlıklı, olabilecek en karışık gider listesini yapar ve “Gelecek ay bu miktarı aşmayacağıma söz veriyorum. İmza, Ian French” diye bitirirdi.
Bunlarda garip bir şey yoktu, ama o her şeyi bilen kadınlar haklıydı. Hepsi bu kadar değildi.
Bir akşam pencere kenarında oturmuş, kuru erik yiyor ve çekirdeklerini kimsenin olmadığı çiçek pazarındaki kocaman şemsiyelerin üzerine atıyordu. (…) Normalde pencerenin önüne gelince panjurlarını kapatan insanlar aşağı eğiliyordu. Aşağıda, pazar yerindeki ağaçlar yeni yeni yeşilleniyordu. Bunlar ne ağacı acaba, diye merak etti Ian. Şimdi sokak lambalarını değiştiren adam geçiyordu. Ian karşısındaki küçük, eski eve baktı ve aniden, bakışlarına cevap verirmiş gibi balkon kapısının iki kanadı açıldı. Saksı dolusu nergis taşıyan bir kız küçük balkona adım attı. Siyah elbiseli, başına pembe bir örtü bağlamış, garip biçimde zayıf bir kızdı. Elbisesini neredeyse omuzlarına kadar katlamıştı, beyaz kolları siyah kumaşın yanında parlıyor gibiydi adeta.
“Evet, yeterince sıcak. Çiçeklere iyi gelecek,” dedi saksıyı yere koyup içerideki birine dönerek. Dönerken bir elini başına koydu ve örtüden taşan saçların bir kısmını içeri soktu. Kız boş pazar yerine ve gökyüzüne baktı, ama lan'ın oturduğu yer havada bir boşluk gibiydi onun gözünde. Karşıdaki evi görmedi. Sonra da içeri girdi.
Ian'ın kalbi dairesinin yan penceresinden aşağı düşüp karşıdaki evin küçük balkonundaki nergis saksının içine, henüz sadece yarısı açmış nergislerin ve yeşil sapların arasına gömüldü. Balkonlu oda oturma odasıydı. Yanındaki pencere mutfak penceresiydi. Kız akşam yemeğinden sonra bulaşıkları yıkarken tabakların sesi duyuluyordu. Sonra kız pencereye gelir, küçük bir örtüyü kurusun diye pencere kenarına serer ve bir mandalla tuttururdu. Genç kızların genelde yaptığı gibi şarkı söylemez, saç örgüsünü çözmez ya da aya doğru kollarını açmazdı. Ve hep aynı siyah elbiseyi giyer, başına aynı pembe örtüyü takardı. Kiminle yaşıyordu? O pencerelerin önüne başka kimse gelmemişti, ama kız hep içeride biriyle konuşuyordu. Annesi olamaz, diye düşündü lan, hazır kıyafetler alıyorlardı. Babası ölmüştü. Gazeteciydi. Oldukça açık renk, uzun bıyıkları vardı ve siyah saçından bir parça alnına düşerdi.
Bütün gün çalışarak ancak geçinebilecek kadar para kazanıyorlardı, ama hiç dışarı çıkmıyorlardı ve hiç arkadaşları yoktu. Ian tekrar masasına oturduğunda yepyeni bir söz verdiği şeyler listesi yapması gerekiyordu. Belli bir saatten önce pencerenin önüne gitmeyeceğim. İmza, Ian French. O günkü bütün resimlerimi bitirmeden onu düşünmeyeceğim. İmza, Ian French.
Aslında çok basitti. Tanımak istediği tek insan bu kızdı. Çünkü bu kız tam onun yaşında, hayatta olan tek kişiydi, diye düşündü. Kıkırdayıp duran kızlara katlanmıyordu. Yaşı geçmiş kadınlarla işi yoktu... Bu kız onun akranıydı. Onun gibiydi. Tozlu dairesinde, yorgun, bir elini sandalyenin arkasından sarkıtarak oturmuş, karşıdaki evin balkonuna bakıp kendini kızın yanında hayal ediyordu. Çok çabuk sinirlenirdi, bazen çok kötü kavga ederlerdi, Ian ve kız. Çok kızdığında ayaklarını yere vurmak ve elbisesini sımsıkı kavramak gibi bir alışkanlığı vardı kızın. Ve nadiren gülerdi. Sadece ona bir zamanlar sahip olduğu, et verildiğinde kendini aslan sanıp kükreyen, garip kedisini hatırlattığında güldüğünü görürdü. Onu böyle şeyler güldürürdü. Ama birlikte oturduklarında bir kural olarak oldukça sessizdiler. Ian tıpkı şimdi oturduğu gibi, kızsa elleri kucağında ayakları altında otururdu. O günün işinden sonra yorgun, kısık seslerle konuşurlar ya da hiç ses çıkarmazlardı. Tabii ki lan'la asla resimleri hakkında konuşmazdı ve Ian onun birbirinden güzel resimlerini çizerdi, ama o bundan nefret ederdi, çünkü Ian onu hep çok zayıf ve esmer çizerdi... Ama onu nasıl tanıyacaktı? Bu yıllar alabilirdi.
Sonra kızın haftada bir gün akşamları alışverişe çıktığını öğrendi. (…)
Apartmanın duvarına yaslanıp kızı beklemeye başladı. Onu görünce ne yapacağını ya da söyleyeceğini bilmiyordu. İşte geliyor, dedi kafasındaki ses. Kız hızlı hızlı, küçük ve hafif adımlarla yürüyordu. Bir elinde sepeti taşıyor, diğer eliyle paltosunun önünü tutuyordu. Ian ne yapabilirdi? Sadece takip edebilirdi... Önce bakkala girdi, orada uzunca kaldı. Sonra kasaba gitti ve sırasını bekledi. Daha sonra kumaşçıda uygun bir şey ararken oldukça uzun kaldı. Sonra manava gidip bir limon aldı. Ian kızı izlerken artık onu kesinlikle tanıması gerektiğini düşünüyordu. Sakinliği, ciddiyeti, yalnızlığı, bu yetişkinlerin dünyasındaki işini bir an önce bitirmeye çalışıyormuş gibi yürüyüşü―hepsi lan'a çok doğal ve kaçınılmaz geliyordu.
“Evet, o her zaman böyle,” diye düşündü gururla. “Bizim bu insanlarla işimiz yok.”
Ama kız şimdi eve gidiyordu ve Ian ona her zamanki kadar uzaktı. Kız aniden sütçüye döndü, Ian pencereden bir yumurta aldığını gördü. Kız yumurtayı sepetten o kadar dikkatle aldı ki! Kahverengi, şekli güzel bir yumurta, lan'ın seçeceği türden bir yumurta. Sütçüden çıkınca Ian onu takip etmeye devam etti. Ian bir an fark etmeden kendi evini geçmiş, çiçek pazarında kocaman şemsiyeleri, yere düşüp birbirine dolanmış çiçekleri ve bir zamanlar saksıların durduğu yerdeki yuvarlak izleri geçerek kızı takip etmişti. Kızın oturduğu apartmanın kapısından içeri girdi ve merdivenlerden çıkmaya başladı. Arkasından gideceği zamanı hesaplıyordu ki kız onu fark etmesin. Sonunda kız evinin önünde durdu, çantasından anahtarını çıkardı. Anahtarı kapının deliğine sokacaktı ki lan kızın önüne çıkıverdi.
Her zamankinden daha çok kızararak, ama yine de ciddiyetini koruyarak, neredeyse kızgın, “Pardon hanımefendi, bunu düşürdünüz,” dedi.
Ve kıza bir yumurta verdi.