Kendi dilinden Edip Cansever

Her insanın kalbine dokunan hatta kalbini alıp başka yerlere götüren şiirlerin şairi Edip Cansever'in kendi dilinden hayat hikayesi

24 Mayıs 2019 - 10:48

Gazete Kadıköy, yazarlarımızın, şairlerimizin eserlerinden küçük alıntılarla oluşacak bir “köşe” açtı. Amacımız, bir edebi seçki ya da güldeste hazırlamak değil. Edebi değerlendirmelerde bulunmak hiç değil. Yalnızca bir gazete köşesi ölçeğinde kalmak üzere geçmiş edebiyat hayatından bazı ilginç satırları hatırlayıp bellek tazelemek. Bu vesileyle yazıların yer aldığı kitapları okuyucularımıza hatırlatmak.  Keyifle okuyabileceğiniz birbirinden farklı yazı ve öyküler sunabileceğimizi umuyoruz.

EDİP CANSEVER (8 Ağustos 1928-  28 Mayıs 1986)

İkinci Yeni şiir akımının en önemli temsilcilerden olan Edip Cansever, her insanın kalbine dokunan hatta kalbini alıp başka yerlere götüren şiirlerin şairidir. Cemal Süreya’ya göre “fazla şiirden ölen” Edip Cansever’in ilk şiiri 1944’te İstanbul dergisinde yayınlandı. 

İstanbul Erkek Lisesi mezunu olan Cansever, Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. Bodrum’da tatildeyken beyin kanaması geçirdi, tedavi için getirildiği İstanbul’da 28 Mayıs 1986’da yaşamını yitirdi. Cansever’i aramızdan ayrılışının 33. yılında saygıyla anıyor, edebiyatçı Mehmet H. Doğan’a gönderdiği hayat hikâyesinden birkaç bölümü ve “Günlerden” şiirini yayımlıyoruz.

Kendi dilinden Edip Cansever

8/8/1928. Babam Kur’an’ın arkasına yazmış doğduğum tarihi. Sonra da nüfusa kaydettirmiş. Pek sevinmiş erkek olmama. Benden önce iki kız, benden sonra bir kız, böylece dört kardeş oluvermişiz. Doğduğum ev İstanbul’da, Beyazıt’ın arkalarında, Soğanağa dedikleri bir yer. Annem küçükken göstermişti: “İşte sen bu evde doğdun!” Bir süre sonra –herhalde ben çok küçükken—Saraçhane başına taşınmışız. Şimdi Aksaray’a inen geniş asfalt caddenin tam üstünde bir ev. Bir küçük bahçe, bahçenin çevresi hep ev, bir kuyu, bir ayva ağacı, bir çardak. Bitişiğimizde Nigâr hanım oturuyor kocasıyla ve kardeşi Kenan beyle. Nigâr hanım A. Hamdi Tanpınar’ın kızkardeşi. Tanpınar da orda oturuyor ama her zaman değil sanıyorum. Belki de yolculuklara filân çıkıyor arada. Bahçelerinde bir erik ağacı var. Mevsimi gelince ara yerdeki duvara çıkıp erik yoluyor ve bahçemize atıyorum.

Babam ve annem Çankırı’nın Atkaracalar köyünde doğmuşlar. İkinci Dünya Savaşında havacı çavuş yapmışlar babamı. Görevi İstanbul’da. Becerikli adammış ki, çarşıda –Kapalıçarşı’da– bir şeyler alıp satmaya başlamış. Sonra Uzunköprü’de Keşan’da, daha başka yerlerde panayırlara, sergilere katılmış. Sonra dedemle ortak olarak bir dükkân tutup işletmeye başlamışlar. Daha sonra dedemden ayrılıp bir başına sürdürmüş işini. Ev kendi evimiz olmuş. Yemeğimizi yer sofrasında yiyoruz. Çoraplarım babamın çoraplarının küçültülmüşü. Pantolonum yeniyken bile yamalanır, annemin “Süvari” dediği bu yama sayesinde uzun süre giymem sağlanırdı. Oyuncağım, bir sepete doldurulmuş tahta parçaları, tekerlekler, teller, bir sürü ıvır zıvır. Annem sık döverdi, babamsa yılda bir iki kez. Tavanarasına kaçardım, merdivenlerden yorulur, yetişemezdi bazan annem. Bir keresinde yetişti, dama çıkacağımı anlayınca korktu ve vazgeçti. Umutsuzlar Parkı’nda yazmıştım bunu sanıyorum, ama hangi şiirdeydi, şimdi hatırlayamıyorum.

Çok çalışırdı annem. Koca evin temizliği, yemeği, bizim bakımımız onun üstündeydi. Babamın kazancını bilmem ama eli sıkıydı iyice. Evimizdeki tek kitap, parça parça açılıp uzayan bir uçak resimleri kitabıydı. Etrafımız arsa doluydu. Karşımızda çok büyük bir bahçe, ağaçlar içinde bir köşk vardı. Dolmabahçe Sarayından büyüktü sanki. Şimdi park yaptılar.

Bir gün mektebe gideceksin, dediler. Annem götürdü, müdüre rica etti, altı yaşını bitirmeden 56. İlk Okula yazıldım. İlk gün, arka sırada, konuşuyorum diye bir tokat yedim öğretmenden, sanki evde yediklerim az geliyormuş gibi. Ertesi gün karyolanın altından çıkarıp –annemle babamın karyolası, biz yer yatağında yatardık– gönderdiler okula. Yavaş yavaş alıştım bu işe, okula ısınamadım ama göğüslüğüm, beyaz yakam biraz hoşuma gitti. Yedi sekiz yaşında Yavrutürk, daha sonraları Ateş Çocukları gibi dergiler almaya başladım. Yirmi Üç Nisanlar gelip geçti. Yerli Malı Haftaları akıp gitti böylece. Beni eve meleklerin getirmediğini öğrendim. Son sınıfta Güler ismindeki bir kıza, sonra da Nebahat’a aşık oldum. Birinin de bacağını sıktığımı hatırlıyorum.

Okul tatil olunca, babam iş öğrenmem için dükkâna götürmeye başladı beni. Dayaktan daha fena geldi bu bana. Sıkıldım ve nefret ettim. Para kazanmaya başlayıncaya kadar sürdü bu nefret, sonra sonra alıştım. Üstüne üstlük, akşamları eve ne taşıyacaksak bir kısmını da ben yüklenirim, tramvay masrafı olmasın diye, yürüye yürüye Kapalıçarşı’dan eve dönerdik. Kaburgaları sayılan gövdem için oldukça ağır bir işti bu da. Ayrıca kafam da çok büyüktü gövdeme göre. Okulda “koca kafa Edip” diye kızdırırlardı. Bir de mektep dönüşü kavgaları… Kimseyi dövebildiğimi hatırlamıyorum.

İstanbul’da karartma var, İstanbul bombalanacak! Babam bizi doğduğu köye götürüyor, dört ay kalıyoruz. Harman yerinde futbol maçları... Değirmen’e buğday götürüyoruz, ununu fırıncı Seniye kadına veriyoruz, bize ekmek yapıyor. Döğenin üstünde, öküzleri sürüyorum, biri pisliğini edeceği sıra bir teneke tutup topluyorum onları, sonra samanla karıştırıp tezek yapıyoruz.

Orta okuldayım. Tanpınar’ın kardeşi Kenan Bey velim. 2. sınıftayım yani, Kumkapı Orta Okulu’nda. 1. sınıfı Gelenbevi Orta Okulu’nda okudum, Fatih Camisi’nin arkalarında. Anılarım çok silik. Tarzan kartlarıyla ‘alt mı üst mü’ oynamak, üstünde hayvan resimleri bulunan kabartmalar alıp satmak, başka?.. Başka bir şey yok. İlk şiirimi yazdım. Bir çocuk dergisine yolladım ve çıktı. Artık şairdim.

İstanbul Erkek Lisesi’ne girdim. Öğleyin çıkmak yok. Ekmek karnemizi unutursak, bahçe penceresinden ayva, leblebi alıp yiyoruz. Geneleve ilk defa onuncu sınıftayken gittim. Şiir yazıyorum ve Tevfik Fikret’in etkisindeyim. Salim Rıza Kırkpınar çok iyi şiir okuyor. Şiiri başka türlü sevmeye başlıyorum.  Son sınıftaki hocam Hakkı Süha Gezgin. Şiiri yasaklıyor. Bir ara Çınaraltı dergisi okuyorum. Aruzla bir şiir yazıp yolluyorum, Orhan Seyfi’nin bir cevabı çıkıyor: Şiiri heceyle yazmışım ve bazı dizelerde bir hece eksikmiş.

Heceyle bir şiir yazıp yolluyorum ve öbür şiirimin aruzla yazıldığını ekliyorum, şiir yayınlanıyor. Sonra İstanbul dergisine bir şiir yolluyorum, çıkıyor, ikincisini yolladığımda, cevaplar kısmında beni dergi yazıhanesine çağırıyorlar. Neşet Halil Atay’la Mehmet Kaplan’la tanışıyorum. Ondan öyle toplantı günleri oluyor, uğruyorum. Şiirleri kendim götürüyorum artık. Okulun bahçesinde dama oynuyorlar öğle aralığında. Bir arkadaşım var, biz toplumculuk tartışmaları yapıyoruz. Akşamüstü muhakkak Ankara Caddesi’ndeki kitapçılara uğruyorum. Artık yeni şairleri tanımaya başladım tabiî. Şiir kitabı istiyorum, veriyorlar. Daha çok ABC kitabevinden alışveriş yapıyorum. Klasiklerden çıkan kitapları da kaçırmıyorum hiç. Yunan klasiklerini yutarcasına okuyor, konuşmalarda Sokratesçilik yapıyorum. Gene bir kitapçı dükkânında çalışan bir kız var, bana kitap ayırıyor. Bir defasında Sait Faik’in Medarı Maişet Motoru’nu veriyor, ‘Sakın kimseye söyleme benden aldığını, kitap bugün toplatıldı çünkü’ diyor.

Okul bitiyor. Yakın arkadaşlarım Yüksek Ticaret’e kaydoluyorlar. Ben de onlarla birlikte tabiî. Biraz da babamın isteği baskın çıkıyor. Bir yandan da anahtarları tutuşturuyor elime, dükkânın anahtarlarını. Düşünüyorum, ne olacak sanki Yüksek Ticaret’i bitirip de, deyip okulu terk ediyorum.

Birayla votka içmeler başlıyor Ekspres’de, Orman’da. Bir kıza âşık oluyorum (Mefharet değil). Ardından hemen evleniyorum. Müthiş kitabımı, İkindi Üstü’nü o sıralar çıkarıyorum (sende yoktur inşallah). Önüme gelene veriyor ya da yolluyorum. Varlık’ta Melih Cevdet’in kısa bir tanıtması çıkıyor, seviniyorum. Orhan Veli, sanırım adı ‘Karikatürden şiire’ adlı bir yazı yazıyor. Benim bir mısramı alarak, böyle mısra yazılmaz anlamına bir şeyler söylüyor (bak: nesir yazıları). Oysa şimdi mısra hep böyle yazılıyor. Ha, kitabı yayınlamadan önce Tanpınar görmek istiyor, bir ramazan günü, Tünel’de Narmanlı yurdundaki yerine gidiyorum. Çay fincanlarının içinde kahve getiriyor ve başlıyor okumaya. (Merakla bekledim bekledim. Bitirdi, gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Ve dedi: ‘Bunlar çok güzel şeyler, ama çok. Ne var ki hiçbiri şiir değil.’ Hiçbir şey anlamadım tabii. Bütün odayı reprodüksiyonlarla doldurdu, bana uzun uzun resim anlattı, müzikten, Valery’den söz açtı. Bir süre sonra çıktım. Doğru Haşet’e gittim. Bir sürü resim aldım, Valery’nin Mélange’nı aldım. Ertesi gün bir Fransızca hocası tuttum, aylarca ders aldım. Karşılıklı konuşmaya başlamıştık bile. Bir gün dedim ki bizim hocaya, biraz da Valery okusak olmaz mı? Olur, dedi. Açtık kitabı, adam bir türlü çeviremez Türkçeye. Hoca çeviremezse ben nasıl çevirirdim ilerde? Baktım olacak gibi değil, kestim ders filan almayı, doğru meyhaneye. O zamanlar nasıl anlayabilirdim ki, bizim hoca şiirceyi bilmiyor asıl.)

İstanbul’dayım. İşten eve evden işe. Arada bir Beyoğlu’na tabii. Artık bir yığın sanatçı tanıyorum. Salâh, Alp Kuran, Nermi Uygur filan içiyoruz bazen de. Şiirlerim Yenilik’te yayınlanıyor çoğun. Salâh götürüyor tabiî. Bir gün Şato’da (eski Mazarik) Hüsamettin’le tanışıp aynı masada oturuyoruz biraz. Bir şiirim çıkmıştı Yeditepe’de. Bana, ‘böyle ince şiirler yazdıkça getir’ diyor. Ondan öyle Yeditepe’nin yazarı oluyorum. O. Kemal, M. Buyrukçu, ben bir üçlü oluyoruz. Sonra bizim M. Eloğlu ile arkadaşlık kuruyoruz. Degüstasyon’da içmeler başlıyor. Yıllar akıyor böyle böyle. Sonra Turgut, Cemal, İlhan Berk... ve sonra? Sonrası iyilik güzellik.

Hayatımda en önemli olay: Kapalıçarşı yangını. Dükkanım yanmasaydı sanırım şiir filan yazamazdım. ve Jak (ortağım) anlayışlı davranmasaydı.

İşte böyle reis, kitaplar, şiirler ortada. Soracağın bir şeyler olursa yanıtlarım. Bütün bunları yazarken aklıma o kadar çok şey geldi ki, hepsini yazsam kitap olurdu. Bu kadarıyla yetinelim şimdilik. Bir de şu var: bu yazıdan yararlan ama, gerekli olsa bile koyma yazının içine. Bir renk, bir koku gibi kalsın sende. Sevgiler, selamlar reis.

GÜNLERDEN

Evet evet

Doğrusu bilmiyorum

Dalıp dalıp gidiyorum böyle

Dalıp dalıp gidiyorum ve dalgınlığımda bir kent

Bir duvar, bir de sen, duruşunda güz özellikleri

Dostlar, bütün dostlar içerde.

Bir kent mi, bir yüz mü, binlerce yüz mü, bir kent mi

Beyaz mı, daha mı beyaz, o kadar çok mu beyaz

Bütün bunları kendime bir adres gibi sorup

Hüznüme kalbime, soğuğuma

Gelecekten arta kalan bir mutluyum.

Ben gelecekten korka korka dönen bir mutluyum

Dünyanın bu küçük sesini işit

Bak bir dalı, bir örtüyü, bir denizi tutan ellerime

Nanelerden, ıtırlardan, ıhlamurlardan gelen

Anlayamadığın sevgililik

Var ya

Yani uzaktan yüzünü bile seçemediğin birinin

Adı en sevdiğin şairin adıyken.

Soruyorsun bir de

Gülüyorsun, gül ya neden gülmeyeceksin

Ağlayacaksan ağla işte

Bir gülüp bir ağlayacaksan böyle sen

Soyulmuş bir dilim ayva yetişiyor gözlerime

Kaynamış suda pembeleşirken.

Sözüm, şarkım, duygum

Kederlerde bütün yüzler birleşir

Ve unutma gereklidir

Bir başka bakışında da gökyüzleri vardır, düz

Kuş sürüleri vardır, eğri

Bir sana bir ayak bileklerine bakanların dünyası da vardır ki

İster kıyıları çekine çekine döven sulara benzet

İster ağır ağır yanan yaprak kümelerine

Anlıyor musun

Anlıyorsun elbette

Ne yaparsan yap yürürlüktedir yetinmezlik.

Maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi

Bir renk değildir mavi huydur bende

Ve benim yetinmezliğimdir

Ve herkesin yetinmezliğidir belki

Denecektir ki bir süre

Ve denecektir

Bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki.

Gelecekten utanarak dönen bir sevinçliyim

Ya sizler

Ey sırasını beklemeden gelen akşamüstleri .


ARŞİV