Kemal Bilbaşar: Kaymaklı Tavukgöğsü

Usta yazar ve şairlerin eserlerinden küçük alıntılara yer verdiğimiz “Edebiyat Hayatından Hatırlamalar” köşesi bu hafta Kemal Bilbaşar ile devam ediyor

18 Kasım 2021 - 14:11

KEMAL BİLBAŞAR (1910- 21 Ocak 1983)

Edebiyatımızın önemli isimlerinden biri olan Kemal Bilbaşar 1910’da Çanakkale’de doğdu. Çocukluk yıllarını farklı yerlerde geçirmek zorunda kalan Kemal Bilbaşar, düzenli bir okul hayatı yaşayamadı. Ortaöğrenimini 1929’da Edirne Öğretmen Okulu’nda tamamladı, iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. Gazi Eğitim Enstitüsü Tarih-Coğrafya Bölümü’nden 1935’te mezun oldu. Nazilli ve İzmir Karakaş ortaokullarında öğretmenlik yapan Bilbaşar, 1961’de emekliye ayrıldı; bir süre siyasetle uğraştıktan sonra 1966’da İstanbul’a yerleşti.

Bilbaşar’ın edebiyata ilgisi Muallim Mektebi’ndeyken başladı. Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’ndeki öğrenciliğinde edebiyatla yakından ilgilenmesinde edebiyat ve eğitim dünyasının önemli isimleri olan hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Hakkı Tonguç ve İbrahim Necmi Dilmen’in çok etkisi oldu.

İlk öykülerini, İzmir’de Cahit Tanyol ve İlhan İleri’yle birlikte çıkardıkları Aramak dergisinde yayımladı. Bilbaşar, 1945-1952 yılları arasındaki dönem hariç, sürekli öykü yayımladı, radyo oyunları yazdı, pek çok gazete ve dergide öykü, roman ve makaleleri yayımlandı. Tiyatro, senaryo ve ders kitapları da yazan Bilbaşar, 1961’den sonra daha çok roman türüne ağırlık verdi. 1939’da “Budakoğlu” öyküsüyle Ankara Halkevi Öykü Yarışması’nı, Cemo adlı romanıyla 1967 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü, Yeşil Gölge romanıyla da 1970 May Roman Ödülü’nü kazandı.

Hikâyelerinde genel olarak sınıfsal farklılıklar, inanç ve gelenekler, göç ve gecekondulaşma gibi toplumsal konuları işleyen yazar 21 Ocak 1983 tarihinde aramızdan ayrıldı.

Kemal Bilbaşar’ın Can Yayınları tarafından okurla buluşturulan Irgatların Öfkesi kitabında yer alan Kaymaklı Tavukgöğsü isimli öyküsünden bir bölümü paylaşıyoruz.

KAYMAKLI  TAVUKGÖĞSÜ

Bay Naci Duru, elbise kuponlarından ilkini, Yerli Mallar Pazarı civarında gelip geçenlere “Memur kuponları alıyorum!..” diyen karaborsacılara satmış, dönüyordu.

Artık eskisi gibi acemi ve utangaç değildi. Alışverişi bir ayak önce bitirmek için, ilk teklif edilen fiyata “Eyvallah… Allah bereket versin. Taş mı attım, kolum mu yoruldu?” demiyordu. Şimdi bu işi bir suç, bir çeşit dilencilik telakki etmiyor, bu alışverişe, harbin son yılında, iyiden iyiye alışmış bulunuyordu.

Hükümetin on beş lira karşılığı verdiği A kuponu kendisine havadan on lira kazandırmıştı işte ama bu parayı “nereye peşin” sarf edeceğine henüz karar vermemişti. “Delik o kadar büyük, yama o kadar küçük”tü ki…

Karısı ne derse desin, oğlanı bir kere doktora göstermeliydi. “Solucan var da ondan sarı bu çocuk, bu kadar.” diyorlardı komşular… Ama solucan peynirden, şekerden oluyordu. Oysaki oğlanın peynir yüzü gördüğü yoktu; şekeri de karısının dayısına gittikleri zaman yiyordu.

Çocukta solucan olmadığı muhakkaktı. Ne salyası akıyor ne de burnu kaşınıyordu.

Peki ama karnı da boşuna şişmezdi ya oğlanın? Elbet bir derdi vardı. Dispansere götürmeliydi muhakkak bir kere. “Gözlüklü doktorun ilaçları iyi geliyor herkese.” diyordu mahalleliler.

Bay Naci Duru’nun karısı, çocukta “doktorluk” bir maraz görmüyordu. O, bütün fakir semt halkı gibi, doktordan çok komşu teyzelerine inanıyordu. Onların ilaçlarını daha “haysiyetli” buluyordu. Sarımsakla kabak çekirdeğini dövüp sabahları yutturdular mı yüzünün sarılığı da giderdi, karnının şişliği de inerdi… Hadi bilemedin solucan şekeri yedirirdin. Bak o zaman bir şeysi kalır mıydı oğlanın…

Lakin Bay Naci Duru için kırk beşinden sonra kavuşulan bu oğlancığın kıymeti büyüktü. O, “kuru dalın meyvesi”ydi. Ve onu, kabristan avlusunda çocukların taşladığı sarı erikler gibi renksiz görmeye yüreği katlanmıyordu. Yanaklarının Amasya elması gibi kırmızı kırmızı ışıldamasını istiyordu. Kör olası dünya savaşının sırası mıydı? Harp çıkmasaydı bu çocuk şimdi böyle mi olurdu? Ona yatarken 250 gram süt içirse sabahları tereyağcığını, yumurtasını, reçelini yedirse yanakları böyle solar mıydı? Harp çıkaranın gözü kör olsundu…

Hayır… Bay Naci Duru karısının bütün iyimserliğine rağmen bu on lirayı oğlanın sağlığına harcayacaktı. Varsın bu para eczacılara kısmet olsundu. Zaten laneti nasıl kazanmışlardı? Alın teriyle kazanılmayan paranın gideceği yer belliydi; ya ilaca ya doktoraydı…

Sara Hanım nihayet boyun eğdi ama “yazık dört kilo et parasına” demekten kendini alamadı.

Küçük Engin’e “adamlıkları giydirildi. Saçları tarandı. Engin, küçülmüş lacivert elbiseleri içinde büsbütün çelimsiz ve sarı görünüyordu.

Dispanserin “gözlüklü doktoru” korkudan gözlerinin halkaları büyümüş, babasının ellerine sımsıkı yapışmış olan Engin’i okşadı. Ona bir şeker verdi. Sonra bir tane daha vereceğini vaat ederek boğazını, ciğerlerini ve karnını muayene etti. Göz kapaklarına bakarak kansızlığının derecesini ölçtü.

Çocuk biraz zayıf düşmüştü. Karnının şişliği bundandı. “Bir tüberküloz başlangıcı” diyemedi. Bu melun kelime boğazında düğümlendi.

İştahsızlığı için bir şurup, kanlanması için iğneler veriyordu. Tereyağı, peynir, pirzola, karaciğer, kompostolar, tatlılar tavsiye etmenin bu fakir semt halkıyla alay etmek gibi bir şey olacağını hissediyordu.

Fakat “Mümkün olursa günde üç-dört yumurta yedirmelisiniz.” dedi. Reçeteyi babasına verirken Engin’in ağzına iri bir lokum soktu. “Hadi geçmiş olsun.” dedi. Onlar baba-oğul kapıdan çıktıkları sırada doktor başını salladı, omuzlarını kaldırdı. Harp yılları içindeydik, ne çare…

Bay Naci Duru ilaçları “Şifa”da yaptırdı. Bu ad ona ilaçların hülasası gibi geliyordu. Eh… ilacın iyisi de insanın iyisi gibi “büyük” yerde bulunuyordu. Bu çeşit çeşit kavanozlar, mavi, kırmızı yeni dünyalar, garip garip şişeler, camekânlı dolaplar ve ilaç kutuları, ona, hastalıkların yanıp kül olacakları acayip bir âlem gibi geliyordu.

Küçük Engin de bu beyaz gömlekli adamların gidip kayboldukları kırmızı perde arkasında fevkalade bir şeyler olacağını sanıyordu. Kapının üstündeki resimden gözlerini ayırmıyordu. Bu resim ona komşu Rasime halanın masallarındaki devi hatırlatıyor ve babasına sokuluyordu.

Eczaneden “iğneleri ve şurupları” aldıkları zaman ellerinde yüz yirmi kuruşları kalmıştı. Bu pahalılık zamanda üç-dört ilaç almışlardı. Buna da şükür. Ya ilaçları bulamasalardı? Engin önünde Lorel ve Hardi satan bir kuklacıdan, kendisine “şapkalı cüce” alması için babasına yalvardı. Ne güzeldi bu cüceler… Boyları uzayıp uzayıp kısalıyordu.

Bay Naci Duru, hanımdan azar işiteceğini bildiği hâlde, oğlunun bu arzusunu kıramadı. Ya oğlan ölüverirse… İçinde bir huzursuzluk hâlinde duyduğu bu endişe, şimdi bütün acılığı ve çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. O zaman oğluna bir kukla almayışı, yüreğinde büyük bir hicran hâlinde kanayacaktı?

Yetmiş beş kuruş verip kırmızı yanaklı ve şişman olan kuklayı satın aldı. Kimbilir belki de bu ilaçlar sayesinde oğlu da böyle şişmanlardı.

Küçük Engin, kuklacının gösterdiği bebeğini yakaladı. Kuklanın elbisesi altında, makasa benzer iki tahta parçasını sıktığı zaman “cüce”nin boyu uzuyordu. Ooo… Bu ufacık adam kendisine gülüyordu da. Engin de kahkahayla gülmeye başladı.

Babası pek sevindi.

“İsterse hanım bana bir hafta kahve parası vermesin. Bu israfımızı da başımıza kaksın, razıyım. Engin kuklasından memnun ya.”

Maamafih çarşı içinde el ele giderken:

“Bana bak Engin! Annen sorarsa kuklayı çarşıdan aldığımızı söyleme, gözlüklü doktor verdi de, e mi?” diye tembih etti. “Bilirsin, annen oyuncağa para vermemizi istemez…” dedi.

Muhallebici önünden geçiyorlardı. Engin, babasını bugünkü kadar cömert ve zengin hiç görmemişti. Ne isterse babasının alacağını sanıyordu. Muhallebicinin camekânlarındaki muhallebiler, sütlaçlar, kim bilir ne kadar tatlıydı. Müjgân teyzelerinde bir defa tavukgöğsü yemişlerdi. O da tıpkı bunlar gibi boyayla süslenmişti. Ah, şu tavukgöğsünden bir tane yeseler!.. “Babacığım… Acıktım ben. Bana tavukgöğsü alsana…”

Bu teklif Naci Duru’yıı hem sevindirdi hem ürküttü. Oğlu bir şey yemek istiyordu ha?.. Evde sofraya bin nazla oturup bir şey yemeden kalkan oğlu, şimdi “Acıktım.” diyordu. “Gözlüklü doktor”un elinde muhakkak bir uğur vardı.

İyi ama, acaba cebinde tavukgöğsü alacak kadar kaldı mıydı? Elli kuruşu vardı. Eh… Bu parayla bir tavukgöğsü verirlerdi elbet… Kendisi yemese de olurdu. Parası olmadığı için yiyemediğini nereden bileceklerdi? Muhallebici, olsa olsa kendini ya oruçlu sanacak yahut da şeker hastalığından muzdarip bilecekti.

Camekânın kenarındaki liste gözüne ilişti… Tavukgöğsünü karşısında 17,5 kuruş yazılı idi. Demek kendisi de bir tabak yese gene on beş kuruşu kalacaktı.

Muhallebiciye göğsünü gere gere girdi.

İçerde, köşeye çekilmiş, burun buruna, bir delikanlı ile boyalı kızdan başka kimse yoktu. Erkek bir şeyler anlatıyor, öteki kaşığıyla gelişigüzel oynayarak ve gülümseyerek onu dinliyordu. “Bu hareketli ve alçak sesli konuşmayı biz de biliriz.” diye düşündü. “Hey gidi gençlik ve bolluk yılları…”

Oğlunu sandalyeye oturttu. Engin’in “gülen cüce”sini de masa üzerine yatırdı…

Naci Duru, masayı bezle silerek ne emrettiğini soran garsona, gayet kati bir sesle:

  • Bize iki tavukgöğsü getir, dedi.

(…)

Garson iki tavukgöğsünü getirdiği sırada, Bay Naci Duru, başından şapkasını çıkarmadığını hatırladı. Şapkayla böyle yerlerde oturmak ayıptı. Bu gençler büyük ihtimal kendisini ayıplamışlardı. Hadi onlar görmedi, diyelim. Etraflarına bakacak hâlleri yok… Ama şu garsonla, masadaki kız boşuna gülümsemiyorlardı birbirlerine…

Şapkasını asıp tekrar yerine oturduğu zaman, oğlunun büyük bir iştahla tavukgöğsünü yediğini gördü. Maşallah, yarılamıştı bile… Yok canım. Tavukgöğsünü muhallebici tabaklara küçük parçalar hâlinde koymuştu da ondan öyle sanıyordu. Oğlu henüz üzerinden bir kaşık… O ne?.. Tavukgöğsünün üzerinde bir parça kaymak vardı, oğlu onun yarısını yemişti. Acaba?.. Evet, kendi tabağında da tavukgöğsünün üzerinde bir parça kaymak vardı.

Sırtından soğuk bir ter boşandı.

Eyvah!.. Kaymak parasını nereden verecekti? Ama levhada  “Kaymaklı tavukgöğsü” diye bir tatlı fiyatı yazılmamıştı. Camekandaki bütün tavukgöğsü ve muahllebilerin üzerinde bir parça kaymak vardı. Yüreğine biraz su serpildi.

Eh… demek ki tavukgöğsünün parçaları küçülmüş, fakat üzerine biraz kaymak ilave edilmişti. Bununla beraber, içi rahat değildi.  Kaymaklı tavukgöğsünün lezzetini bir türlü çıkaramıyordu. Ağzının tadı kaçmıştı sanki.

Engin, tabağını iyice sıyırdı. Hatta İki eliyle kenarından yakaladı fakat babası tam vaktinde müda­hale ederek gülünç vaziyete düşmekten kurtardı kendilerini. “Evladım, tabak yalanmaz, biliyorsun.” diye fısıldadı ve kendi tabağındaki parçayı da oğluna verdi. Bereket o sırada iki genç müşteri kol kola dükkândan çıkıyorlardı Kimse onun bu müdahalesini görmemişti.

Garsonu çağırdı. Elli kuruşu masa üzerine koydu. Garson parayı almadı.

  • Daha yirmi kuruş vereceksiniz, efendi,  dedi.
  •  Neden? İki tavukgöğsü yemedik mi biz!
  • Evet efendim, fakat kaymaklı idi…

Korktuğuna uğramıştı demek! Şimdi gözünün önüne garsonla çekişmeler, kapının önüne birikmiş insanlar, polisler geliyordu. Rezil mi olacaktı?


ARŞİV